Norveç Katliamı ve Avrupa’da Yükselen Faşist Hareket
Utku Kızılok, 1 Eylül 2011

22 Temmuzda, Norveç’in başkenti Oslo’da, önce hükümet binalarına dönük bombalı bir saldırı düzenleyen Anders Behring Breivik adlı faşist, bilahare polis kıyafetleri giyerek ve tepeden tırnağa silah kuşanarak Oslo yakınlarındaki Utoya adasına gitti. Yaşları 14 ilâ 19 arasında değişen ve adada kamp yapan iktidardaki İşçi Partisinin gençlik kollarına üye onlarca gencin canını aldı. Bu iki saldırıda 77 kişi yaşamını kaybetti. Henüz ikinci katliam vuku bulmadan önce, Batı medyası ilk saldırıyı “Norveç’in 11 Eylül’ü” olarak sundu. Bu son derece bilinçli bir tercihti. Bombalı saldırıların çapına bakılmadan, özellikle Batı’da gerçekleşmesi durumunda tez elden bir “11 Eylül” imgesi yaratılmaya çalışılıyor. New York’taki İkiz Kuleleri yerle bir eden 11 Eylül saldırıları terörizmle, ama aynı zamanda İslamla özdeşleştirilmiş durumda. “11 Eylül” damgası vurulan bu tip bombalı eylemler sonrasında kitleler terörizmle korkutulup esir alınırken, Müslümanlar da hedef tahtasına oturtuluyor. Nitekim Norveç’te de farklı olmadı ve daha hiçbir şey belli değilken saldırıları El-Kaide’nin düzenlediği ilan edildi.

Fakat önyargıya ve ezbere dayalı spekülasyonlar kısa zaman sonra yerini gerçeğe bıraktı: Onlarca insanı adeta oyun oynarmış gibi hunharca katleden kişi, iyi eğitimli, iyi halli, düzgün giyinen, orta sınıf bir aileden gelen ve Hıristiyan olan Norveçli Breivik’ten başkası değildi. “Terörist” deyince zihninde Doğulu ve Müslüman halklardan kimseler canlanan Batılı burjuva âlemi için Breivik bir sürpriz olmalı! Kendini Hıristiyan muhafazakâr olarak tanımlayan, Haçlı şövalyelerine özenen, Siyonist gruplarla da ilişkisi olan, faşist örgütlere üye bulunan ve faşist forumlara yazılar yazan Breivik ne istiyordu ve eyleminin amacı neydi? Eylemini temellendirmek için 1500 sayfalık eklektik bir manifesto hazırlayan Breivik, amacının Avrupa’yı “kültür Marksizminden” ve “İslam istilasından korumak” olduğunu ilan ediyor. Yabancı düşmanı olan ve “Müslümanları Avrupa’dan temizlemek lazım” diyen Breivik’e göre, kozmopolit bir yaşamı/çok kültürlülüğü savunan, dolayısıyla farklı uluslardan göçmenlerin bir arada yaşamasında sorun görmeyen Marksizme haddi bildirilmeliydi. Böylece faşist Breivik, Avrupa’yı sarsarak “kendine getirmek” amacıyla, “Norveç’e ihanetin” ve “kültür Marksizminin” temsilcisi olarak gördüğü İşçi Partisini hedef almış ve kutsal savaşını buradan başlatmış. Bu savaşın devamını kendisi gibi faşistler getirmeli, Müslümanlar ve yabancılar Avrupa’dan atılmalı imiş!

Katliamcının kim olduğu anlaşıldıktan sonra sağlı sollu burjuva ideologları tez elden Breivik’i “meczup” ve “ruh hastası” ilan ettiler. Söz konusu katliamı hayata geçiren kişinin “normal” biri olduğunu söylemek hakikaten de doğru olmaz. Nitekim eylem sonrasında ortaya çıkan kısmi bilgiler de Breivik’in sıradan biri olmadığını gözler önüne seriyor. Bu eyleme kılı kırk yararak hazırlanıp, bu amaçla 1500 sayfalık bir manifesto yazan Breivik, İslam ve sol düşmanı olan, göçmen karşıtlığı üzerinden giderek oylarını yükselten ve Norveç’in ikinci partisi konumuna yükselen aşırı sağcı İlerleme Partisinin (PP) bir üyesidir. Bu faşist partinin, “Breivik geçmişte üyeydi, artık değil” demesi bir anlam ifade etmiyor. Breivik’in hem faşist bir örgütlenme olan İngiltere Savunma Birliği (EDL) ile hem de Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurun (SIOE) örgütüyle ilişkide olduğu, eylemler, stratejiler ve düşünceler üzerine bunlarla yazıştığı da açığa çıkmış durumda. Faşist bir örgüt olan Norveç Savunma Birliği’nin (NDL) kuruluşunda bizzat rol üstlendiğini açıklayan ise katil Breivik’in kendisidir.

