“Beyaz Yakalılar”: “Orta Sınıf” mı, İşçi Sınıfının Bir Kesimi mi?
Utku Kızılok, 1 Ağustos 2011

Kapitalizmin ilerlemesi ve kentlerin gelişip büyümesiyle birlikte, bir zamanlar kentlerin merkezinde yer alan sanayi bölgeleri kentlerin çeperlerine doğru kaydı. Sanayi siteleri İstanbul’un merkezinden periferiye ya da diğer kentlere kayarken, bir zamanlar fabrikaların kurulu olduğu yerlerde ise çoktandır gökdelenler yükseliyor. Meselâ 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin önemli güzergâhlarından biri olan Levent’te, o dönem burada kurulu olan ve direnişçi işçilerin önünde toplandığı Tekfen ve Eczacıbaşı fabrikalarının yerinde şimdilerde gökdelenler var. Keza 15-16 Haziran direnişinde önemli bir yer tutan Otosan fabrikasının yerine de gökdelen kuleleri dikilmiş durumda. Maslak ve civarı adeta bir gökdelenler ya da plazalar şehri durumunda ve bundan dolayı da küçük Manhattan deniyor bu bölgeye. Aslında kentteki bu mekânsal dönüşüm önemli bir gerçekliği de gözler önüne seriyor: Finans, medya, sigorta, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, iletişim, bilişim vb. hizmet sektörüyle özdeşleşen bu gökdelenler/plazalar, aynı zamanda bu sektördeki hızlı gelişmenin de bir ifadesi. Nitekim işçi sınıfının önemli bir kesimi bugün artık hizmet sektöründe istihdam ediliyor. Plazalarda ya da alışveriş merkezlerinde yüz binlerce işçi çalışıyor.

Kapitalist gelişmeye paralel olarak hizmet sektörü bugün artık oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır ve bu sektörde çalışanları homojen bir yığın olarak görmek son derece yanlıştır. Meselâ, herhangi bir finans şirketinde kafa emeği harcayarak çalışan “beyaz yakalı” işçi de, aynı yerde kol emeği harcayarak çalışan “mavi yakalı” işçi de hizmet sektöründe çalışmaktadır. Dolayısıyla hizmet sektörü doğrudan doğruya “beyaz yakalı” çalışanların alanı olarak görülemez. “Beyaz yakalı” kavramı, hem hizmet sektöründe hem sanayi sektöründe yer alan, genellikle üniversite mezunu, bu bağlamda vasıflı, “kafa emeği” harcayarak çalışan işçileri anlatmaktadır. Plazalarda ya da benzeri mekânlarda yoğunlaşan finans, medya, sigorta, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, bilişim işlerinde çalışanlar gibi, mimarlar, mühendisler, doktorlar, avukatlar, öğretmenler de –eğer işgüçlerini ücret karşılığında satıyorlarsa– “beyaz yakalı” işçilerdir.

Lakin işçi sınıfının “beyaz yakalı” bu kesiminin, özellikle de özel sektörde çalışan geniş kitlesinin örgütlenmesinin önünde, küçük-burjuva yanılsamalar nedeniyle büyük bir engel var. Kapitalist gelişme söz konusu meslekleri ayrıcalıklı meslekler olmaktan çıkartırken, bu meslek sahiplerini de büyük ölçüde ücretli işçi durumuna itmiştir. Bir zamanlar üniversiteli olmak gerçekten de ayrıcalıklı olmak anlamına gelirken, günümüzde üniversite mezunu yüz binlerce işsiz var. İş bulabilenlerin önemli bir kısmı çok düşük ücretlere talim etmek zorundalar. On binlerce öğretmenin ataması yapılmamış durumda, on binlercesiyse çok düşük ücretle ve güvencesiz, sözleşmeli olarak çalışıyor. Finans, sigorta, medya, muhasebe, emlâk, reklâmcılık, bilişim vb. işlerinde çalışan “beyaz yakalı” işçilerin çalışma koşulları en az “mavi yakalı” işçilerin çalışma koşulları kadar ağır, çalışma saatleri uzun ve üstelik de fazla mesai ücreti verilmiyor. Tam bir belirsizlik hâkim: Ne zaman işbaşı yapılacağı belli olmasına rağmen, işten ne zaman çıkılacağı belli değil. İşçiler arasında tükenmeyen ve tüketen bir rekabet var. Bu, özellikle patronlar ve işyeri yönetimleri tarafından kışkırtılıyor. Genelde herkes birbirinin üzerine basarak yukarılara tırmanmaya, önemli bir konuma yükselerek kariyer sahibi olmaya çalışıyor. Buna karşı çıkanlar ya da buna gelemeyenlere ise mobbing (bezdiri) uygulanıyor, kendiliğinden işten çıkmaları sağlanıyor. Rekabet, yoğun çalışma ve sosyal yaşamdan kopukluk psikolojik sorunları da beraberinde getiriyor.

