“Demokratik ve Özgür Afganistan” Kan Ağlıyor!
Utku Kızılok, 3 Kasım 2011

ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyonun 7 Ekim 2001’de Afganistan’a başlattığı savaşın üzerinden on yıl geçti. Emperyalist yıkım makinesi NATO günlerce Afganistan’ı en gelişmiş savaş uçaklarıyla bombalarken, Kuzey Afganistan’da egemen olan Taliban muhalifi yerli güçler de karadan taarruza geçmişti. Çok geçmeden ABD ve İngiltere askerleri de bu yerel güçlere katıldı, karadan ve havadan yapılan saldırılarla Taliban yönetimi Afganistan’da iktidardan düşürüldü. Savaş başladıktan bir ay sonra başkent Kâbil’i terk eden, en güçlü olduğu Kandahar’da da tutunamayan Taliban güçleri, Güney Afganistan’ın dağlık bölgelerine ve Pakistan sınırına doğru çekildiler. Ancak savaş devam etti: Emperyalist güçler, savaşın yoğunlaştığı ilk üç ay boyunca büyük bir yıkıma yol açmakla kalmadılar, bunu izleyen on yıllık dönemde Afganistan’da adeta taş üstünde taş bırakmadılar. On binlerce yoksul Afganlı yaşamını kaybederken, çok daha fazlası yaralandı, sakatlandı ve yüz binlerce insan evini terk etmek zorunda kaldı. Zaten iç savaşlarda bitap düşen Afganistan’ın yoksul halkı, emperyalist yıkım sonucunda Ortaçağı aratacak bir yaşama mahkûm edilmiş durumda.

Yoksul halk kitleleri Taliban, mevcut iktidar ve emperyalist güçler arasında sıkışmış bulunuyor. İşgal altındaki Afganistan’da emekçi halk işsizlik, açlık ve yoksullukla boğuşmaktadır. Aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen savaş hâlâ devam etmektedir. Savaşın ilk döneminde güç kaybeden Taliban, zamanla tekrar güçlenmiş, yerli ve emperyalist güçlere ağır kayıplar verdirmeye başlamıştır. ABD emperyalizmi 2011’in sonunda askerlerini Afganistan’dan çekeceğini açıklasa da, bu, savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Birincisi, ABD askerlerini çekse de NATO’nun Afganistan’dan çekilip çekilmeyeceği belli değildir; ikincisi, emperyalist müdahale sonrasında Afganistan’da yönetime oturtulan yerli güçler (savaş ağaları) ile Taliban arasındaki mücadele devam etmektedir. Dolayısıyla yoksul Afgan halkı için savaş ne yazık ki bitmiş değildir. Daha da önemlisi bu savaş Pakistan’ı da içine alacak şekilde genişletilmeye çalışılıyor. Son aylarda ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditlerini arttırması ve savaş tamtamlarının çalınması bunun bir ifadesidir.

2001’de Bush liderliğindeki ABD, Afganistan’da başlattığı emperyalist savaşın adını utanıp sıkılmadan “kalıcı özgürlük operasyonu” koymuştu. Emperyalist koalisyon güçleri Afganistan’ı uygarlaştıracaklarını, “demokratik ve özgür bir Afganistan” inşa edeceklerini ileri sürüyorlardı. Fakat emperyalistlerin “kalıcı özgürlük” diye kodladıkları aslında içinden çıkılması çok güç toplumsal bir yıkım ve kalıcı acılardan başka bir şey değildi. Kapitalist toplumda ideolojik aygıtları ve devlet aracılığıyla şiddet tekelini elinde tutan burjuvazi, hemen her olguyu baş aşağı çevirmekte pek mahirdir. Yalan, riyakârlık ve kapitalist çıkarlar insanlığın evrensel değerleri olarak sunulabilmektedir. Ancak gerçekler tüm çarpıtmalara rağmen haykırmaya devam ediyor: Bugün ortada ne “demokratik” ne de “özgür” bir Afganistan var. Halen emperyalist işgal altında olan Afganistan’da, savaş ağalarına dönüşen büyük aşiret liderlerinin koalisyonuna dayanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan Hamid Karzai önderliğindeki işbirlikçi iktidar, Kâbil’in merkezinde yüksek duvarlarla çevrili “yeşil bölge”de hükümet etmektedir. Göstermelik seçimlerle de “demokrasi” müsameresi sergilenmektedir.