Anlaşılacağı üzere “meczup” ve “ruh hastası” bir kişiden ziyade, Avrupa aşırı sağıyla örgütsel ilişkileri olan faşist bir katille karşı karşıyayız. Kaldı ki, meselenin özü katil Breivik’in “meczup” olup olmaması değildir. Kabul edilmelidir ki, Hitler ya da Mussolini gibi faşist liderler de “normal” insandan ziyade patolojik yönleri ağır basan nevrozlu kimselerdi. Lakin onlar “ruh hastası” ya da “deli” oldukları için faşizm Avrupa’yı kasıp kavurmadı. Tersine, burjuvazinin ihtiyaçları Hitler ve Mussolini gibi liderleri tarih sahnesinin önüne itti. Almanya’da ve İtalya’da kurulan faşist iktidarlar son derece bilimsel yöntemler kullanıyorlardı ve faşist kadroların birçoğu oldukça “eğitimli”, “kültürlü” insanlardı. Ama “üstün ırk” yaratmak amacıyla milyonlarca Yahudiyi gaz odalarında ve fırınlarda yok edenler de bu aynı insanlardı. Kimi faşist liderler “ruh hastası” olabilirler, ama faşizm bu kişilerin değil kapitalizmin hastalığının bir dışavurumudur.

Breivik’e “ruh hastası” damgası basılarak hem katliamın hem de Avrupa’da aşırı sağın günahlarının üzeri örtülmeye çalışılıyor. Oysa Breivik’in kendisine has bir düşüncesi yok. Breivik’in yazdığını söylediği 1500 sayfalık manifestoda, ABD ve Avrupa aşırı sağ parti liderlerinin ve gazetecilerin tezlerinden/düşüncelerinden yaptığı alıntılar önemli bir yer tutuyor. Meselâ, kendi düşüncelerine yakın gördüğü ABD’li İslam düşmanı çevrelerin yazdıklarından çeşitli bölümleri faşist manifestosuna olduğu gibi aktarmış. Breivik’in, hayranı olduğunu söylediği Hollanda’daki Özgürlük Partisi (!) lideri Geert Wilders, Avrupa’da İslam düşmanlığını (İslamofobi) kışkırtanların en önde gelenlerindendir. Bu uğurda filmler çekmekten ve Müslümanları sürekli aşağılamaktan geri durmayan Hollandalı faşist lidere göre, “İslam Avrupa’nın Truva atıdır” ve eğer “İslamlaşma durdurulmazsa Avroarabistan ve Hollandarabistan an meselesidir.” 15 Mart 2009’da Guardian gazetesine verdiği bir mülakatta şunları söylüyor: “Caddede yürümeye çıktığınızda bu işin nereye vardığını göreceksiniz. Artık kendi ülkenizde yaşıyormuş gibi hissetmiyorsunuz. Bir savaş sürmekte ve bizler kendimizi savunmak zorundayız. Siz farkına varmadan kiliseden çok cami ortaya çıkacak.” Çektiği kısa filmlerden birisinin sonunu ise şöyle bitiriyor: “1945’te Avrupa’da Nazizmi yendik. 1989’da Avrupa’da komünizmi yendik. Şimdi de İslami ideolojiyi yenmeliyiz. İslamlaşmayı durdur.”

Görüldüğü gibi “İslamı durdurma” fikri “ruh hastası” ilan edilen Breivik ait değil. Nitekim katliam sonrasında Avrupa’nın aşırı sağ/faşist partileri toplumsal baskıdan ötürü susmuş olsalar da, Avrupa’nın pek çok ülkesinden birçok faşist milletvekili ve gazeteci Breivik’i bağrına basmaktan geri durmamıştır. “İslamın işgaline karşı” savaş açtığı söylenen Breivik, “Batı’nın savunucusu” ilan edilebilmiştir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, katliam sonrasında neredeyse tüm Avrupa basınının çok kültürlülüğü ve Müslümanların Avrupa’daki yerini tartışmaya açmasıyla kepazelik yeni bir boyut kazanmış, böylece Breivik’in faşist eylemi dolaylı olarak meşrulaştırılmıştır.

