Avrupa İşçi Hareketinde Bir Dönem Kapanırken
Utku Kızılok, 2 Temmuz 2011

Kapitalist küresel krizin en sert biçimlerde kendini dışa vurduğu Avrupa’da, burjuvazi, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına daha fazla saldırarak, düştüğü kriz kuyusundan çıkmaya çalışıyor. Fakat krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmak amacıyla yürütülen saldırı programları, sınıf mücadelesini de keskinleştirmiş durumda. Özellikle 2010’un ilkbaharından itibaren yıkım programlarına karşı birçok ülkede eş zamanlı bir mücadele yükselmeye başladı. Ekonomisi çöküş noktasına gelen Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de işçi sınıfı peş peşe genel grevler gerçekleştiriyor. Geçtiğimiz senenin sonbaharında, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı Fransız işçi sınıfı genel grevler örgütledi ve üretimi durdurarak milyonlar halinde meydanlara indi. Kitleler kapitalist krizin bedelini ödemeyeceklerini haykırıyor ve “kemer sıkma” yasalarına engel olmaya çalışıyorlar. Bu noktada, Yunanistan’da yükselen mücadelenin diğerlerinden farklılaştığının, daha sert bir içeriğe bürünerek burjuva siyasetini bir krize sürüklediğinin altını çizmek gerekiyor.

Denilebilir ki, sürecin karakteristik yanını kitle seferberliği oluşturuyor. Bugüne değin Yunanistan işçi sınıfı 15’e yakın genel grev örgütleyerek burjuvaziye gözdağı verdi. 15 Haziranda yapılan genel grevle birlikte, iktidardaki sözde sosyalist PASOK hükümeti düşme noktasına geldi. Parlamentonun etrafını saran 200 bin kişi, yeni saldırı paketinin oylanmasının önüne geçmek için milletvekillerini genel kurula sokmamaya çalıştı. Nitekim bu sert direniş karşısında Papandreu önderliğindeki hükümet bocalamaya başladı. Fakat özellikle Avrupa burjuvazisinden gelen telkinler sonucunda Papandreu istifa etmekten vazgeçerek yeni bir hükümet kurdu. 28-29 Haziranda yapılan genel grevle işçi sınıfı üretimi neredeyse tümden durdurarak burjuva parlamentosunun etrafını bir kez daha sardı, şiddetli çatışmalar yaşandı. Hiç kuşku yok ki, Yunanistan’da yükselen sınıf mücadelesi bir siyasal krizi de doğurmuş durumda. Eğer işçi sınıfı devrimci bir örgütlülüğe sahip olsaydı durum gerçekten de bambaşka olurdu. Burjuvazinin yaşadığı krizi derinleştirebilir ve devrimci durumun kapılarını açabilirdi. Fakat böylesi bir örgütlülüğün olmadığı koşullarda, mücadelenin ortaya çıkardığı olumlu koşullar bir devrimci duruma doğru ilerletilemiyor.

Ne var ki, bugün yükselen mücadele geri çekilse bile, bunun uzun bir dönemi kapsayacağını sanmak doğru olmaz. Zira burjuvazi “kemer sıkma” saldırılarıyla mücadele ateşine kömür atıyor ve böylece daha sert mücadelelerin nesnel zeminini döşemiş oluyor. Yunan burjuvazisi krizini aşabilmek amacıyla Avrupa Birliği ve IMF ile 110 milyar avroluk devasa bir kredi anlaşması imzalamış durumda. Bu kredinin alınabilmesi ve bilahare faizleriyle birlikte geri ödenebilmesi için, burjuvazi işçi sınıfının ekonomik-sosyal kazanımlarına dönük muazzam bir saldırı başlatmış bulunuyor. Nitekim bu kapsamda Papandreu hükümeti, “kemer sıkma” programının 28 milyar avroluk yeni bir dilimini daha meclisten geçirmiş durumda. Yunan burjuvazisinin AB ve IMF ile birlikte yürüttüğü bu “kemer sıkma” programı kapsamında kamu işletmeleri özelleştirilecek, işten atmalar başlayacak, çalışma saatleri uzatılacak, ücretler dondurulacak, sosyal güvenliğe darbe indirilirken emeklilik yaşı yükseltilecek, sosyal kazanımlar kırpılacak ve ortadan kaldırılacak, sağlık ve eğitim bütçelerinde kesintilere gidilecek ve vergiler artırılacak. Burjuvazi, işçi sınıfının tüm ekonomik ve sosyal kazanımlarını şok darbeleriyle bir anda ortadan kaldırmak ve onu kuru bir ücrete mahkûm etmek istiyor. Son bir yıl içinde emekçi kitlelerin yaşam düzeyinin önemli ölçüde gerilemiş olması, saldırıların boyutunu ortaya koyuyor.