Emperyalist işgalin onuncu yılını değerlendiren Batı gazeteleri, Afganistan’da modern bir devletin temellerinin atıldığını söyleyerek savaşı ve yıkımı haklı çıkartmaya çalışıyorlar. Bu emperyalist gazetelere göre, kadınların durumunda ve insan haklarında ilerleme varmış! Bu arsız bir alaycılıktır. 1980’lerde SSCB’yi zayıf düşürmek için İslamcı güçleri destekleyen ABD emperyalizmi, bugün ülkenin o günkünden bile daha geri bir duruma sürüklenmesinin başlıca sorumlularından biridir. O günden beri süren müdahaleler, iç savaşlar ve son on yıldır devam eden emperyalist savaş Afganistan’da her açıdan bir çöküşe neden olmuştur. Ortada ne modern bir devlet yapılanması, ne de modern ekonomik ve toplumsal ilişkiler vardır. “Demokratik ve özgür Afganistan” bu olsa gerek!

11 Eylül’le başlayan süreç

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere ve ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a, kaçırılan uçaklarla büyük bir saldırı düzenlendi. İntihar dalışı yapan iki uçağın çarpmasıyla İkiz Kuleler çöktü ve yaklaşık üç bin insan hayatını kaybetti. Kulelerin yıkıntılarından henüz dumanlar yükselirken, ABD emperyalizminin sözcüleri dünya medyasının karşısına geçerek saldırıyı El-Kaide’nin düzenlediğini ilan ettiler. ABD Başkanı Bush, dramatik bir ses tonuyla “uzun bir savaş” başlattıklarını açıklıyordu. Bu uzun savaşın ilk hedefi, El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’in yaşadığı Afganistan oldu.

Aslında 11 Eylül saldırıları, geçmişe nazaran sarsılan hegemonyasını yeniden tesis etmek isteyen ABD emperyalizmi için büyük bir fırsat olmuştur. Zira SSCB’nin dağılmasıyla birlikte muazzam büyüklükte pazar ve yatırım alanları kapitalist sisteme entegre olurken, buralara dönük emperyalist nüfuz mücadelesi de derinden derine ilerlemekteydi. SSCB’nin çökmesi ve iki kutuplu dünya siyasetinin sona ermesiyle diğer emperyalist güçler çok daha açıktan paylaşım alanına inmişlerdi. Henüz zayıf olan ama güçlenen rakiplerini durdurmayı, pazar ve yatırım alanlarını, ama özellikle de enerji yataklarını kontrolü altına almayı amaçlayan ABD emperyalizmi, bu doğrultuda “uzun bir savaş” başlatmıştır.

Nitekim Taliban yönetimi Bin Ladin’i üçüncü bir ülkenin yargılamasına razı gelerek onu gözden çıkartmasına rağmen, ABD emperyalizmi Afganistan’a saldırma hedefinden geri adım atmamıştır. ABD finans kapitalinin savaşı yürütmekle görevlendirdiği Cumhuriyetçi Parti yönetimi ve neo-con savaş kurmayı alabildiğine saldırgan bir çizgi izlemekteydi. Hedeflerine doludizgin bir savaşla varmak isteyen ABD emperyalizmi, 11 Eylül saldırısını ve “uluslararası terörizm”i bahane ederek ve baskın gelerek rakiplerinin yüksek perdeden itiraz etmesinin de önüne geçmişti. Bu saldırganlık ve emperyalist kibir öylesine bir boyut kazanmıştı ki, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Taliban karşısında yanında yer almaması halinde Pakistan’ı taş devrine döndürmekle tehdit edebiliyordu.