Faşist hareketin yükselişine kaldıraç yapılan İslam düşmanlığı, aynı zamanda “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırmak için de kullanılıyor. Breivik eliyle işlenen katliamın amacı şok darbeleriyle Avrupalı kitleleri “uyandırmak”, göçmenlere, ama özellikle de Müslümanlara karşı harekete geçirmektir. Bu katliam, Avrupalılar üzerinden girişilmiş bir provokasyondur. Bugüne değin Müslümanlar hedef alınarak pek çok provokasyon tezgâhlandı. Hatırlanacağı üzere, daha önce İslam peygamberini ve Kuran’ı terörizmle ilişkilendiren karikatürler yayınlanarak Müslüman kitleler kışkırtılmıştı. Filmlerin yanı sıra birçok araç bu amaçla devreye sokulmuş bulunuyor. Hıristiyan Katolik âleminin dini önderi Papa da bu kapsamda devreye girmekten ve İslam peygamberi hakkında ileri geri konuşarak sürece katkı koymaktan geri durmamıştı. Avrupa’daki yerli ya da göçmen emekçi kitleler Hıristiyanlık ve Müslümanlık üzerinden, dini temelde karşı karşıya getirilmek, birbirine kırdırılmak ve “medeniyetler çatışması” safsatasına güç verilmek isteniyor. “Medeniyetler çatışması” uydurması, gerek yürütülen emperyalist savaşı gerekse İslamofobi ekseninde körüklenen ırkçılığı ve milliyetçiliği meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyor.

Menşei ABD emperyalizmi olan “medeniyetler çatışması” uydurmacası “İslamın yıkıcı bir içerikle dolu olduğu, terörizmden beslendiği, Batı medeniyeti ve değerlerini yok etmek istediği ve dolayısıyla da ehlileştirilmesi gerektiği” tezi üzerine kuruludur. İslamın bu şekilde şeytanlaştırılması Batılı emperyalist güçlerin yaratmaya çalıştıkları dış-düşman öcüsüyle doğrudan bağlantılıdır. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ABD emperyalizmi eliyle “uluslararası terörizm”le özdeşleştirilen İslam, Avrupa’da ırkçı ve faşist saldırıların da hedefi haline getirilmiştir. Müslümanları “cahil, barbar, aklı kıt ve şiddet uygulamaktan şehvet duyacak kadar cani” şeklinde betimleyen aşırı sağcı/faşist güçler, kışkırtmalar neticesinde Müslüman kitlelerin tepki göstermesini de şu şekilde kullanıyorlar: Geri bir medeniyet olan İslam, Batı medeniyetini ve değerlerini yok etmek istiyor, aslında bir “medeniyetler çatışması” yaşanıyor, dolayısıyla Avrupa’da “çok kültürlülük” mümkün değildir!

Avrupa’da faşist hareketin yükselmesi ve tehlikeler

Dramatik bir katliamın Norveç gibi bir ülkede gerçekleştirilmesi genel anlamda bir şaşkınlığa yol açtı. Öyle ya, dünya siyasetinde çok fazla bir iddiası olmayan, düşük nüfuslu, zengin, sakin ve diğer kapitalist ülkelere nazaran daha az çelişkilerin olduğu bir ülkede neden böylesine bir katliam gerçekleşmişti? Üstelik çoğunluğunu Avrupa ülkelerinden gelenlerin oluşturduğu %10’luk göçmen nüfusun yalnızca 5’te biri Müslümandı. Yani Müslüman göçmen nüfus, faşistlerin korkularını depreştirecek ve onları hezeyana sürükleyecek boyutlarda da değildi. Tüm bunlar doğru: Fakat unutmayalım ki, kapitalist dünya sistemi bir bütün. Kapitalizmin çok derin bir ekonomik kriz içinde olduğu, rekabetin alabildiğine sertleştiği ve bunun bir ürünü olarak emperyalist savaş da dâhil pek çok aracın devreye sokulduğu tarihsel bir dönemden geçilirken, Norveç gibi ülkeler bu gelişmelerin dışında kalamaz. Özellikle 11 Eylül’den sonra dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen temel etmen emperyalist savaş sürecidir. Emperyalist savaş süreçleri tüm dünya siyasetini belirlemekle kalmaz, beraberinde siyasal gericilik dalgasını daha da kabartır ve tüm çizgileriyle burjuva siyasetine gericilik damgasını basar. Militaristleşme, anti-demokratik yasaların yürürlüğe konması ve polis devleti uygulamaları bu dönemlerin özgün karakteridir. Milliyetçilik yükseltilir, ırkçılık körüklenir ve faşist örgütlenmeler artar.