Burjuvazinin neo-liberal adı verilen kapitalist saldırıları tüm Avrupa ülkelerinde ve dünyada sürüyor. Avrupa burjuvazisi son 30 yıllık süreçte, önceki dönemde devrim korkusuna kapılarak işçi sınıfına verdiği tavizleri geri devşirme peşindedir. “Sosyal devlet” ya da “refah devleti” adı verilen uygulamalara dönük neo-liberal saldırılarda, artık son evreye girilmiş durumda. Çünkü burjuvazi, 1980’lerin başından günümüze değin her fırsatta devreye soktuğu “kemer sıkma” programları sonucunda, işçi sınıfının kazanılmış haklarının ana gövdesini mideye indirmeyi başardı. Meselâ, işçi sınıfına dönük saldırıların kilit taşlarından biri olarak emeklilik yaşı aşama aşama uzatıldı, uzatılmaya da devam ediliyor. 2010’un sonbaharında Fransa’da emeklilik yaşı 60’tan 62’ye çıkartıldı, ama burjuvazinin amacı bunu 65’e çıkartmak. Almanya’da ise, yine aynı günlerde emeklilik yaşı 65’ten 67’ye yükseltildi. İngiliz burjuvazisi de emeklilik yaşını 67’ye yükseltmek üzere harekete geçmiş durumda. Böylece burjuvazi işçi sınıfına “düşene kadar çalış” demektedir.

Burjuvazi, emek maliyetlerini mümkün mertebe aşağıya çekmek ve rekabet gücünü artırmak istiyor. Amaç emek maliyetlerini bazı burjuva ideologların “tarihsel norm” dedikleri bir düzeye doğru çekmektir. Bu “tarihsel norm”la, emek maliyetinin düşürüldüğü, işgücünün fiziksel varlığını üretecek bir ücrete mahkûm edildiği, ücretsiz sağlık olanaklarından yararlanmanın alabildiğine kısıtlandığı, emekli olmanın bir hayal olduğu ve dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminin büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı, iş saatlerinin uzatıldığı ve ücretlerin düşürüldüğü bir çalışma rejimini anlatmaktadırlar. Bu, 1800’lü yılların çalışma ve yaşama koşullarının yeniden işçi sınıfına dayatılmasıdır ki, burjuva ideologları bunu açıktan dile getirmekten çekinmiyorlar. Özetle burjuvazi, üzerinde baskıya dönüşecek hiçbir yükümlülük olmasını istemiyor.

Şu hususu önemle vurgulamak gerekiyor: Avrupa burjuvazisi geçmişteki gücünü önemli ölçüde kaybetmiş bulunuyor ve bundan dolayı dünya kapitalist piyasasında daha dinamik rakipleriyle arzuladığı gibi rekabet edemiyor. Bir zamanlar sömürgeci imparatorluklar kuran ya da iki kutuplu dünyada ABD’den sonra ana gücü oluşturan emperyalist Avrupa burjuvazisinin eski gücü artık yok! Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişmesinin bir sonucu olarak, Çin, Hindistan, Brezilya ya da Türkiye gibi bir zamanların az gelişmiş ülkeleri dünya ekonomisinde üst basamaklara tırmanıyorlar. Kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel bunalım, yaşlı Avrupa’yı daha fazla pençesine almaktadır. Zaten uzun bir dönemdir yerinde debelenen Avrupa ekonomisi, son küresel krizle birlikte nefessiz kalmış ve küçülmeye başlamıştır. Böylece 1970’lerin ortasından itibaren içine girdiği genel tıkanıklığı aşmak için işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına saldıran burjuvazi, küresel krizle birlikte bu saldırılarına hız vermiştir.