Ancak bu “beyaz yakalı” kesimlerin büyük çoğunluğu, bu ağır çalışma koşullarına karşı örgütlenmeyi istemek bir kenara, işçi olduklarını bile kabul etmiyorlar. Nesnel olarak işçi olmalarına rağmen, büyük çoğunluğuyla tam bir küçük-burjuva zihniyete sahiptirler. Burjuva ideolojisine karşı durmanın tek yolu hiç kuşku yok ki, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinden geçmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının “mavi” ya da “beyaz” yakalı kesimleri örgütsüz oldukları müddetçe burjuva ideolojisine kendiliğinden karşı duramazlar. Ancak “mavi yakalı”lardan farklı olarak “beyaz yakalı” işçilerin okumuş olmalarından kaynaklı kendilerine vehmettikleri ayrıcalıklı oldukları düşüncesi, burjuvazinin bunu özellikle aşılaması ve çalışma ortamları bu kesimlerde ideolojik çarpılmayı büsbütün beslemektedir. Bu konuya geçmeden önce “beyaz yakalı”ların üretim ilişkileri içindeki konumuna biraz daha yakından bakalım.

“Orta sınıf” mı, işçi sınıfının bir kesimi mi?

Kişiler için olduğu gibi sınıflar için de moralden söz etmek mümkündür. Dünyada 1917 Ekim Devriminin rüzgârları estiğinde işçi sınıfı burjuvazi karşısında moral üstünlüğü ele geçirmişti. Avrupa’nın ya da Amerika’nın herhangi bir köşesinde bir işçi, kendi sınıfının neler yapabildiğini ve burjuvazinin bundan nasıl korktuğunu görerek kıvanç duyuyor ve kendisine olan güveni artıyordu. Yükselen toplumsal mücadelenin ve yeni bir dünya kurma hayalinin hâkim olduğu böylesi dönemlerde burjuvazinin içinden de kopmalar olur. Aydınların önemli bir kesimi sosyalizmin safına geçer ve yeteneklerini işçi sınıfının hizmetine sunarlar. Ancak durum tersine döndüğünde ya da bu yöne girildiğinde, bu kez işçi sınıfı saflarında büyük kopmalar yaşanır. Özellikle burjuvazinin moral üstünlüğünün ve ideolojisinin altında kalan aydınlar, sözümona teorik açılımlar adına işçi sınıfı cephesinde düşünsel karmaşaya yol açarlar. Meselâ, “elveda proletarya” diyenler gibi, sınıfları, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinden atlayarak tüketim kalıplarına veya mesleklere göre değerlendirmeye girişenlerin ve “beyaz yakalı” işçileri önüne bir “yeni” sıfatı ekleyerek orta sınıf katına yükseltenlerin yaptıkları da budur.

Ne yazık ki günümüzde kendilerine Marksist diyen birçok aydının düşünsel dünyası, burjuva sosyolojisinin temsilcileri (Max Weber gibi) tarafından belirlenmektedir. Bu tip burjuva sosyologlar kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlayarak topluma yaklaşırlar. Böylece üretim ilişkileri ve sınıfların bu üretim ilişkileri içinde tuttukları yere göre değil de, mesleklere, gelir düzeyine, yaşama biçimine bakılarak bir çözümleme yapılır. Bu durumda, “mavi yakalı” ya da “beyaz yakalı” olsun işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimleri işçi sayılmaz, kendinden menkul bir “orta sınıf” icat edilir, “beyaz yakalı” işçiler doğrudan bu “yeni orta sınıf”ın içine tıkıştırılır. Beri taraftan, makineleşmenin ve emek üretkenliğinin bir sonucu olarak sanayide çalışan işçilerin oransal olarak azalması ve hizmet sektörünün büyümesi, söz konusu nesnel olmayan değerlendirmelerle birleştirilerek “elveda proletarya” denir.

Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında özellikle vurguladığı üzere, işçi sınıfının kapsamı ve bileşimi söz konusu olduğunda kafa ve kol emeği, mavi ve beyaz yaka, sanayi ve hizmet sektörü ayrımları belirli anlamlar ifade edebilir. Hatta bu ayrımlar sınıfın iç yapısı, örgütlenme ve mücadele sorunları bağlamında da kullanılabilir. Ancak bu ölçütler toplumdaki sınıfları ortaya koyacak nesnel ölçütler olamaz: “Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü, teknolojik değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.”[1]

Bireylerin sınıfsal konumunu tayin eden şey üretim araçlarıyla kurdukları ilişkidir. Marksizmin kurucuları bir buçuk asır önce kime işçi, kime burjuva dendiğini, bunun neden böyle olduğunu çözümleyip ortaya koydular. Engels, Komünist Manifesto‘nun 1888 baskısına düştüğü notta modern sınıfları şöyle tarif ediyor: “Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.”[2] Buradan da anlaşılacağı üzere genel meslek tanımları, örneğin avukatlık, mühendislik, doktorluk vs. sınıf ilişkileri bağlamında bir şey anlatmaz. Bu mesleklerden hareketle bu meslekleri icra edenleri “orta sınıf” gibi bir kategorinin içine sokmak tümüyle keyfi ve çarpıtma amaçlı bir yaklaşımdır. Nesnel gerçekliği ortaya koyacak olan, üretim ilişkileri içinde bu meslek sahiplerinin nasıl bir yer tuttuğudur. Sermaye sahibi olan, işgücü satın alarak hastanesinde çalıştıran ve sermayesini büyüten bir doktorla, işgücünü söz konusu hastane sahibine satmak zorunda kalan ücretli doktor aynı olabilir mi? Birincisi sermaye sahibidir, sermayesinin düzeyine göre büyük ya da orta düzeyli bir kapitalisttir, ikincisi ise düpedüz işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan bir işçidir. Marx’ın deyimiyle birincisi “Mösyö Kapital” iken, ikincisi “Mösyö Kapital”e işgücünü satan konumundadır.

“Beyaz yakalı”lar nesnel bakımdan herhangi bir şekilde “orta sınıf” olarak görülemez. Kaldı ki, “yeni orta sınıf” kavramı tümüyle içi boş, nesnel zemini olmayan bir kavramdır. “Orta sınıf” kavramlaştırması küçük-burjuvaziyi anlatır ki, bu ara sınıfın kapitalist toplum içindeki yeri bellidir: Geleneksel anlamıyla küçük-burjuvazi mülk sahibi bir sınıftır ve hiç kuşku yok ki, bu sınıfın kendi içinde de bir farklılık vardır. Küçük-burjuvazinin üst kesimleri kapitalist sınıfa, daha ziyade kendi işgücünü harcayarak varlığını sürdüren kesimleri ise işçi sınıfına yakındır. Küçük-burjuvazi işgücünü işçi gibi gidip bir kapitaliste satmamaktadır, ama daima sallantılı bir konumu vardır. Kapitalist gelişme ilerledikçe, sermayenin merkezileşmesi ve tekellerde toplanması nedeniyle küçük-burjuvazi gittikçe eriyerek işçi sınıfının saflarına katılma eğilimindedir.