Hiç kuşku yok ki, ABD’nin istihbarat servisleri göz yummadan El-Kaide’nin 11 Eylül’deki gibi muazzam bir saldırıyı hayata geçirmesi mümkün değildi. Bu hakikat Marksistler için son derece açıktı ve o zaman da dile getirmiştik. Nitekim süreç içinde bu gerçeği kanıtlayan çok daha fazla bilgi ortaya çıkmış bulunuyor. ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırısını kullanarak kendine muazzam bir manevra alanı yaratmıştır. 11 Eylül’le birlikte “terör” ya da “uluslararası terör” emperyalist saldırganlığın ideolojik kılıfı haline getirilmiştir. Savaş makineleri Afganistan’da taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yıkım kusarken, ABD emperyalizmi bu saldırganlığını “El-Kaide terörü” ve “uluslararası terörizm” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışıyordu. Emperyalist saldırganlık “uluslararası terörizm” bahanesine sarılırken, beri taraftan aynı “uluslararası terörizm” bir dış düşman umacısına dönüştürülerek bu sayede içerideki kitleler de pasifize edilmeye başlanmıştır. İki kutuplu dünyada SSCB’nin varlığında vücut bulan dış düşman algısının yerine, bu kez belirsiz, her an her yerden gelebilecek olan “uluslararası terör” algısı geçirilmiştir. Böylece “terör” ya da “uluslararası terör” umacısı, emperyalist savaşın kılıfı ve meşrulaştırıcı aracı haline getirilmiştir. Bundan ötürüdür ki başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, her fırsatta saldırganlıklarını bu umacı üzerinden aklamaya çalışıyorlar.

11 Eylül’den sonra emperyalist hegemonya mücadelesi mertebe yükselterek çok daha fazla sertleşmiş, bölgesel savaşlar yaygınlaşmış ve yürüyen savaşın bir parçası olarak “terör” saldırıları tırmandırılmıştır. Bu bakımdan 11 Eylül, emperyalist hegemonya kavgasında tarihi bir dönemeçtir.

Mücahit El-Kaide ve Taliban neden terörist oldu?

11 Eylül saldırılarını düzenleyenin El-Kaide olduğunu açıklayan ABD emperyalizmi, Ladin’i “büyük şeytan” ve onu barındıran Afganistan’ı ise “şer devleti” ilan etti. Oysa aynı El-Kaide ve Afganistan’da yönetime oturan Taliban 1990’a kadar ABD’nin müttefiki idi. ABD emperyalizmi, Afganistan’daki SSCB işgaline karşı mücadele veren gurupları desteklemekle kalmamış, CIA ve Pakistan gizli servisi ISI üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerinden cihatçı İslamcıların bir araya getirilmesi, dini-ideolojik ve askeri eğitim verilmesi ve harekete geçirilmesi noktasında büyük bir rol oynamıştı. Meselâ, diğer İslamcı grupların ve daha sonra Taliban’a dönüşecek olan Pakistan’daki Afganlı medrese öğrencilerinin, dini-ideolojik ve askeri açıdan eğitilmesi ve SSCB’ye karşı savaş alanına sürülmesi doğrudan ISI ve ABD gizli servisi CIA’nın işidir. El-Kaide’yi örgütleyecek olan Bin Ladin de Afganistan’a giden cihatçılardan biridir. Fakat muazzam bir zenginliği elinde tutan Suudi bir ailenin oğlu ve Suudi kraliyet ailesine yakın olan Ladin, bu özellikleriyle diğer cihatçılardan ayrılmakta ve öne çıkmaktaydı.