İşçi sınıfına dönük bu saldırılar, sınıf mücadelesinin yükselmesini de beraberinde getirmektedir. Geçmiş yıllardan farklı olarak, krizin tüm kıtayı etkisi altına almasından ve “kemer sıkma” programlarının eşzamanlı gündeme getirilmesinden dolayı mücadele kıtanın genelinde yükseliyor. Kuşkusuz bugün Avrupa’da en zayıf halkayı Yunanistan oluşturmaktadır. Fakat krizin sürdüğü ve işçi sınıfına saldırıların son hızla devam ettiği günümüz koşulları dikkate alındığında, önümüzdeki dönemde mücadele alevlerinin daha fazla yükseleceğini söylemek mümkün. Üstelik burjuvazinin eli, tavizler verme ve bu yolla mücadeleyi yatıştırma konusunda eskisine göre çok daha darda. İşçi sınıfını devrim fikrinden uzak tutmak, kapitalizm yıkılmadan da üretilen refahın paylaşılabileceği yanılsamasını yaratmak amacıyla ideolojik bir argümana dönüştürülen “sosyal devlet” uzun bir süredir çökmüş durumda. Burjuvazi, dinamitlediği “sosyal devlet”ten geriye kalan değerli parçaları da kaldırmak üzere yoğun bir mesai yapıyor. Yani Avrupa burjuvazisi tarihsel konumunu kaybederken, Avrupa işçi sınıfı açısından da bir tarihsel dönem kapanıyor.

Kuşkusuz “sosyal devlet”in maddi temelinin ortadan kalkması, onun bir ideolojik argüman olarak işlev görmeyeceği anlamına gelmiyor. Sosyal demokrasi, sendikal bürokrasi ve reformistler yükselişe geçen işçi hareketinin önünü kesmek ve düzen içi kanallara akıtmak amacıyla bu argümanı her daim güncel tutmaktalar. Somut koşullarda Avrupa’da işçi sınıfına yol gösterecek bir devrimci önderliğin olmaması, girilen dönemde işçi sınıfını büyük tehlikelerin beklediğinin habercisidir. Ancak bu hususa gelmeden önce, Avrupa işçi hareketinde kapanan tarihsel dönemi yaratan koşulları hatırlamakta fayda var.

I

Kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı Avrupa kıtası, aynı zamanda devrim ve devrimci durumların da ana yatağı olmuştur. İşçi sınıfı, kapitalist sömürüye karşı defalarca devrimci başkaldırıya girişmiş, yenilmiş, geri çekilmiş ama gücünü topladıktan sonra yeniden ileri atılmaktan geri durmamıştır. Lyon ayaklanmasından Chartist harekete, 1848 ayaklanmalarından Paris Komününe uzanan devrimci kalkışmalarda, işçi sınıfı 19. yüzyıl boyunca burjuvazinin yüreğine devrim korkusunu yerleştirmeyi başarmıştır. Bu nedenle, devrim korkusunu savuşturmak ve işçi sınıfını kapitalist düzene bağlamak amacıyla burjuvazi tavizler vermek zorunda kalmış ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları 1800’lerin son çeyreğinden itibaren düzelmeye başlamıştır. Bu tavizlerden birini sosyal güvenlik sistemi oluşturuyordu: 1889’da işçilere emeklilik ödemesi yapılması için ilk devlet sosyal sigortasını Bismarck, Almanya’da hayata geçirdi. Takip eden yıllarda sosyal güvenlik sistemi Avrupa’da yaygınlaşacak, kurumsallaşacak ve bilahare “sosyal devlet” kapsamında genişletilecekti.

20. yüzyıla girmeden burjuvazi çalışma saatlerini 12-14 saatlerden daha aşağılara çekerek ücretleri yükseltmek zorunda kaldı. Bu dönem, aynı zamanda kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği bir dönemdir. 1890’lardan 1914’e, yani emperyalist savaşın başlamasına kadar kapitalist ekonominin sıçramalı bir büyüme kaydetmesi, bazı küçük tavizler verilmesi noktasında burjuvazinin elini kolaylaştırdı. Burada, vaktiyle sömürgeci imparatorluklar kuran emperyalist Avrupa burjuvazisinin, sömürgeleri birer hammadde deposu olarak kullanıp yağmaladığını, böylece üretim maliyetini düşürdüğünü ve kâr oranlarını yükselttiğini, diğer taraftan sermaye ihraç ettiği ülkelerde işçilerin sırtından yüksek bir artı-değer kitlesi devşirdiğini vurgulamak gerekiyor. Böylece yüksek kârlar elde eden ve manevra olanaklarına kavuşan emperyalist burjuvazi, bir taraftan işçi sınıfına kimi tavizler verirken, öte taraftan da sendikal bürokrasiyi satın alarak işçi hareketini düzen içi kanallara yönlendirmeye başlamıştır.