Derin bir ekonomik krize giren kapitalizm, tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birini yaşıyor. Krizin bedelini işçi sınıfına ödetmek amacıyla burjuvazi tüm dünyada kemer sıkma programlarını hayata geçiriyor. Avrupa’da ise, burjuvazinin 1980’lerin başından itibaren sürdürdüğü kapitalist neo-liberal saldırılar sonucunda “sosyal devlet” çökmüş ve işçi sınıfı tarihsel kazanımlarından önemli kayıplar vermiştir. İşsizlik artmış, işsizlik ödeneğine darbe indirilmiş, emeklilik yaşı uzatılmış, ücretler düşürülmüş, sosyal haklar budanmış, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşulları ağırlaşmıştır. İşçi sınıfına dönük bu saldırılar arasında en önemli ve en can yakıcı olanı işsizliktir! İşsizlik Avrupa’da durdurulamaz bir yükseliş halindedir. Küresel kapitalist krizle birlikte, ihtimal dâhilinde görülmeyen dev kapitalist şirketler batmış ve yüz binlerce işçi sokağa, işsizliğin kucağına atılmıştır. Aslında “sosyal devlet, barışçıl, güvenli ve müreffeh Batı toplumu” kandırmacasına inandırılmış geniş emekçi kitleler tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşamaktalar. Dünya ekonomisinin motor gücü ABD kriz karşısında titremekte, Yunanistan, İspanya, Portekiz, şimdilerde ise İtalya ekonomik çöküşle boğuşmakta ve Avrupa burjuvazisi ne yapacağını bilememekte, o göklere çıkardıkları AB çatırdamakta, emperyalist kapışma sıcak savaşlar ve dünyanın birçok bölgesinde siyasal çalkantılar biçiminde yol almakta. Tüm bu tablo geniş emekçi yığınları güvensizliğe, huzursuzluğa ve giderek de umutsuzluğa sürüklemektedir.

Gayet tabii olarak Norveç böylesi bir dünyadan ve Avrupa’dan kendisini yalıtamaz. Norveç ve İsveç’in de dâhil olduğu İskandinav ülkeleri, Avrupa’nın genelinden farklı olarak “sosyal devlet” uygulamalarının zayıflayarak da olsa sürdüğü ülkelerdir. Fakat kapitalizmin tarihsel bunalımı bu ülke işçi sınıflarının kazanımlarını da tehdit ediyor. Şurası açık ki, krizin faturasını ödemek istemeyen bu ülke burjuvaları da saldırılarını daha fazla arttıracak ve sert bir tepkiyle karşılaşmadıkları müddetçe işçi sınıfının kalan sosyal kazanımlarına da el koyacaklardır. Beri taraftan kapitalist kriz, dünyanın her yerinde olduğu gibi bu ülkelerdeki orta sınıf yaşam tarzını da tehdit ediyor. Böylece göreceli refahlarını kaybedeceği endişesine kapılan kitleler bir tepkisellik geliştiriyorlar. Ancak huzursuzluk biçiminde kendini dışa vuran, örgütlü ve bilinçli bir düzeye yükselerek asıl hedefine varmayan bu tepki faşist partileri güçlendiriyor.

Faşist partiler Avrupa’nın küçük ama zengin ülkelerinde çarpıcı biçimde yükseliş kaydetmekteler. Küresel krizin patlak verdiği 2008’den sonra aşırı sağcı İlerleme Partisi oylarını daha da artırarak %20’nin üzerine çıkartmış ve Norveç’in ikinci büyük partisi haline gelmiştir. “Refah devleti”nin sembolü olan İsveç’te ise, 65 yıl iktidarda kalan Sosyal Demokrat Partinin 2006’da seçimleri kaybetmesi, 2010 sonbaharında yapılan seçimlerden ikinci kez sağ partilerin zaferle çıkması, daha da önemlisi faşist partinin oylarını %6 sınırına dayandırması oldukça çarpıcıdır. Zira sağ partilerden oluşan koalisyon zaten seçim propagandasını ırkçı-milliyetçi bir temelde göçmen karşıtlığı ve İslamofobi üzerine oturtmuştu. Bu durumda bile faşist partinin daha radikal söylemler kullanarak oylarını arttırması manidardır ve gelecek günlere projeksiyon tutmaktadır. İslam düşmanlığının ileri derecede azıtıldığı Hollanda ve Danimarka’da da faşist partiler önemli mevziler kazanmış durumdalar.