“Yeşil kuşak projesi” çerçevesinde başta Suudi Arabistan olmak üzere ABD’nin nüfuzu altındaki Körfez ülkeleri, “komünist” SSCB’ye karşı Afganistan’da savaşan İslamcı gruplara büyük paralar aktarmış ve beslemişlerdir. ISI ve CIA ile birlikte hareket eden Bin Ladin, Afganistan’da cihatçıların beslenmesi için oluşturulan finans kaynaklarının kontrol edilmesi, uluslararası düzeyde cihatçı toplanması, sevk ve idare edilmesi, eğitilmesi, silahlandırılması ve cepheye sürülmesi noktasında etkin bir rol oynamıştır. Böylece Afganistan’a gelen cihatçılar uluslararası bir ağ oluşturmakta ve aslında El-Kaide’nin de temellerini döşemekteydiler. Gerek dünyanın birçok ülkesinden gelen cihatçılar gerekse Pakistan’da örgütlenen ve daha sonra Taliban örgütlenmesi olarak sahneye çıkan güçler yan yana mücadele verdiler ve Ladin de bunların bir parçasıydı. Nitekim SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesi sonrasında başlayan yeni bir iktidar kavgasında, uluslararası cihatçılar ve Ladin Taliban’ın yanında saf tutmuştur. Bölgede etkisini artırmayı arzulayan Pakistan ise, doğrudan kendi mamulü olan Taliban’ı desteklemiş ve Afganistan’da iktidarı ele geçirmesini sağlamıştır.

SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünya siyasetinde yepyeni bir dönem açıldı. İki kutuplu dünya siyasetinde emperyalizmin SSCB’yi kuşatmak amacıyla geliştirdiği “yeşil kuşak projesi”ne bu yeni dönemde artık ihtiyaç yoktu. Afganistan özelinde ABD emperyalizmi için öncelikli sorun, bu yeni dönemde hem Rusya ve Çin’in arka bahçesi olarak jeostratejik açıdan, hem de enerji yollarının geçiş noktası olması bakımından önemli olan bu bölgeyi yeni yükselen rakiplere kaptırmamaktı. Dolayısıyla son derece geri ekonomik koşulların söz konusu olduğu bu coğrafyanın kargaşa içinde kalması gibi olasılıkları asla dert edinmedi.

Ancak Afganistan’daki özel durum bir yana bırakılacak olursa, emperyalizmin bu yeni dönemde farklı bir strateji izlemeye yöneldiğini vurgulamak gereklidir. Kapitalizm, kendisine içkin olanı gerçekleştirerek tam anlamıyla küresel bir düzeye yükseldi ve kapitalist ilişkiler dünyanın her köşesinde hükmünü icra etmeye başladı. Kapitalizme açılan uçsuz bucaksız toprakların emperyalist-kapitalist sisteme derinden entegre edilmesi, pazar ve yatırım alanına dönüştürülmesi başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçlerin gündemine girdi. Dünya görüşleri, yaşama biçimleri ve oluşturdukları siyasal kurumlarıyla Taliban ve El-Kaide tipi İslamcı örgütler, kapitalist piyasanın derinlemesine gelişmesi, ekonominin liberalleşmesi ve buna uygun siyasal bir yapının oluşması bakımından bir engel oluşturuyorlardı. Yani artık ihtiyacı kalmadığı ve üstelik de dönüşüm sürecinde ayak bağı haline geldiği için ABD, Taliban ve El-Kaide’yi karşısına almıştı. ABD’nin Müslüman bir ülke olan Irak’a saldırmasıyla radikal İslamcı örgütler arasında anti-Amerikancı çizgi daha da yükseldi ve eyleme dönüştü.

Açılan dönemde ABD emperyalizmi, bir taraftan dünyaya yeniden düzen verme hazırlıklarını sürdürürken, öte taraftan da bunun ideolojik temellerini döşüyordu. Nitekim “medeniyetler çatışması” bu bağlamda geliştirilen ideolojik bir çerçevedir ve hedef emperyalist savaşın üzerini örtmektir. ABD ile arası açılan Taliban, El-Kaide ve diğer radikal İslamcı örgütlerin giriştiği Batı karşıtı eylemler “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırılacak şekilde sunulmuştur. 11 Eylül eylemi ise, Batı toplumunun Müslümanlara karşı kışkırtılması bakımından ABD’nin elinde müthiş bir ideolojik araca dönüşmüştür. Hülasa, tüm bunlardan ötürü bir zamanlar SSCB’ye karşı savaşırken mücahit olarak taltif edilen Taliban ve El-Kaide bu yeni dönemde terörist oluvermişlerdir.