Emperyalizm dönemiyle birlikte sendikalar giderek bürokratikleşti ve üst yönetim aygıtları burjuva devletle daha fazla iç içe geçti. İşçi sınıfının vasıflı olan ve yüksek ücret alan küçük bir kesiminin, yani işçi aristokrasisi denen kesiminin sendikalarda etkin olması ve sendikal bürokrasinin doğal tabanını oluşturmasıyla, işçi hareketi burjuvazinin ideolojik sultası altına girdi. Kendi çıkar ve ayrıcalıklarını kapitalizmde gören, bunu korumak isteyen sendikal bürokrasi ve işçi aristokrasisi; sosyal demokrasiyle reformist programına kavuşmuş, burjuvazinin sömürgeci politikalarını desteklemiş ve nihayetinde emperyalist savaşta onun yanında saf tutmuştur.

Bu konuda Elif Çağlı, Lenin’den hatırlatmalar yaparak şunlara dikkat çekiyor: “Lenin, yaşam tarzları, ücretleri ve dünya görüşleri itibarıyla burjuvalaşmış işçi tabakasının İkinci Enternasyonal sosyal-şovenizminin de başlıca desteğini oluşturduğuna değinmiştir. Sendika veya parti bürokrasisinde edinilen üst düzey koltuklar, parlamenter ayrıcalıklar, yasalcı faaliyetlerin sağladığı ün vb. işçi hareketine burjuva etkisini bulaştıran başlıca kaynaklardır.”[1] Çağlı, bu kaynaklardan beslenen kişiler, yaşam tarzları, değer yargıları bakımından burjuva âlemin bir parçasıdırlar ve etkili oldukları ölçüde işçi hareketini burjuvalaştırırlar demektedir. Böylece işçi sınıfı içinde kendi dayanaklarını yaratan burjuvazi, sosyal demokrasi ve sendikal bürokrasi aracılığıyla işçi hareketi içinde reformizmi güçlendiriyordu.

“Sosyal devlet” uygulamaları öncesinde Avrupa işçi hareketinin böylesi olumsuz bir zemine yaslandığını kavramak önemlidir. Zira bu gerçek, “sosyal devlet” uygulamalarının neden ve nasıl baştacı edildiğini, işçi devrimi karşısına çıkartılan “sosyal devlet”in nasıl bir ideolojik zeminden beslendiğini ortaya koyar. Üstelik bu konuda tek suçlu da sendikal bürokrasi ve sosyal demokrasi değildir, 20. yüzyılda yükselen devrimci durumları heba eden, daha doğrusu proleter devrim gibi bir hedefleri olmayan Stalinist komünist partiler de en az onlar kadar suçludur.

1917 Ekim Devrimiyle birlikte Avrupa’da yükselen devrimci durumlar başarıya ulaşamasa da, İkinci Dünya Savaşının bittiği 1945’e değin devrimci çalkantılar durmamış ve burjuvazi tüm bu dönem boyunca devrim korkusunu ensesinde hissetmiştir. SSCB’nin savaştan galip çıkması, Doğu Avrupa’nın kapitalizmden kopması, Fransa, İtalya ve Yunanistan’da devrimci rüzgârların esmesi burjuvaziyi gerçekten de korkutuyordu. Fakat bir taraftan “barış içinde bir arada yaşama” politikasının bir gereği olarak Stalinizm bu ülkelerdeki devrimci yükselişlerin ilerlemesinin önüne geçerken, öte taraftan burjuvazi büyük tavizler vererek sosyal demokrasi, sendikal bürokrasi ve Stalinist partiler üzerinden işçi hareketini kontrol altına almaya başlayacaktı. Devrim tehlikesini savuşturmaya girişen burjuvazi, kapitalizm sınırları dâhilinde verilebilecek tüm tavizlere boyun eğdi. Burjuvazinin bu dönemde devreye soktuğu Keynesyen politikalar, gerek yıkılan Avrupa’nın devlet eliyle yeniden inşası hedefiyle, gerekse işçi sınıfına verilen tavizlerin karşılanmasında devletin kaldıraç olması hedefiyle örtüşüyordu.

