Savaşa ve Şovenist Akıntıya Kapılma!
Akın Erensoy, 26 Ekim 2007

AKP hükümetinin “sözün bittiği yerdeyiz”, “inceldiği yerden kopsun” veya “bedeli neyse öderiz” türü hamasi söylemleriyle, 17 Ekimde mecliste kabul ettirdiği tezkere sonucunda Türkiye yürüttüğü haksız savaşı yayma niyetini alenen ilan etmiş bulunuyor. Daha şimdiden bir taraftan sınıra muazzam bir askeri yığınak yapılırken, öte taraftan da Irak-Kürdistan sınırlarından 50 kilometre içeri giren ordu birlikleri havadan ve karadan bombardımanı sürdürüyor. Görülmesi ve kavranması gereken en yalın gerçek şu ki, Türkiye hızla Ortadoğu’da bir savaşa ve özellikle Kürt halkını hedef alan topyekûn bir savaşa doğru ilerliyor. Yıllarca Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, sınırların ötesine taşınarak genelleştirilmek ve Güneydeki federe Kürt devleti ezilmek istenmektedir.

Tezkere kararından sonra MHP ve CHP başta olmak üzere tüm statükocu güçlerin hedef tahtasına Barzani’yi oturtmaları ve “ordu Kuzey Irak’a” biçiminde tempo tutmaları hedefin kim olduğunun göstergesidir. Statükocuların basındaki etkili ve yetkili kalemşorlarından Hürriyet’in başındaki Ertuğrul Özkök’ün şu satırları oldukça manidardır: “Yani artık bizim muhatabımız Barzani’dir… Bundan böyle, namlularımız Barzani’ye çevrilmiştir. Hedefimiz, Barzani’nin askeri ve ekonomik hedefleridir. Amacımız, oradaki ‘Kürt rüyası, ‘Türk kâbusuna çevirmektir.” Özkök bir gün sonra Yaşar Büyükanıt’ı aradığını ve onun kendisine son derece kararlı bir ifadeyle şu sözleri söylediğini aktarıyor: “Bugünkü yazınız çok önemli ve anlamlı. Takdir bana düşmez ama teşhis doğru.” Bazı generallerin yaptığı açıklamalar, yaşanmakta olan şeyin ne olduğunu ve hedefte kimlerin bulunduğunu daha da netleştiriyor: “Olay artık sınırın ötesi ve burası diye adlandırılamaz. Türkiye kendi güneyi ve Irak’ın kuzeyinde büyük bir savaşın içine girmiştir. Sınırın önemi artık yoktur. Savaş bölgesi Türkiye’nin güneyini ve Irak’ın kuzeyini kapsamaktadır. Haritalar artık buna göre açılmıştır.” (Hürriyet, 22 Ekim 2007)

Esasında burjuvazinin statükocu-devletçi kanadı, Kürtlere karşı çoktan beridir yürüttüğü savaşı tırmandırarak, düzenin bekası için tehlikeli gördüğü Irak Kürt bölgesine yayma çabasındaydı. Zira dünya ölçeğindeki siyasal gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorunu uluslararası bir boyut kazanmış ve en önemlisi de Irak’ın kuzeyinde, şimdilik “federe Kürt devleti” olarak resmiyet kazanan bir ulus-devletin zemini döşenmiştir. Burjuva devletin politikalarının iflası anlamına gelen bu durum, onu sıkıştırmaktadır. Fakat statükocu kanadın öncülüğünü yapan askeri bürokrasi, kendine vehmettiği düzen kurucu ve kollayıcı misyonlardan hareketle, Kürt sorununu çözmek bir yana, bugüne değin uyguladığı yöntemleri sürdürerek Kürt hareketini ezmek üzere harekete geçmiştir. Bu hedef doğrultusunda bazı planların devreye sokulduğunu ve 2005 Newroz’unda girişilen provokasyonun ise bir başlangıç olduğu tespitini Marksist Tutum olarak, pek çok yazımızda ortaya koyduk. Bu noktada bir tespit daha yapmak gerekiyor: özellikle 2007 baharıyla birlikte sürece çok yönlü ve aktif müdahalelerle hız verildi. Zira Aralık ayında yapılması gereken Kerkük referandumu henüz ertelenmiş değildi ve referandumdan Kerkük’ün Kürt Bölge Yönetimine ait olduğu kararının çıkması kesindi. Dolayısıyla da Kürdistan oluşumunun geri dönülemez bir noktaya varmadan önce durdurulması için savaş koşulları her ne pahasına olursa olsun yaratılmalıydı! Sürecin hızlandırılmasının bir diğer nedeni de, siyasal iktidarın iplerini tümüyle ele geçirmek, AKP’nin temsil ettiği AB’ci burjuva kesimleri geriletmek ve statükocu-devletçi güçlerin siyasal mevzi kayıplarını durdurmaktı.