Savaş sürüyor

Afganistan’da savaş ve siyasal kargaşa devam ediyor. Emperyalist müdahale sonrasında Karzai başkanlığında kurulan hükümet aşiret önderlerinden meydana gelen bir koalisyondur ve son derece kırılgandır. Sürece savaş ağası haline gelen aşiret liderlikleri arasındaki çelişki ve sürtüşmeler damgasını basmaktadır. Beri taraftan hükümeti oluşturan güçler ile Taliban ve onun arkasındaki örgütlerin kapışması söz konusudur. ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon ise, bir taraftan Karzai yönetimine yol aldırmaya çalışırken, öte taraftan da Taliban’ın artan saldırıları karşısında çıkış aramaktadır. 13 Eylülde Kâbil’de ABD Büyükelçiliğine ve bazı noktalara yapılan saldırıların yirmi saatten fazla sürmesi, Taliban’ın yeniden ne denli güç kazandığının ifadesidir. Uzun bir dönemdir gerek ABD gerekse Karzai yönetimi bu saldırıların arkasında Pakistan’ın olduğunu ileri sürmektedir.

Özellikle 20 Eylülde, Afganistan’daki aşiret liderlerini bir araya getirerek çelişki ve çatışmalara son vermek ve siyasal istikrarı sağlamak amacıyla kurulan Yüksek Barış Konseyinin başkanı Burhaneddin Rabbani’nin öldürülmesiyle, Pakistan’a dönük savaş davulları çok daha güçlü çalmaya başlamıştır. 1996’da Taliban tarafından devrilene değin, SSCB’nin işgali sonrasında Afganistan’ın cumhurbaşkanlığını yapan Rabbani önemli bir siyasi figürdü. Karzai yönetimi ve ABD emperyalizmi son dönemdeki saldırıların arkasında Taliban’ın denetimindeki Hakkani örgütünün olduğunu ve bu örgütün Pakistan gizli servisi ISI tarafından yönlendirildiğini iddia etmektedir. Emperyalist ABD’nin sözcüleri bu konuda gerçeği elbette bizlerden iyi biliyorlar: Zira SSCB’ye karşı savaşta Hakkani örgütü de ISI’nın ve ABD’nin denetimindeydi. Değişen dönem ve çıkarlar ABD’yi bu örgütlerin karşısına dikerken, Pakistan’ın bu örgütlerle ilişkisi devam etmiştir.

Aslında Hindistan’a karşı Müslüman ülkeleri ve örgütleri arkasına yığmak isteyen ve bölgesel çıkar hesapları olan Pakistan, Afganistan’daki olaylara doğrudan müdahil olmuştur. Bu noktada araç olarak İslamcı örgütlerin önemli bir tabanı olan Peştunları da kullanmaya çalışmaktadır. Zira Afganistan’da çoğunluğu oluşturan Peştunların önemli bir kısmı Pakistan’ın kuzeyindeki Veziristan’da yaşamaktadır. Ayrıca gerek işgallerden gerekse iç savaşlardan dolayı Pakistan’a göç etmiş önemli bir Afgan nüfus vardır. Peştun aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı Veziristan bölgesinde Taliban ve diğer İslamcı örgütlerin oldukça güçlü olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Esasında Veziristan bölgesinde önemli bir güç oluşturan bu örgütler, Pakistan’daki egemen güçler dengesinde küçümsenmeyecek bir yer tutmaktadırlar.