Bu süreçte devlet piyasaya daha fazla müdahale etmeye başladı: Kamu yatırımları oldukça arttı, işsizlik önemli ölçüde azaldı, iş saatleri düşürülürken ücretler yükseltildi. Batı Avrupa ülkelerinin tamamında sosyal güvenlik sistemi hayata geçirilirken, işçi sınıfı emekli maaşı alma hakkına ve ücretsiz sağlık olanaklarına kavuştu. İşsizlik sigortası fonu oluşturulması, ücretsiz ve yaygın eğitim için bütçe ayrılması, kira yardımı verilmesi ve konutların kirasının düşük tutulması ve bunlara eklenen diğer sosyal kazanımlar işçi sınıfının yaşam koşullarını eskiye göre büyük ölçüde değiştirdi. Kapitalizmin tarihinde ilk kez, yaratılan toplam değerden işçi sınıfı bu denli bir pay alıyor, alım gücü artıyor ve görece daha rahat yaşam olanaklarına kavuşuyordu.

İşçi sınıfına verdiği bu tavizleri “sosyal devlet” ya da “refah devleti” olarak sunan burjuvazi, beraberinde, bir işçi devrimine gerek olmaksızın kapitalizm çerçevesinde, yaratılan değerin paylaşılabileceğini ve devletin bu işi örgütleyebileceğini de propaganda ediyordu. Zaten ezelden beri tam da “sosyal devlet” uygulamalarını savunan reformist sosyal demokrasi ve sendikal bürokrasi, ideolojik tezlerine güçlü bir nesnel zemin bulmuş oldu.

Sosyal demokrat İkinci Enternasyonal ideologlarından Bernstein, bir devrim olmaksızın sosyal reformlarla kapitalizmden sosyalizme geçilebileceğini söylüyor ve bunu hayal ediyordu. Dolayısıyla bu durumda burjuva devletin parçalanıp ortadan kaldırılması da gerekmiyordu. Bernstein’a göre, sendikalarda örgütlenen işçi sınıfı, baskı kurarak yasaları değiştirebilir ve sömürüyü sınırlandırabilirdi! Reforme edilecek olan devlet, sömürünün sınırlandırılmasının ve sosyal ıslahın da aracı haline gelmiş olacaktı. Aslında bu devletçi anlayış ta Lasalle’dan beri sosyal demokrasiye hâkimdi. Bu anlayış, sosyalizmi devletçilikle özdeşleştiren Stalinizmle birleşerek “sosyal devlet” uygulamaları konusunda işçi sınıfını derin bir yanılgıya sürükledi.

Burjuvazinin de önünü açmasıyla reformizm buradan beslendi ve güçlendi. Avrupa’da nesnel zemini güçlenen reformizm, diğer kapitalist ülkelerdeki işçi hareketlerini de etkileyecekti. Gerçekten de kapitalizm altında bir “refah devleti” olabilirmiş gibi, işçi hareketi içinde yanılsama beslendi ve büyütüldü. Kapitalizmin ıslah olduğu ve devletin müdahalesiyle sosyal sorumluluğunu yerine getirdiği vaaz ediliyordu. Dikkat edileceği üzere burada, kapitalizme değil devlete vurgu vardır. Sınıflar üstü ve tarafsız bir konuma yükseltilen devlet, müdahaleleriyle kapitalizmi ıslah ediyor, sosyal sorumlukları yerine getiriyor, refahı bölüştürüyor ve böylece “refah devleti” kurulmuş oluyor!

“Sosyal devlet” uygulamalarının kapitalizmin ıslahından değil, devrim korkusuna kapılan burjuvazinin tarihin özel bir döneminde verdiği tavizlerden ileri geldiğini zaman gösterdi. Rosa Luxemburg’un yıllar önce Sosyal Reform ya da Devrim adlı eserinde söylediği gibi: “Reform çabasının devrimden bağımsız kendi başına bir gücü yoktur. Her tarihsel dönemde reformlar için çaba son devrimin itkisiyle alınan yön doğrultusunda sürdürülür ve son devrimin itilimi kendisini hissettirmeye devam ettiği ölçüde sürer.” Nitekim işçi sınıfını reformist partiler ve sendikal bürokrasi aracılığıyla kıskıvrak yakalayan, bilincini çarpıtan ve devrim tehlikesini savuşturmayı başaran burjuvazi karşı saldırıya geçecekti.