İşgüçlerini ücret karşılığında kapitaliste satarak yaşayan “beyaz yakalı”ların küçük-burjuvazi gibi bir sınıf kategorisi içinde olmadığı apaçık ortadadır. “Beyaz yakalı”ların bıraktık “orta sınıf” olmasını, kapitalist makineleşmenin ilerlemesiyle birlikte artan vasıfsızlaşma sonucunda, giderek ücretlerinin düştüğünü ve çalışma koşullarının ağırlaştığını görmekteyiz. Önemli bir kesimi ise işsizlik girdabından kaçamamaktadır. Marx, kapitalizmin temel yasalarını öylesine derin bir çözümlemeye tâbi tutmuştur ki, yüz elli yıl önceki satırlar adeta günümüzde yazılmış gibidir:

“Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini, vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır.”[3]

Daha sonraki yıllarda Engels, Marx’ın bu tespitleri hakkında şunları yazacaktı: “Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman içersinde nasıl doğrulandığı, bütün ticarî işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır– London City’de boşuboşuna iş aramalarıyla görülmektedir.”[4]

Elif Çağlı’nın şu satırları ise nereye odaklanılması gerektiğine işaret ediyor: “Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır.”[5]

Nesnel olarak işçi, zihinsel olarak küçük-burjuva

Marx ve Engels, bir buçuk asır önce Komünist Manifesto‘da şöyle diyorlardı: “Burjuvazi şimdiye kadar saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.” Bu tespitten günümüze kapitalizm bir hayli yol aldı ve Marksizmin kurucularının dikkat çektiği olgu, toplumda herkesin günlük yaşamında tanıklık edebileceği bir durum kazandı. Gerek bir zamanlar nitelik gerektiren işlerin vasıfsızlaşması, gerekse okul bitiren ve söz konusu alanlarda iş yapabilir duruma gelen insanların sayısının olağanüstü artması sonucunda, geçmişte ayrıcalıklı olan mesleklerin çok da kıymeti harbiyesi kalmadı. Bundan dolayı “beyaz yakalı” işçilerin çalıştığı alanlarda ücretler düştü, çalışma koşulları ağırlaştı ve daha da önemlisi yaygın bir işsizlik baş gösterdi. Lakin nesnel gerçeklik karşısında yasa boğularak zamana ah vah eden “beyaz yakalı”lar, bir taraftan kapitalist gelişmenin onları ortalama bir işçi düzeyine sürüklediğini görürken, diğer taraftan bunu hazmedemiyor, ayrıcalıklı olduklarına inanıyor ve bu duyguyla hareket ediyorlar. Nesnel olarak işçi olmalarına rağmen, zihinsel bir çarpılmaya uğradıkları için gelişmelere küçük-burjuva tepkiler veriyorlar.

“Beyaz yakalı”ların üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesi, üzerinde yaşadığımız topraklarda daha bir yaygındır. Unutmayalım ki Asyatik devletlû gelenekten gelen bu topraklarda, okumak ve büyük adam olmak özdeş görülen kavramlardır. Okumuşların kendilerini aydın, üstün ve ayrıcalıklı görmelerinde Kemalizmin küçümsenmeyecek ölçüde katkısı vardır. Yıllar yılı “siz okuyacaksınız ve toplumu aydınlatacaksınız” propagandasına maruz kalan üniversiteli, her şeyi bilen, kültürlü ve aydın olduğu vehmine kapılmaktadır. Özellikle orta sınıf ailelerin çocuklarında bu çarpılma çok daha ileri boyutlardadır. Fakat bu yanılsama orta sınıf aileler kadar işçi sınıfı ailelerini de pençesine almakta. İşçi aileleri de, zor belâ geçinerek de olsa çocuklarını okutup “büyük adam” katına yükseltmeye çalışıyorlar. Ancak sınıf atlama hayaliyle doldurulan okumuşlar, okulları bittiğinde büyük bir sukûtu hayale uğramaktalar. Zira patronların kapıları açıp onları beklemediğini, okul bitirmenin “beyaz yakalı”ların çalıştığı sektörlerde bir iş bulmaya yetmediğini, iş bulsalar da ücretlerin beklentileriyle kıyaslanmayacak derecede düşük olduğunu, çalışma saatlerinin uzunluğunu, hayallerini kurdukları işlerin gerçekte yorucu ve bıktırıcı olduğunu ve sınıf atlamalarının pek de mümkün olmadığını görmeye başlıyorlar. Meselâ, Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları adına yapılan bir araştırmada, mimar ve mühendislerin %52,4’ünün meslekleriyle ilgili hayal kırıklığı yaşadığı tespit edilmiş. Bu hayal kırıklığının çeşitli sebepleri var. Ancak “sınıf atlayacakları hayali ile yetiştirilmeleri, çalışma yaşamında bir tür doğal yönetici olacaklarının öğretilmesi” beklentisinin suya düşmesinin, bu hayal kırıklığında önemli bir payı bulunuyor.[6] KPSS sınavlarına hazırlanan, bunun stresiyle hastalanan, ataması yapılmayan bir öğretmenin söyledikleri, “beyaz yakalı”ların nasıl bir hayalle yaşadığını gözler önüne seriyor: “Ben okulu bitirecektim, atanacaktım, evlenecektim, ne bileyim işte evim olacaktı, arabam olacaktı. Böyle şeyler düşünüyordum sürekli.”[7]