Karmaşık etnik ve dini yapısı, Hindistan ile husumeti ve devam eden sürtüşmeler, nükleer silaha sahip olmanın getirdiği gerilim, emperyalist güçlerin müdahaleleri ve tüm bunların etkisiyle iyice şiddetlenen egemen sınıf içindeki güç çatışması… Kurulduğu günden beri Pakistan’da çatışmalar durulmamış, egemen sınıf içindeki kavga askeri darbelerle, siyasi suikastlarla günümüze değin gelmiştir. ABD’nin, Afganistan savaşında muazzam bir basınç bindirmesi ve tehditle Pakistan’ı kendi tarafına çekmesiyle egemen güçler arasındaki çatlak ve çatışma biraz daha derinleşmiştir. O dönemde iktidarda olan Pervez Müşerref, iç karışıklığı önlemek amacıyla uzun bir süre dengelere oynamış, ABD ile İslamcı örgütleri aynı anda idare etmeye çalışmıştır. Ancak Afganistan’da tam hâkimiyet sağlayamaması üzerine ABD’nin Pakistan’a dönük baskıları artmış, Müşerref İslamcı örgütlere karşı harekete geçirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki Müşerref yönetiminin İslamcı örgütlere karşı harekete geçmesi içerideki siyasal dengeleri sarsmaya başlamış; içerideki güç çatışması tırmanmış, ABD’nin onayıyla ülkeye dönen ve Müşerref’in yerine hazırlanan önemli siyasi figürlerden Benazir Butto bir suikastla öldürülmüştür. Ölümünün ardından, Benazir’in oturacağı koltuğa kocası oturmuş ve Müşerref saf dışı bırakılmıştır.

Özellikle Bin Ladin’in Pakistan’da ABD tarafından bir operasyonla öldürülmesiyle bu iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş durumda. ABD emperyalizminin Pakistan’a dönük tehditleri giderek tırmanıyor. ABD, planları dahilinde Pakistan’ın İslamcı örgütleri silahlı mücadeleyi bırakarak Afganistan’daki siyasal sürece katılmaları doğrultusunda sıkıştırmasını ve böylece Afganistan cephesinde kendisini rahatlatmasını istemektedir. Hatta bu noktada Pakistan’a adım attırmak için Afganistan’ı Hindistan ile yakınlaştırmaya çalışmaktan da geri durmamaktadır. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Afganistan ile Hindistan arasında görüşmeler yapılmış ve bazı önemli anlaşmalar imzalanmıştır. Hiç kuşku yok ki bu durum, yani Hindistan’ın Afganistan üzerindeki nüfuzunun şu ya da bu ölçüde artacak olması Pakistan egemenlerini tedirgin etmektedir. Zira Afganistan’ın bu siyasi tercihi Hindistan’ın Pakistan’ı bölgede sıkıştırması ve manevra alanını daraltması anlamına gelecektir. Tam da bundan ötürü, ordu başta olmak üzere egemen sınıf içinden Pakistan’ın Afganistan politikasına itirazlar yükselmeye başlamıştır. Besbelli ki Pakistan egemen sınıfı içindeki çelişkiler keskinleşmektedir.

Aslında Afganistan’da ve onun bir yansıması olarak Pakistan’da meydana gelen olaylar, 1990’larla birlikte içine girdiğimiz dönemin karakteristik yapısının bir tezahürüdür. Emperyalist güçler çeşitli örgütleri, kimi ülke gizli servislerini devreye sokmaktan ya da egemen sınıf içi çelişkilerden yararlanarak bir taraf üzerinde kendi nüfuzlarını yaratmaktan ve böylece kendi çıkarları için müdahale etmekten geri durmuyorlar. Bugün savaşın Afganistan sahasına, ABD öncülüğündeki koalisyonun haricinde Rusya ve Çin’in tam da betimlediğimiz biçimde müdahale etmediği düşünülebilir mi? Şu asla unutulmamalı: Kapitalist krizin derinleşerek devam ettiği ve bu krizin bir ifadesi olan emperyalist savaşın sürdüğü bir dönemde, Afganistan’a barış, huzur, özgürlük ve refah geleceğini düşünmek saflık olur. 

1 Kasım 2011

İlgili yazılar