II

Burjuvazinin “sosyal devlet” uygulamaları biçimine bürünen tavizleri, belirli tarihsel koşulların ürünüydü ve kapitalizmin 20 yıl kesintisiz büyümesi de buna imkân sunuyordu. Ancak 1970’li yıllarla birlikte kapitalizmin kriz çanları bir kez daha çalmaya başladı ve 20 yıllık “altın çağ” son buldu. Krizle birlikte burjuvazi “sosyal devlet” sorumluluğunu unutacaktı. Zira kapitalizmde burjuvaziyi güdüleyen “toplumsal sorumluluklar” değil, sermayenin büyümesidir, kârlılıktır. Tam da bunu uygun olarak burjuvazi kâr oranlarının düşmesini önlemek amacıyla, üretilen toplumsal değerden işçi sınıfının payına düşen kısmı küçültmeye girişti.

Üretilen toplumsal değerden işçi sınıfının ne kadar pay alacağını sınıf mücadelesinin düzeyi belirler. Marx’ın açıkladığı gibi: “Kapitalist durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürmeye ve işgününü fiziksel azamiye çıkarmaya çabalar, oysa işçi sürekli olarak karşıt yönde bir baskı yapar. Böylece sorun, savaşım veren tarafların karşılıklı güçler dengesine indirgenir.” Dolayısıyla sınıfın kazanımlarının korunmasının teminatı “sosyal devlet” değil, işçi sınıfının burjuvazi karşısında ne kadar güçlü ve mücadeleci olduğudur. Fakat haklarının teminatını “sosyal devlet”te görmeye alıştırılan ve uyuşturulan Avrupa işçi sınıfı, burjuvazinin 1980’lerde başlayan neo-liberal saldırılarına gerektiği zamanda ve gerektiği sertlikte bir cevap verememiştir. SSCB’nin çökmesiyle uluslararası sınıfsal güç dengelerinde ağırlık daha fazla burjuvaziden yana basmaya başlamış ve neo-liberal kapitalist saldırılar mertebe yükseltmiştir.

Burjuvazinin, “tarihin sonu geldi”, “işçi sınıfı öldü”, “sınıf mücadelesi bitti” söylemi üzerinden yürüttüğü ideolojik saldırılar da, işçi sınıfının kazanımlarına el koymak üzere başlatılan neo-liberal burjuva seferin bir parçasını oluşturmaktaydı. Zaten uzun bir süredir gözden düşürülen Keynesçi politikalar yerden yere vuruluyor, devletçiliğe ilişkin ne varsa “çöken” sosyalizmle özdeşleştiriliyor, aşağılanıyor ve liberal kapitalist piyasa yüceltiliyordu. Tüm bu saldırılar karşısında reformizm ve sendikal bürokrasi, sanki kendinden menkul bir olguymuş gibi, “sosyal devlet”in savunulmasından öteye geçmeyen pasifist bir çizgiyi savunageldi.

Oysa mesele basit bir şekilde neo-liberal uygulamaların devletçi uygulamalara tercih edilmesi, hatta sağ partilerin bunu özellikle tercih etmesi değildi. Saldırıların kaynağında kapitalizm vardı ve kapitalizmin doğası bu saldırıları zorunlu kılıyordu. Hükümetler değişince, meselâ sol partiler iktidara gelince neo-liberal saldırılar son bulmayacaktı. Dolayısıyla yapılması gereken, saldırıların kaynağında kapitalizmin olduğunu işçi kitlelerine açıklamak ve işçi sınıfını bu temelde bir mücadeleye çekmekti. Fakat böyle bir perspektifle mücadele yürütülmediği için, burjuvazinin ideolojik saldırılarının etkisinde kalan işçi kitleleri sosyal haklarını savunmak noktasında gerekli direnci gösteremediler.