Faşist hareket Avrupa’nın genelinde bir yükseliş halindedir ve en önemlisi de ılımlısıyla aşırısıyla tüm sağ partiler, İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden ırkçı, milliyetçi ve faşizan bir söylem kullanıyorlar. Krizin yol açtığı yıkımın asıl müsebbibinin kapitalist düzen olduğunu gözlerden kaçırmak ve hedef saptırmak amacıyla “çok kültürlülük”, buradan hareketle İslam ve göçmen karşıtlığı burjuva siyasetinin ana konusu haline getirilmiş durumda. Örneğin İngiltere Başbakanı Cameron, Şubat ayında, “ülkenin asırlar kadar yaşlı çok kültürlülük politikasının, parçalara ayrılmış topluluklar yaratarak İslami aşırıcılığı tetikleyeceğini” ileri sürerken, Norveç’teki katliamdan birkaç ay önce ise Almanya Başbakanı Merkel şunları söylüyordu: “Almanya 40 yıldır kültürlerin yan yana yaşamasını amaçlıyordu, ancak artık çok kültürlülüğün başarısızlıkla sonuçlandığını tespit etme zamanı geldi. Almanya’da yaşayan göçmenlere geçmişte fazla hoşgörü gösterildi ve çok kültürlülük bu nedenle fiyaskoyla sonuçlandı. Alman yasalarına uymayan ve Almanca öğrenmeyen göçmenler ülke için sorun oluşturuyor, bunu kabul edemeyiz.” Elbette söz konusu olan, göçmenlerin Alman yasalarına uymaması ve Almanca öğrenmemesi değildir. Bu, göçmenlere karşı yürütülen düşmanca siyaseti perdelemek amacıyla ileri sürülen bir bahanedir.

Mealini açıklarsak Merkel, “çok kültürlülük çöktü” ve bundan sonra “hoşgörü göstermeyeceğiz” demektedir. Böylece sanki sorunların kaynağında “çok kültürlülük” varmış gibi bir algı yaratılarak milliyetçilik kabartılıyor, Alman emekçilerinin karşısına Müslümanlar ve göçmenler “sorun” olarak çıkartılıyor. Bu bağlamda, Norveçli Breivik ile Alman Merkel, İngiliz Cameron, İtalyan Berlusconi ve Fransız Sarkozy’yi Avrupa sağının kalın ideolojik sicimi sıkıca birbirine bağlamaktadır. Meselâ, 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy, propagandasını tümüyle göçmen karşıtlığı üzerine oturtmuş, ırkçı ve faşizan bir çizgi tutturmuştu. Kitlelere “yeni bir Fransa”, “kanun ve nizam” vaat eden Sarkozy faşizan söylemde öylesine ileri gitti ki, faşist Le Pen “fikirlerimiz çalındı” demekten kendini alamadı.

Gelecek yıl Fransa’da yapılacak seçimlerde Sarkozy’nin propagandasının merkezinde yine göçmen karşıtlığı ve İslam düşmanlığı olacak. Nitekim milliyetçi kitleleri ürkütmemek amacıyla Sarkozy, Breivik’in giriştiği katliam karşısında genel olarak susmayı seçmiştir. Müslüman kadınların peçe takmasını yasaklayan, 700 Romanı sınır dışı ederek Fransa’yı “Çingene”lerden temizleyen Sarkozy, bu seçimlerde muhtemelen ırkçılık ve faşizanlıkta dozu daha da arttıracaktır. Bu meyanda söylemek gerekirse, Avrupa’da ırkçı ve faşist uygulamalara maruz kalan halklardan biri de Romanlardır. Geçtiğimiz sene Fransa’da ve İtalya’da Romanlara karşı girişilen faşist uygulamalar ve sınır dışı etmeler, Macaristan’da daha sert bir karaktere bürünmüş durumda. Son seçimlerde %16 oy alan faşist Jobbik, adeta Nazizmin Macaristan’da tecessüm etmiş hali. Turancı olduğunu söyleyen, Yahudi ve Roman düşmanı bu faşist partinin gençlik kolları aynı Mussolini ve Hitler’in siyah ve kahverengi gömleklileri gibi hareket ediyor. Siyah tek tip kıyafetler giyen ve faşist simgeler taşıyan bu paramiliter örgütlenme, Ku Klux Klan gibi meşaleler taşıyarak Roman köylerini basıyor. Bu uygulamalar da gösteriyor ki, Avrupa’da olası bir olağanüstü rejim altında, toplumun en alt katmanında yer alan Romanlar “arî ırk” yaratma sevdasına kapılanların kıyımına uğrayacak ilk halklardan biri olacaktır.