12 Nisanda Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyon yapılmasının şart olduğunu, ordunun buna hazır olduğunu ve fakat siyasi iradenin karar vermesi gerektiğini açıklayarak ön açıcı müdahaleyi yaptı. Bilahare 27 Nisan ve 8 Haziran muhtıraları geldi. Genelkurmay’ın adeta ikinci bir hükümet gibi davranarak başlattığı milliyetçi-şoven kampanya ile gereken mesajı alan statükocu-devletçi koro, dört bir koldan sınır ötesi operasyon şarkısını terennüm etmeye başladı. O günlerde peş peşe düzenlenen meşhur cumhuriyet mitinglerinde laiklikten ziyade Kürt düşmanlığını ifade eden sloganlar yükseltiliyor ve cumhurbaşkanlığı krizi üzerinden sıkıştırılan hükümet sınır ötesi operasyon kararı almaya zorlanıyordu. Beri yandan seçim propagandalarının merkezine sınır ötesi operasyonu oturtan CHP ve MHP, faşist bir söylemle siyasal ortamı alabildiğine gererek gerekli koşulların oluşmasını hızlandırmaya çalıştılar. Fakat statükocu burjuva güçler umdukları hedeflere varamadılar ve bundan dolayıdır ki, ilkbaharda hızlandırılan söz konusu plan ve stratejiye sonbaharda yeni bir itilim verildi.

Daha o günlerde katıldığı Harp Akademilerindeki sempozyumda Yaşar Büyükanıt sınır ötesi operasyonun gerçek muhtevasını şöyle beyan ediyordu: “İçeri girip sadece PKK ile mi uğraşacağız yoksa Barzani ile bir şeyler olacak mı? Ben asker olarak ihtiyaç bildirdim. Önümüze sözlü değil yazılı talimat gelmesi lazım.” Büyükanıt’ın hükümete nasıl bir ihtiyaç bildirdiği bugün daha net anlaşılıyor. Süreç ilerledikçe hedef de, kullanılan dil de netleşecekti. 24 Eylülde Kara Harp Okulunda İlker Başbuğ şöyle diyordu: “Irak’ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç kazandırdığı da diğer bir gerçektir.” Fakat askeri bürokrasi için meselenin önemli yanı Kürtlerin Ortadoğu’da bir aktör haline gelmesi değildi sadece, bir güç haline gelen Güneydeki Kürtler, Türkiye’deki Kürtleri de etkilemeye başlamışlardı: “Ayrıca bu durumun, vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.