Yürütülen saldırılar sonucunda işçi sınıfının sosyal kazanımları büyük ölçüde budandı, bir kısmı ortadan kaldırıldı. İşsizlik arttı, ücretler düşürüldü, işçi sınıfının yaşam düzeyi geriledi, emeklilik yaşı yükseltilirken ücretsiz sağlık olanaklarına büyük darbeler indirildi. İşsizlik sigortası fonundan alınan ücret düşürülürken, bu haktan yararlanma süresi kısaltıldı, taşeronlaştırma devreye sokuldu, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı. Bugün Avrupa’da işsizlik çok ciddi bir sorun oluşturuyor. Mesela kitlesel grevlere sahne olan İspanya’da işsizlik oranları %20’lerin üzerine çıkarken, Yunanistan’da %12’yi geçmiş, Fransa’da ise %10’a yaklaşmış bulunuyor. AB ortalamasında işsizlik %10’u geçerken, İtalya’da %9’a, İngiltere’de %8’e, Almanya’da ise %7’ye yaklaşmış durumda. Daha da önemlisi 25 yaşın altındaki genç nüfusta işsizlik çok daha yükseklere tırmanıyor. Yalnızca İspanya’da genç nüfusta işsizlik oranı %40 civarında.

İşçi sınıfına dönük bu saldırılar, artan işsizlik ve yaşam koşullarındaki kötüleşme ne yazık ki olumsuz siyasi sonuçlar da doğuruyor. Sanki olup bitenlerin müsebbibi kapitalizm değilmiş gibi, sağ ve faşist partilerin de yönlendirmesiyle işçi kitlelerinin bir bölümünde göçmen işçilere dönük bir tepki geliştirilmiştir. Avrupa’da milliyetçiliğin yükselmesinin ve faşist partilerin önemli oylar almasının nedeni, işçi kitlelerinin içine sürüklendiği umutsuzluk durumudur. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında, sorunları yaratan burjuvazi, yine bu sorunlar üzerinden kitleleri bir yanılsama içine sürükleyerek oluşan tepkileri başka kanallara akıtabiliyor. Emekçi kitlelerin ezici çoğunluğu, “bir umut daha” diyerek kimi zaman sözde sosyalist partilere yöneliyorlar. Oysa bu partilerin sosyalizmle hiçbir ilişkileri yoktur. Nitekim son krizle birlikte Portekiz’de, İspanya’da ve Yunanistan’da işçi sınıfına dönük en ağır saldırıları, adı sosyalist ama içi burjuva olan bu partilerin hükümetleri hayata geçirdiler, geçiriyorlar. Bu reformist partilerden işçi sınıfına bir yarar gelmeyeceğini kitleler yaşayarak görüyorlar. Ancak işçi sınıfı bağımsız bir mücadele hattına çekilmediği ve devrimci bir önderliğin yol göstericiliği olmadığı müddetçe kitlelerin deneyiminin kalıcı bir hafızaya dönüşmeyeceği açıktır.

III

Daha önceleri de vurguladığımız gibi, 2000 dönemeciyle birlikte dünya ölçeğinde sınıf mücadelesi yeniden yükselişe geçmiştir. Kuşkusuz bu, hâlihazırda uluslararası sınıfsal güç dengelerinin işçi sınıfı lehine çevrildiği anlamına gelmiyor henüz. Ancak işçi sınıfının mücadele eğrisi yukarılara doğru kararlı bir şekilde tırmanmaktadır. Bunun ilk görünümleri 2000’li yılların birinci yarısında Latin Amerika’da ortaya çıkan devrimci durumlarla kendini dışa vurmuştu. Kapitalizmin tarihsel bunalımının derinleşmesi ve emperyalist kapışmanın bu dönemeçte yeni bir mertebeye yükselmesi de tesadüf değildir. Girilen dönemin karakteristik özellikleri, kriz, savaş ve devrimci patlamalarla kendini dışa vuruyor.

