Türk-İş Kongresi, Sendikal Bürokrasi ve İşçi Sınıfı
Utku Kızılok, 1 Aralık 2011

Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş yeni bir kongreye hazırlanıyor. 8-11 Aralıkta yapılacak Türk-İş kongresi, geçen senelere nazaran daha sert tartışmaların yaşanacağı bir kongre olacak gibi gözüküyor. Türk-İş içindeki on muhalif sendikanın oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu, mevcut yönetimin karşısına alternatif bir liste çıkartmaya hazırlanıyor. Temmuz ayında “demokratik, mücadeleci ve güçlü yeni bir sendikal hareket için” başlığıyla bir bildiri yayınlayarak kendini duyuran Sendikal Güç Birliği Platformu, genel düzeyde işçi hareketinin önündeki sorunlara dikkat çekiyor ve Türk-İş yönetimini eleştiriyor. Hiç kuşku yok ki, ortaya çıkan muhalefeti bir araya getiren ve motive eden şey esas olarak kongre sürecidir. Burjuva siyasal arenada yaşanan tepişme ve saflaşmanın bu kongreye de yansıyacağı açıktır.

Bugünkü Mustafa Kumlu önderliğindeki Türk-İş bürokrasisi, adeta AKP hükümetinin bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak Kumlu yönetiminin açıktan AKP’nin yandaşı olması ve işçi sınıfına dönük saldırılara sessiz kalması, daha önceki yönetimlerin ya da bürokratların mücadeleci olduğu anlamına gelmiyor. Türk-İş kurulduğu günden itibaren devlet güdümlü bir sendika olmuştur. Daha baştan bürokratik bir aygıt olarak örgütlenen ve işçi hareketini kontrol görevi verilen Türk-İş’in başına geçen tüm yönetimler, burjuva hükümetler ve partilerle şu ya da bu biçimde içli dışlı olmuşlardır. Kumlu öncesi yönetimlerin, meselâ Bayram Meral yönetiminin statükocu-devletçi kesimlerin siyasal platformunda hareket etmesi bu gerçeği gözler önüne sermektedir. 28 Şubat’ta “post modern” denilen askeri darbeye alkış tutan Bayram Meral önderliğindeki Türk-İş bürokrasisinin, işçi hareketi içinde nasıl bir rol oynadığı malûmdur. Fakat burjuva siyasetine dâhil olarak onu işçi hareketine taşıyan yalnızca Türk-İş’in tepe bürokrasisi değildir. Türk-İş’e bağlı sendikaların ezici çoğunluğunun genel merkez yöneticileri, Hak-İş ve DİSK bürokratları da burjuva siyasetinin uzantıları konumundadırlar. Özetle bugün sağıyla soluyla burjuva siyaseti, sendikal bürokrasi üzerinden ne yazık ki işçi hareketi içinde etkili olmaktadır.

Bu tablo, işçi hareketinin önünde nasıl bürokratik bir engel olduğunun çarpıcı bir ifadesidir. İşçi sınıfının örgütlülüğünün ve bilinç düzeyinin gerilediği dönemlerde sendikalardaki bürokratikleşme oldukça baskın hale gelir. Nitekim 12 Eylül faşist askeri darbesiyle işçi sınıfının devrimci örgütlülükleri ezilmiş, militan işçi hareketi sendika ve kadrolarıyla birlikte tasfiye edilmiştir. İşçi hareketinde yaratılan bu kırılma, SSCB’nin çökmesi ve uluslararası düzeyde sınıfsal güç dengelerinde burjuvazi lehine yaşanan değişimle birleşerek sendikalardaki bürokratikleşmeyi güçlendirmiştir. Günümüzde bürokratikleşme öylesine yaygınlaşmış bulunuyor ki, sendikal bürokrasinin yarattığı kültür, alışkanlıklar ve çıkar ilişkileri işyeri temsilciliklerine kadar inmiş durumdadır. Yukarıdan aşağıya sendikaların her kademesinde ve işyerlerinde sendikal bürokrasinin denetimi söz konusudur. Meselâ, işyeri temsilcilerini bile genel olarak sendika yönetimleri atamakta, seçimlerin olduğu işyerlerinde ise sendikacılar kendi denetimleri altına aldıkları kişileri temsilci seçtirmekte, işçiler süreçten dışlanırken, tabandaki demokratik girişimler boğulmaktadır.