İnsanın bu gibi şeyleri istemesi ve hayal etmesi gayet doğal. Sorun şu ki “beyaz yakalı”lar kendilerini ayrıcalıklı gördükleri için bunların kendiliğinden gerçekleşeceğini zannediyorlar. Gerçekliğin bir şekilde kendini dayatması ve bunun sonucunda yaşanan hayal kırıklığı “beyaz yakalı”ların düşünce dünyasında müthiş bir çelişkiye neden olmaktadır. Nesnel zemini ortadan kalkmasına ve gündelik yaşamda bu gerçek kendini tüm çıplaklığıyla dayatmasına rağmen, ayrıcalıklı ve üstün olma düşüncesi “beyaz yakalı”ların zihnini terk etmiyor. Hastalıklı bir ruh hali yaratan bu durum, ilginç tepkilerle kendini dışa vuruyor. “Beyaz yakalı”ların “boşuna mı okuduk?” biçimindeki tepkisi, aslında kurulan hayallerin yıkılmasının bir yansıması, bir hezeyanın ifadesi.

Üstünlük taslayan “beyaz yakalı”lar kendilerini işçi olarak görmüyorlar. Onlara göre işçi, çalıştıkları işyerlerinde temizlik ve “güvenlik” gibi işleri yapanlara deniyor. Bilinç çarpılmasından ötürü kendilerini, sınıf kardeşlerine değil patronlara ve yöneticilere yakın buluyorlar. Üniversiteli olmaları, yaptıkları işle özdeşleşmeleri, birçoğunun fabrikada değil de mekân açısından daha rahat yerlerde çalışmaları, şık kıyafetleri onları ayrıcalıklı oldukları yanılsamasına itiyor. Sınıf atlama peşinde koşan bu kesimler böylece kendilerini psikolojik açıdan rahatlatmış oluyorlar. Finans sektöründen “beyaz yakalı” bir işsiz, eski çalıştığı işte nasıl bir tatmin yaşadığını ve bunun nasıl bir ayrıcalık olduğunu bakın nasıl anlatıyor: “Önünüzdeki ekranda bütün dünya piyasalarını takip edebilmek insana ayrı bir vizyon kazandırıyor. Sözgelimi Anayasa kitapçığının fırlatıldığı andan itibaren Ecevit açıklama yaparken, ekranda faizlerin nasıl adım adım günlük 7500’lere çıktığını, Deutsche Bank’ın nasıl 4,5 milyar dolar döviz talep ederek parayı yurt dışına çıkarttığını adım adım ekranda izleyerek tarihi bir ana tanık olmak, sonuçları hepimiz için çok acı da olsa o zaman için heyecan vericiydi. Ayrıca ekrandan o zamanki parayla trilyonlarca tutarında işlem yapmak adrenalini çok yükselten heyecan verici ve riskli bir işti.” Bir başkası ise şunları söylüyor: “Ben birilerinin portföyünü yönetmek, onlara finansal danışman olmak mevzuunu seviyorum, insan ilişkilerini seviyorum. Bana güvenip bir şey sormalarını seviyorum.”[8] Burada kişiyi asıl güdüleyen faktör bir şeyleri yönetme, kendini önemli hissetme ve ayrıcalıklı olma duygusudur.