Bu durum toplumsal çelişkilerin ne denli keskinleştiğinin doğrudan bir ifadesidir. Kapitalizmin nefessiz kalması ve bir türlü krizden çıkarak dinamik bir büyüme kaydedememesi, buna bağlı olarak sertleşen rekabet ve emperyalist güçler arasında kızışan hegemonya kavgası, burjuva siyaset arenasında gelişen krizler ve sömürülen kitlelerin burjuva düzene olan öfkelerini ani ve şiddetli tepkilerle ortaya koymaları, hep bu sürecin dolaylı ya da dolaysız görünümleridir. 2005’te Fransa’da polisin bir göçmeni katletmesine dönük tepkilerin kısa zamanda emekçi göçmenlerin isyanına dönüşmesi, 2009’da Yunanistan’da yine bir polisin bir öğrenciyi katletmesi üzerine ani ve şiddetli bir kitle isyanının baş göstermesi, 2010’un son günlerinde ise, Tunus’ta zabıtanın seyyar satıcı bir genci öldürmesiyle başlayan gösterilerin Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da halk ayaklanmalarının kıvılcımını çakması, girilen sürecin patlamalı dinamiklerinin ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne seriyor.

Bugün Yunanistan’da kitlelerin ortaya koyduğu tepki ve mücadelenin sert bir karaktere bürünmesi, yeni dönemin özelliklerinin bir ürünüdür. Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel bunalım ve bunun bir sonucu olarak burjuvazinin süren saldırıları, Avrupa işçi hareketini de sertleştirmekte ve eş zamanlı bir tepki vermeye itmektedir. 2010’un başından bu yana Fransa, Portekiz, İtalya, İspanya ve Yunanistan’da üst üste genel grevler gerçekleşti ve bu grevlere milyonlarca işçi katıldı. İşsizliğin sıkıntılarını yoğun olarak yaşayan ve gelecek hayalleri karartılan işçi gençliğin mücadelede önemli bir yer tutması, sürecin dinamiklerine işaret etmektedir. Beri taraftan, öğrenci gençliğin yarının işçileri olacaklarını ve söz konusu saldırıların kendilerini de etkileyeceğini bilerek mücadelenin içinde yer alması, geçmişten farklı bir durum olduğunu göstermektedir. 2005’te Fransa’da “İlk İş Sözleşmesi” adı verilen ve normalde 1 ilâ 3 ay olan deneme süresini 26 yaşın altındakiler için iki yıla çıkaran yasa tasarısı gündeme geldiğinde, lise ve üniversite öğrencileri çok sert tepki verdiler. Mücadelenin hedefinde akademik özgürlükler değil, yarının işçileri olarak kendilerini de ilgilendiren bir saldırı vardı. Nitekim işçilerin destek verdiği bu mücadele sonucunda hükümet yasayı geri çekmek zorunda kaldı.

Avrupa işçi hareketinde bir dönem kapanmış bulunuyor. İşçi sınıfının içinden doğup gelişen ve sendikalarla organik bağları olan sosyal demokrat partiler, çoktandır işçi sınıfının “burjuva” partileri olmaktan çıkıp, burjuvazinin işçi partileri haline gelmişlerdir. Bu partilerin sendikalarla ilişkisi devam etmesine ve sendikal bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki etkisi kırılamamış olmasına rağmen, eski dönem kapanmıştır. İşçi sınıfını kapitalizm sınırlarına hapseden reformizmin ve sendikal bürokrasinin “sosyal devlet” dayanağı da çökmüştür. Hiç kuşkusuz ki bu durum, mücadelenin bambaşka şekillerde gelişebilmesine imkân tanımaktadır. Ancak mücadelenin kapitalizmi yıkmayı hedefleyen bir çizgiye çekilebilmesi için, bu kesimlerin işçi sınıfı üzerindeki etkisinin tümden kırılabilmesi gerekiyor. Ne yazık ki bugün Avrupa’da bu görevi yerine getirecek Bolşevik bir örgütlenme yok. Uzun reformizm dönemi devrimci geçinen hareketleri de etkisi altına almıştır. Yunanistan’da mücadeleyi yükselten kitlelerin önüne kapitalizmin yıkılması hedefinin konulmaması, kitlelerin bu yöne doğru itilmemesi, yalnızca Papandreu karşıtı bir muhalefet tutturulması da bu gerçeği dışa vuruyor. Avrupa işçi sınıfı olumlu olduğu kadar eksikleriyle birlikte yeni bir döneme giriyor. Bolşevik bir partiye duyulan ihtiyaç ise her geçen gün kendini daha fazla dayatıyor. 


[1] Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, MT, Aralık 2005

İlgili yazılar