Bununla birlikte, geçmişten farklı olarak bugün ırkçı ve faşist söylemin asıl hedefinde Müslümanlar bulunuyor. Geçmişteki Yahudi düşmanlığının (anti-Semitizm) yerini günümüzde Müslüman düşmanlığı (İslamofobi) almış durumda. Minare yapılmasına yasak koyan, okullarda türbanı yasaklayan, Müslümanların Avrupa kültürünü kirlettiğini söyleyerek aşağılayan Avrupa burjuvazisi, kitleleri ırkçı ve milliyetçi temelde kışkırtıyor ve halklar arasında derin uçurumlar yaratmaya çalışıyor. Geçmişteki göreli iyi yaşam koşullarını ya kaybeden ya da kaybetmek üzere olan, krizin, işsizliğin ve siyasal çalkantıların damgasını bastığı bir dünyada gelecek endişesine kapılan Avrupalı işçi kitlelerin ve orta sınıfların bir bölümü, depresif bir ruh haliyle etraflarına baktıklarında, burjuvazi onlara Müslümanları ve göçmenleri hedef gösteriyor. Tüm bu sorunların kapitalizmden mütevellit olduğunu göremeyen örgütsüz kitleler, ne yazık öfkelerini göçmenlere ve Müslümanlara yöneltiyorlar. Düne kadar sorun olmayan “çok kültürlülük”, ırkçı ve milliyetçi kışkırtmalar sonucunda tüm sorunların kaynağı olarak görünmeye başlayabiliyor. Böylece kapitalizmin yarattığı sorunları göremeyen bilinci çarpılmış bu kitleler, öfkelerini yanlış kanallara boşaltıyorlar.

Geçmişte savaşın ve kapitalist krizin getirdiği yıkım sonucunda umutsuz ve çıkışsız lümpen kitlelere, işsizlere, iflasa uğrayan küçük-burjuvaziye Hitler, Yahudileri hedef gösteriyordu. Göreli olarak yüksek ücret alan ya da bir işi olan, ama aynı zamanda sendikalarda ve sol partilerde örgütlü olan işçi kitleleri de hedef tahtasındaydı. Sosyalistler, komünistler ve sendikalar Yahudilerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmekle suçlanıyorlardı. Faşistlere göre, Yahudiler Alman ırkını bozuyor, kirletiyor ve toplumda zenginliği ellerinde tuttukları için Almanya’nın gelişip güçlenmesini istemiyorlardı. Dolayısıyla “kanun ve nizam”, “güçlü bir Almanya” ve “üstün ve zengin bir ırk” yaratmak için Yahudilerden ve sosyalistlerden kurtulmak gerekiyordu! Kitlelerin umutsuzluğunun üzerine binen faşizmin nasıl bir vahşete ve toplumsal yıkıma yol açtığı malûm! Dolayısıyla Avrupa’da yükselen aşırı sağ/faşist örgütlenmeler ve Breivik’in giriştiği katliam çok şey anlatmaktadır. Aslında tüm bu olup bitenler, “bir daha Avrupa’da faşizm iktidara gelemez, zira burjuvazi akıllandı ve faşizmin aktif tabanını oluşturan küçük-burjuvazi eridi” diyen sosyalist çevrelerin suratına da bir şamar olarak inmektedir.