Nesnel açıdan sınıf atlayamayan “beyaz yakalı”, bu şekilde, kendisinin önemli ve ayrıcalıklı olduğunu hissederek rahatlamış oluyor. Elif Çağlı, Küçük-Burjuvazinin Anatomisi adlı yazısında bu meselenin derinlikli boyutuna dikkat çekiyor: “Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. Gerçi bilinçsiz işçiler de tamamen burjuva düzenin etkisi altında yaşamlarını sürdürür, sınıflarının gücünden bihaber durumda, sınıf atlama, zenginleşme düşleri kurarlar. Ne var ki okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler. İşçilere oranla üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesiyle böbürlenir, burjuva düzene çok daha derinden görünmez binbir iplikle bağlı bulunur ve yaşamlarını çoğunlukla burjuvalaşma hayalleri temelinde sürdürürler.”

Finans, sigorta, medya, pazarlamacılık, reklâmcılık gibi işlerde çalışan “beyaz yakalı” işçilerin pazarlama yapmak adına yalana dolana başvurmaları mesleklerinin bir gereği. Yani çelişkili olan “beyaz yakalı”nın kişiliği, bir de bu şekilde sakatlanıyor. Büyük ve gösterişli çalışma ortamlarında kendilerini şık elbiselerin içinde ayrıcalıklı zanneden, ağır çalışma koşullarına, sosyal yaşamdan kopukluğa, yükselme hayaliyle girişilen rekabete teslim olan insanlar, bozulan psikolojiler ve sakatlanan kişilikler. “Beyaz yakalı”lar böbürlenirken, burjuvazi onları iliklerine kadar sömürüyor. Plazalarda çalışan “beyaz yakalı”ların örgütlenmesi için çalışan bir “beyaz yakalı” işçi şunları dile getiriyor: “Krizin de etkisiyle giderek ağırlaşan koşullarda çalışıyoruz. İşyerlerinde emeğin ölçümü sistemi var. Mesai arkadaşını gizlice değerlendirmen isteniyor. Performans çizelgelerine sıkıştık kaldık. Ne kadar maaş aldığın gizli, zam oranları gizli. Gözetleniyorsun. Parçalanmışlık duygusu, sendikasızlık, sürekli uzatılan mesai saatleri, hakkını arayamamak ve rekabet… Hatta nasıl eğleneceğimize bile onlar karar vermeye başladı. Plazalar ve bu çalışma koşulları altında hayattan bize yaşanacak bir şey kalmıyor.”[9]

Kapitalizm hükmünü icra etmeye devam ediyor. Nitekim kapitalizm “beyaz yakalı”ları da kriz ve işsizlik sarmalına alarak mücadeleye zorluyor. Aslında “beyaz yakalı” denen işçi kesiminin bu durumda olması işçi sınıfının genel örgütsüzlük durumunun doğrudan bir yansımasıdır. İşçi sınıfı burjuvazinin karşısına örgütlü bir güç olarak dikildiği ve toplumsal bir değişim yönünde mücadeleyi yükselttiği dönemlerde, “beyaz yakalı” işçiler de yükselen dalganın dışında kalmamaktadırlar. Kariyer ya da sınıf atlama hayalleri peşinde koşan “beyaz yakalı” işçiler, kendilerini tüketmekten ve şık elbiseleri içinde burjuvaziye kul köle olmaktan ileri gidemezler. İşçi sınıfının tüm kesimleri gibi, “beyaz yakalı” işçilerin de kurtuluşu kapitalizmi yıkmaktan geçiyor. O halde yapılması gereken, küçük-burjuva ideolojik çarpılmadan kurtulmak, sınıf saflarına dönmek, yanı başında çalışan tüm sınıf kardeşleriyle birleşmek ve mücadele etmektir.

1 Ağustos 2011


[1]  Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.15-16

[2] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.132

[3] Marx, Kapital, c.3, s.264-265

[4] age, s.265

[5] Elif Çağlı, age, s.34

[6]  akt: Tanıl Bora vd., “Boşuna mı Okuduk”, İletişim Yay., s.60

[7] age, s.287

[8]  age, s.293

[9]  Radikal, 3 Temmuz 2011

İlgili yazılar