Sendikal bürokrasi, sendikaları kendi işyerleri/şirketleri gibi görmektedir. Hiç kuşkusuz bu noktada, sendika konfederasyonları ya da sendika genel merkez yöneticileri ile daha alt kademe sendikacılar arasında önemli farklar bulunuyor. Ancak özde değişen bir şey olmamaktadır. Sendikal mevki, korunması gereken önemli bir ayrıcalık sunmaktadır. Dolayısıyla yeni sendikacı seçilen bir işçi bile, tabanın denetimi olmadığı için bir süre sonra bürokratik alışkanlıkları ve ilişkileri özümsemekte, işçilerden kopmakta ve kendi kişisel çıkarları temelinde hareket etmektedir. Durum bu olunca, konfederasyon ve sendika genel başkanları, işçi hareketinin imkânlarını da kullanarak burjuva siyasetine dâhil olup kendilerine yer (milletvekilliği gibi) açmaya çalışırken, daha alt kademe sendikacılar ise, konumlarını koruma ve daha üstlere tırmanmanın derdine düşmekteler. Bu nedenle, işçi sınıfına dönük saldırıları geri püskürtme mücadelesi sendikal bürokrasinin umurunda olmamaktadır. Tabandan basınç bindiğinde ise, yasak savma kabilinden, gaz alıcı eylemler örgütlemekten ileri gidilmemektedir.

Türk-İş özeline dönersek, Kumlu önderliğindeki bürokratik yönetimin sınıf işbirliğinde bir hayli ileri gittiğini görürüz. Sendikalar yasasının değiştirilmesi görüşmelerinde Türk-İş’in önerdiği taslak, bürokrasinin bu sınıf işbirlikçi tutumunun ibretlik bir vesikasıdır. Türk-İş’in hazırladığı taslağın Çalışma Bakanlığı’nınkine göre daha yasakçı olması örneği, bürokrasinin nasıl bir ihanet içinde olduğunu gözler önüne seriyor. Türk-İş bürokrasisi, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması doğrultusunda değil, tersine, 12 Eylül’ün ürünü olan yasakçı düzenlemelerin korunması yönünde mücadele etmektedir. Örneğin, tüm sektörlerde grev yasaklarının kaldırılması için mücadele vermek gerekirken, Türk-İş, burjuva hükümetten de ileri giderek “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grev yapılamayacak sektörlerin sayısını artırmaktadır. Türk-İş bürokratlarının sunduğu taslak, aynı burjuva devlet gibi, toplu sözleşmenin tıkanmasıyla çıkılan grevler haricindeki tüm grevleri “kanunsuz grev” ilan ederek ceza yağdırmaktadır. İşçi sendikalarının başına çöreklenen bürokratlar, işçi hareketindeki canlanmanın önünü kesmek ve böylece koltuklarını korumak amacıyla işkolu ve işyeri barajına da kökten karşı çıkmamaktalar. İşçi hareketi tarihinde bir hak değil suç olarak görülen lokavt bile Türk-İş taslağında bir hak olarak sunulup meşrulaştırılmaktadır!

“Torba yasa” saldırısı karşısında sessiz kalan Kumlu yönetimi, kıdem tazminatının gaspını başa alan pakete de karşı çıkmamakta ve böylece AKP hükümetinin hiçbir engele takılmadan işçi sınıfına saldırmasına geçit vermektedir. Görüldüğü üzere, Türk-İş’in mevcut yönetiminin işbirlikçi karakteri ayan beyan ortadadır. Ancak işçi sınıfının kazanılmış haklarına ne ilk kez saldıran AKP hükümetidir ve ne de buna ilk kez karşı çıkmayan şimdiki Türk-İş bürokratlarıdır. Emeklilik yaşının uzatılması, parasız sağlık hakkına darbe vurulması, özelleştirme, sendikasızlaştırma ve diğer tüm kapitalist neo-liberal saldırılar karşısında, başta Türk-İş yönetimleri olmak üzere bir bütün olarak sendika bürokrasisi sessiz kalmış, işçi sınıfı mücadeleye çekilmemiştir. Bürokrasi, kendi mevki ve ayrıcalıklarını korumayı esas alan bir politika gütmüş ve bu kapsamda burjuva hükümetlerle pazarlıklara girişmiştir. Meselâ, 1990’larda Tekel’in özelleştirilmesi gündeme geldiğinde sendika bürokrasisi, iç siyasal gelişmeleri de kullanarak hükümetlerle yürüttüğü pazarlıklar sonucunda Tekel’in özelleştirilmesini bir süreliğine erteletmiştir. Bu meyanda, “Tekel vatandır satılamaz” türü milliyetçi sloganlarla işçiler tümüyle beklemeye itilmiştir. Lakin sermayenin ihtiyaçları baskın gelince AKP döneminde Tekel özelleştirilmiş, işçiler işten atılırken sendika da tasfiye edilmiştir.