Bu konuda, Marksist Tutum sayfalarında sürekli uyarılarda bulunuyoruz: Kapitalist krizle, işçi sınıfına yönelik saldırılarla, anti-demokratik yasaların yürürlüğe sokulmasıyla, ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükseltilmesiyle, faşizan örgütlenmelerin artmasıyla yol alan bir emperyalist savaş süreci söz konusudur. Unutmayalım ki, Avrupa burjuvazisi geçmişteki gücünü önemli ölçüde kaybetmiş bulunuyor. Bir zamanlar sömürgeci imparatorluklar kuran emperyalist Avrupa burjuvazisinin eski gücü artık yok! Dünya kapitalist piyasasında ve emperyalist rekabette arzuladığı noktada olmadığı gibi, bu amaçla yol aldırmaya çalıştığı AB çatırdamakta, içeride sorunlar büyümekte ve çelişkiler keskinleşmektedir. Derinleşen krizini aşmak, içeride biriken öfkeyi göçmenlere ve Müslümanlara yönelterek işçi sınıfını kontrol altına almak ve emperyalist rekabette daha aktif bir konuma yükselmek amacıyla Avrupa burjuvazisinin faşizmi iş başına çağırması tehlikesi günceldir.

Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde, Avrupa’da aşırı sağ/faşist örgütlenmeler henüz bu denli bir yükseliş halinde değilken, “Avrupa’da faşizm tehlikesi yoktur” diyenleri Marksist öngörüyle uyarıyordu. Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür derler. Hakikaten de insan hafızası unutkandır. Bu nedenle bu konuda yapılmış tespitlere değinmek ve deneyimlere işaret etmek önemlidir:

“İkinci Dünya Savaşı sonrasının kapitalist yükseliş koşullarında, Avrupa işçi sınıfı yaşam koşullarındaki görece iyileşme nedeniyle adeta bir kış uykusuna yatmıştı. Diğer yandan, özellikle Alman faşizminin yenilgisinin yarattığı moral atmosferde faşist örgütlenmeler uzun bir süre başlarını inlerinden çıkartmaya cesaret edemediler. Fakat bugün? Bugün kapitalist sistemin sözümona demokratik ve barışçı bir birliğe doğru yol aldığı söylenen Avrupası’nda, yabancı işçi düşmanlığı, ırkçılık, faşist demagojiler giderek örgütlü bir güç halinde ilerlemesini sürdürüyor.

“Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde seçim dönemleri faşist partilerin oy oranlarındaki artışa sahne oluyor. İşçilerin sosyal güvenlik fonlarındaki sürekli kesintiler, demokratik haklara karşı sinsi biçimde adım adım yükseltilen saldırılar, kitlelerin beynine kazınmaya çalışılan yeni demagojilerle (örneğin Yahudi düşmanlığı değil de Müslüman düşmanlığı, “uluslararası teröre karşı mücadele” teranesi vb.) büyük sermaye güçleri neye hazırlanıyorlar? Beri yanda, kapitalizmin işçi sınıfına sunduğu yaşam koşullarının kötüleşmesiyle birlikte Avrupa işçi sınıfının da o uzun süren kış uykusundan uyanmakta olduğu açıktır.

“Son yılları kapsayan ve başlangıçta pek de önemli değilmiş gibi görünen nicel birikimin, siyasi arenada sıçramalı biçimde nitel değişimlere yol açması büyük bir olasılıktır. İşçi sınıfının kendi mücadele tarihinden alması gereken derslerin yeni işçi kuşaklarına örgütlü biçimde aktarılması çok daha zorunlu hale gelmiştir. Günümüz koşulları, işçi sınıfının enternasyonal düzeyde yaşadığı devrimci önderlik bunalımının çözümü için harekete geçilmesini ertelenmez bir görev kılmaktadır.

“Dünya kapitalist sisteminin zirvesinin savaş düzenine geçtiği, dünya halklarının önemli bir bölümünün peşpeşe emperyalist savaş cehenneminin ateşlerine atıldığı, burjuva ideologların bile ekonomik krizlerin kolayca savuşturulabileceği yolundaki iyimserliklerini yitirdiği günümüzde, rehavete ve rutinizme kapılıp sürüklenmek ölümcül bir tehlikedir. Geçmiş dönemlerin yerleştirdiği atalet nedeniyle günü geçiştirmeye çalışan siyasal çevreler, daha önceki tarih kesitlerinde işçi sınıfının hazırlıksız yakalanmasına neden olan siyasi liderliklerin akıbetine sürüklenmekten kurtulamazlar.”[1]

1 Eylül 2011

[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.191-92

İlgili yazılar