1 Ekimde Harp Akademilerinde konuşan Yaşar Büyükanıt ise şöyle devam ediyordu: “Irak’ın, bırakın federatif veya gevşek federatif yapıyı, konfederatif yapıya doğru hızla gelişmekte olduğunu görüyor ve endişe duyuyoruz… Irak’ın kuzeyinde oluşabilecek bir bağımsız devlet sadece siyasi boyutuyla değil, güvenlik boyutuyla da Türkiye için birinci derecede risktir. Hem siyasi, hem askeri, hem psikolojik boyutuyla. Dolayısıyla Türkiye’nin dikkatle bakması gereken yer Kuzey Irak’taki oluşumdur.” Aynı konuşmasında Büyükanıt, yukarıda sözünü ettiğimiz planın bir parçası olarak DTP’yi de hedef alıyor ve gereğinin yapılmasını buyuruyordu. Peki, neydi gereği? İstenen, 2 Mart 1994’te DEP milletvekillerine yapılan muameleydi. O dönemde DEP’lilerin önce dokunulmazlıkları kaldırılmış, bilahare meclisten polis zoruyla alınarak yıllarca sürecek bir tutsaklığa mahkûm edilmişlerdi. Büyükanıt’ın açıklamasını müteakiben DTP’ye dönük bir linç kampanyası başlatıldı. Baskılar artmakla kalmadı, dokunulmazlık hakkı alenen yok sayılarak haklarında ya yeni davalar açıldı ya da daha önceki davalardan yargılanmalarına devam edildi. Tam da bugünlerde pek çok DTP’li belediye başkanı tutuklanırken, Gündem gazetesi yeniden kapatıldı ve Kürt basını üzerindeki baskılar artırıldı. Yanı sıra PKK’ye dönük operasyonlara hız verilmiş ve çatışmalar bilinçli olarak tırmandırılmıştı. Önce 11 Eylül’ün yıl dönümünde Ankara’da patlatılmaya hazır bulunan bomba yüklü aracın ve bilahare Beytüşşebap’ta öldürülen korucuların sorumlusu tez zamanda PKK ilan edildi. Daha da önemlisi seçimlerden sonra gündemden düşen sınır ötesi operasyon tartışmaları yeniden başlatıldı.

Tüm bu hazırlıklardan sonra, 13 askerin, devam eden günlerde de 12 askerin PKK ile çıkan çatışmada ölmesi ve 8’inin de kaçırılmasıyla başlayan süreç bir savaş seferberliğine dönüştürüldü. Görsel ve yazılı medyanın da öncü rol üstlenmesiyle savaş tamtamları gür bir şekilde çalınmaya, milliyetçi-şoven histeriyle toplum infiale sürüklenmeye ve kitleler savaş seferberliğinin arkasına yığılmaya çalışıldı, çalışılıyor. “Türkiye şehitlerine sahip çıkıyor” kampanyası başlatan ve Türkiye’nin dört bir yanına dağılan televizyon kanalları, “halkın tepkisini ölçme” bahanesiyle kitleleri doğrudan kışkırtmaya, duygularını istismar etmeye ve naklen yayınlarda onları milliyetçi bir söylem tutturmaya zorladılar. Öyle ki şovenizmin yelkenlerini şişirmek için, ölen askerlerin ailelerini, çocuklarını ve yoksulluklarını bile kullanmaktan geri durmadılar. İkinci asker ölümlerinden sonra milliyetçi-şovenist kampanyanın çıtası daha da yükseltildi. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan burjuvazisinin toplumu infiale sürükleyerek kitleleri savaş kararı üzerinden örgütlemek üzere giriştiği yöntem aynen kopya edildi. Yaratılmaya çalışılan hava şuydu: Türkiye saldırı altında!

Türkiye’nin saldırı altında olduğu yalanı çatışmalardan saatler sonra, altında mayın patlatıldığı söylenen minibüs vakasıyla desteklendi. Böylece toplum her taraftan kuşatılarak gerçekleri sorgulamasının önüne geçildi. Nihayetinde milliyetçi-şovenist kampanya toplumda belirli düzeyde etkisini gösterdi. Medyanın yönlendirmesiyle, ama özellikle MHP ve CHP’nin, resmi ya da gayri resmi iç savaş aygıtlarının ve bir bütün olarak statükocu-devletçi burjuva güçlerin örgütlemesiyle “şehit cenazeleri” ve telin yürüyüşleri Kürt düşmanlığının ve savaş çığırtkanlığının egemen kılındığı kitlesel gösterilere dönüştürüldü. Bugün gelinen noktada, meclis kürsüsünü de kullanan MHP ve CHP, DTP’yi ve Güneydeki Kürt oluşumunu hedef tahtasına oturtarak şovenist hezeyanı daha da kışkırtmaktalar. Daha önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz pogrom tehlikesi, giderek artıyor. Türkiye’nin nerdeyse tüm vilayetlerinde DTP binalarına saldırılırken, Kürtlere ve devrimcilere dönük linç kampanyaları örgütlenmekte, Kürt düğünleri bizzat özel timler tarafından basılarak dağıtılmakta, evleri ve işyerleri faşist güruhlarca yağmalanarak ateşe verilmektedir.