Eğer bu hakikatler gözden kaçırılırsa, burjuva siyasal arenada yürüyen taraflaşmanın gözüyle gelişmelere bakılır; bu durumda, işçi sınıfına dönük saldırıların tek başına esas sorumlusu AKP gibi gözükürken, CHP kayrılır ve sorunun kaynağının kapitalizm olduğu gerçeği görmezden gelinir. Burjuvazi işçi sınıfına dönük saldırıları şu ya da bu parti eliyle yürütebilir, ama gerçek sorumlunun kapitalizm olduğu akıllardan çıkartılmamalıdır. Bir kez daha vurgulayalım: Türk-İş tepe bürokrasisinin ne mal olduğu yeterince açıktır. Ancak bugün muhalefet olarak ortaya çıkan ve mücadeleden dem vuran sendika yöneticilerinin, işçi hareketinin bugüne kadar ilerletilememiş olmasında hiç mi sorumluluğu yoktur? Bu sendika yönetimleri kapitalist saldırıları geri püskürtmek için üzerlerine düşen görevleri yapmışlar mıdır?

Bununla birlikte, Sendikal Güç Birliği Platformu’nu meydana getiren şu ya da bu sendika yönetiminin niteliğinden ve bu platformu oluşturan sendikacılar arasındaki farklılıklardan bağımsız olarak, açıklanan bildiride dile getirilen hususlar anlamlıdır. Bu bildiride sendikal hareketin kan kaybettiğine, güçsüzleştiğine ve güvensizleştiğine dikkat çekilerek; sendikaların demokratikleştirilmesinden, tabanın söz ve karar sahibi olmasından, emeğin hakları için siyasal alana müdahaleden ve bu kapsamda sosyal-siyasal platformlar yaratmaktan, işçiler arasında mesleki ayrımlara son veren birleşik bir mücadeleden, sınıf dayanışmasından, işçi sınıfına dönük saldırılara karşı durulacağından, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele edileceğinden söz edilmektedir. Tüm bu hususlar önemlidir ve bunların hayata geçirilebilmesi için kapsamlı bir mücadele vermek gereklidir. Ancak söz konusu muhalefetin temel zaafı da bu noktada açığa çıkmaktadır. Zira kâğıt üzerinde ortaya konan program işçi tabanına yaslanmamaktadır. Güç Birliği, kongreye dönük olarak bazı kentlerde yaptığı toplantıların ötesine geçerek işçi tabanını söz konusu program doğrultusunda harekete geçirmiş değildir. Sormak gerekmez mi: işçileri harekete geçirmek için ne bekleniyor?

Türk-İş kongresinin ötesine taşan bir mücadele hedefi ve anlayışı gereklidir. Eğer Sendikal Güç Birliği Platformu ve onun bileşenleri gerçekten de işçi sınıfının canını yakan saldırılara dur demek ve işçi hareketindeki tıkanıklığı, sendikalardaki uyuşukluğu ve bürokratik tutuculuğu aşmak istiyorlarsa, militan sınıf sendikacılığı anlayışı temelinde işçi kitlelerini harekete geçirmelidirler. Sendikaları ve kendilerini işçilerin denetimine açmalı, sendikaların kapılarını devrimci işçilere kapatmamalıdırlar. Aksi takdirde, olumluluklar içeren söz konusu program kâğıt üzerinde kalmaktan ileri gitmeyecektir. 

1 Aralık 2011

İlgili yazılar