Genelkurmay, yukarıda andığımız muhtırada dile getirdiği toplumsal refleks verilmiş olmalı ki, 25 Ekimde bir bildiri yayınlayarak milliyetçi-şoven gösterileri övdü ve şükranlarını sundu. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte bizzat askeri bürokrasinin doğrudan ya da dolaylı talimatıyla benzeri milliyetçi-şoven kampanyaların genişletilmesi olasılık dışı değildir. Nitekim Genelkurmay’ın övgüsüne mazhar olan Kemalistler, faşistler ve bilcümle statükocu güçler, yürüyüşleri daha şimdiden bu yöne doğru evriltmeye uğraşıyorlar. Öğretim üyelerinin kontrolünde sokağa dökülen üniversite öğrencileri, tribünleri dolduran futbol izleyicileri, Avrasya koşusuna ve 29 Ekim cumhuriyet bayramı kutlamalarına katılan kitleler Barzani’nin kuklalarını yakmaya ve doğrudan Kürtlere karşı sloganlar yükseltmeye başlamışlardır.

Öyle gözüküyor ki, statükocu güçler belirli düzeylerde de olsa hedefine ulaşmış bulunuyor. Savaş koşullarının oluşmasıyla seçimleri kaybedeceğini düşünen ve bundan dolayı bir süre boyunca tezkere kararına direnen AKP, gelinen aşamada savaş makinesinin başına oturmuştur. Kürt sorununda askeri bürokrasiden farklı bir çözüm önerir görünen AB’ci burjuva güçler bugün yelkenleri suya indirmiş ve savaş çizgisine doğru kaymaya başlamışlardır. Seçimlerde hezimete uğrayan ve cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesini önleyemeyen statükocu güçler, savaş ortamıyla birlikte siyasal alan üzerinde etkilerini artırmış bulunuyorlar. Savaş rüzgârlarının esmesiyle anayasa tartışmaları da, “demokratikleşme” de, AB reformları da gündemden düşmüştür. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan statükocu-devletçi burjuvazi, şimdiye kadar sürdürdüğü, ama kısmi olarak sorgulanmaya başlanan politikalarına yönelik yeniden iman tazeletmeyi ve bu politikaları yeniden ön plana çıkarmayı başarmıştır.

İmha edilemeyen hakikat: Kürt sorunu

Açık ve net bir şekilde ortaya koymak gerekiyor: askerlerin ölmesinin de, anne babaların acıya boğulmasının da, toplumun infiale sürüklenmesinin de, Kürt halkının milliyetçi-militarist hezeyanın hedefi haline getirilmesinin de, başlatılan savaşın da sorumlusu statükocu-devletçi güçlerdir. Yıllardan beri Kürt halkının haklı istemlerini karşılamayan, ama onların varlığını inkâr eden ve çözüm olarak imhayı dayatan da bu güçlerdir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri bu politika değişmemiştir. Geçenlerde Hasan Cemal şöyle yazıyordu: “Rahmetli meslek büyüğüm Metin Toker’den [İnönü’nün damadı] yıllar önce dinlemiştim. İsmet İnönü bir keresinde demiş ki: «Daha Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladık bu Kürtler ile ne yapacağız diye…» MİT’ten emekli üst düzeyde bir istihbaratçıyla bu yakınlarda sohbet ederken şöyle dedi: «Teşkilatta tam 41 yıl görev yaptım. Kafamızdan Kürt sorunu hiç eksik olmadı. Ve bugün Türkiye yine aynı sorun nedeniyle tarihinin en karmaşık dönemlerinden birini yaşıyor.»” (26 Ekim, Milliyet)

İtiraf edildiği gibi, Kürt sorunu cumhuriyetin kuruluşundan beri TC egemenleri için bir belâ olarak görülmüş ve imha ve inkâr yöntemiyle “çözülmeye” çalışılmıştır. Ne var ki ta 1923’ten beri uygulanan bu strateji çoktan beridir iflas etmiştir; tüm uğraşlara rağmen inkâr gerçeğe üstün gelememiş, Kürt sorunu imha edilememiştir. Tersine, uluslararası bir boyut kazanarak Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerin odak noktalarından biri olmuştur.

Fakat sorun hâlâ bir terör sorunu olarak sunulmakta, PKK Kürt sorununun bir ürünü değilmiş gibi davranılmakta ve sorunu değil de Kürtleri çözerek meselenin üstesinden gelinmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan üniformalı burjuva güçler de, Kürtlere bazı kültürel haklar verilebileceğini söyleyen AB’ci burjuva kesimler de, gerçek sorundan kaçan bir siyaset izlemektedir. Pek demokrat geçinen sözümona en has liberaller bile, konu Kürt sorunu olduğunda eveleyip gevelemektedirler. Oysa Kürt hareketinin çözüm için yaptığı önerileri geri çeviren bizzat burjuva devlettir. PKK, Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan başlayarak ateşkes ilan etti, ayrı bir Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı ve 2005’e kadar neredeyse hiç silaha başvurmadı. Ne var ki “bir çakıl taşı bile vermeyiz” siyaseti güden burjuva devlet, PKK’nin bu adımlarını “terör örgütü can çekişiyor” biçiminde yorumlayarak kendini muzaffer ilan etti ve herhangi bir adım atmadı.

PKK’ye silah bırakma çağrısı yapanlar, acaba neden çözümsüzlüğün asıl kaynağı olan devlete Kürt sorununu çöz çağrısı yapmıyorlar? Uzunca bir süredir Kürt sorununda bazı açılımlar yapılmasını istiyor gibi görünen kimi sermaye kesimlerinin ve liberal sözcülerin, “zor günlerde” düzeni kurtarmaya hazır ve nazır “paşaları” kızdırmayı göze almalarının pek mümkün olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da uluslararası bir sorun haline gelerek TC’yi sıkıştıran ve onun emperyal politikalarının önünde ayak bağı olan Kürt sorununu çözmek yerine daha da kördüğüm haline getirmektedirler.

Başta Kürt kitleler olmak üzere, liberal çevrelerde AKP’nin seçimleri müteakiben sorunun çözümüne dönük bazı adımlar atacağı bekleniyordu. Nitekim bu beklentiden ve savaş tezkeresine karşı çıkmasından ötürü AKP, seçimlerde Kürt kitlelerinden önemli ölçüde oy almıştı. Fakat AKP, belirli kültürel hakların verilmesiyle sınırlı bir çözüm planını bile hayata geçirmeye gönüllü değildir. AKP, büyük sermayenin partisi olma ve Türkiye’yi AB’ye taşıma rolünü üstlendiğinden dolayı, istemeden de olsa Kürt sorununun çözülmesi onun üzerine kalmıştır. Gerçekte AKP kadroları da Kürt sorununa statükoculardan çok da farklı yaklaşmıyorlar ve üstlendikleri rolün basıncı gevşediğinde bu, tüm çıplaklığıyla –son olaylarda olduğu gibi– açığa çıkmaktadır. “Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan” gibi Hitlervari bir söylemin (çünkü bu tamlama Nazilere aittir ve eksik olan yalnızca “tek şef”tir.) AKP’nin ana sloganlarından biri haline gelmekle kalmayarak, bir de meydanlarda Başbakan Erdoğan tarafından kitlelere tekrarlatılması AKP’nin meşrebini gözler önüne sermektedir.

Esasında AKP kendisine biçilen rolü başka türlü oynamak istemektedir. Bir taraftan Kürt sorununda adım atacakmış da buna PKK ile DTP’nin ilişkisi engelmiş gibi bir izlenim yaratarak DTP’yi sıkıştırmayı, onu yıpratmayı ve öte taraftan da bölgeye belirli ekonomik yatırımlar yaparak Kürt kitleler içindeki desteğini genişletmeyi arzulamaktadır. Böylece Kürt kitlelerini PKK ve DTP’den kopartıp kendisi üzerinden düzene entegre ederek sorunu güya külliyen çözecektir! Lakin tüm bu plan ve projelerin gerçek hayat içinde bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla sorunun gerçek siyasal muhataplarını daha baştan dışlayan, ama gene de Kürt sorununun çözümünden yanaymış gibi görünen TÜSİAD, AKP ve bilcümle liberal taife gerçek bir çözümden yana değillerdir. Statükocusundan AB’ci TÜSİAD’ına kadar tüm burjuva kesimler şu ya da bu ölçüde Kürtleri birbirine düşürerek, onları çatıştırarak ve böylece onları çözerek sorunu çözebileceklerini düşünmekteler. Çözümden yana konuşmayı pek seven liberallerin, “Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını” eleştirirken, Barzani ve Talabani’nin neden birbirine düşürülmediğini, diplomasinin en basit kuralının iki rakibi birbirine düşürmek olduğunu söyleyerek hayıflanmaları, onların nasıl bir çözümden yana olduklarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, TÜSİAD da dâhil tüm burjuva güçlerin, başlatılan savaşı desteklediklerini açıklayan bildiriler yayınlamaları, Güneydeki Kürt federe devletine ve liderlerine olmadık hakaretler yağdırmaları ve onları PKK’ye karşı savaşa zorlamaları Türkiye burjuvazisinin gerçek çözümden yana olmayan tutumunu dışa vurmaktadır.

Savaş çığırtkanlığına prim verme!

Emperyal niyetleri bir sır olmayan TC Ortadoğu’ya dalmak üzeredir, ama kimileri, sanki böyle bir niyet yokmuş gibi bunu PKK’nin sırtına yıkmaktadır. Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo bunu açıkça gözler önüne sermektedir. Üniformalı burjuvazinin savaş tamtamları çalmasının başlıca nedeni bir Kürt devletinin önüne geçmekse, diğer bir önemli nedeni de gerekli kitle desteğini arkasına alıp, AB’ci burjuva kesimleri gerileterek ayrıcalıklı konumunu korumaktır. Açığa çıkmış bulunuyor ki, emelleri için bu kesimin başvurmayacağı çılgınlık yoktur.

Bugün Ortadoğu’da oldukça karmaşık bir siyasal süreç yaşanmaktadır. Bazı noktalarda çıkarları kesişen ülkeler, kimi düzeylerde de karşı karşıya gelebilmekteler. Fakat bu karmaşada öne çıkan ve bölge ülkelerini de tavır almaya zorlayan bir şey var: İran! Bilindiği üzere ABD emperyalizmi savaş makinelerini İran’a sürmek için oldukça heveskâr ve acele ediyor. Aynı zamanda Türkiye’nin de kendi yanında İran’a karşı savaşa girmesini arzuluyor. Lakin Türkiye’nin İran konusunda tutumu hâlâ belli değildir. Ne var ki süreç hızla Türkiye burjuvazisini bu konuda karar vermeye itmektedir. Dolayısıyla da Erdoğan’ın 5 Kasımdaki ABD gezisinde, Kürt ve İran halkları üzerinden pazarlık yapılacağı aşikârdır. Kendi emellerine ulaşmak için üniformalı burjuvazinin İran konusunda ABD’ye yatması ve böylece Güney Kürdistan’a bir sefer başlatması kuvvetle muhtemeldir. Fakat üniformalı burjuvazinin motivasyonunun kaynağında yalnızca iktidar kavgasında üstün gelmek ve Kürtleri ezmek yoktur; beraberinde Kerkük ve Musul’a yönelik emeller de vardır. Özellikle 1990’dan sonra Musul ile Kerkük’ün bir zamanlar Osmanlı’ya ait olduğu görüşü emperyal politikanın bir uzantısı olarak gündeme taşınmaktadır. Ortadoğu cangılına giren Türkiye’nin emperyalist savaşın diğer aşamalarında da vurucu bir güç olarak kullanılabileceği açıktır. Bu hedef doğrultusunda ABD’nin Kürtleri gözden çıkarmasının da olasılık dışı olmadığını belirtmek gerekiyor.

Birinci Emperyalist Savaşla birlikte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki tüm devlet sınırlarını cetvelle çizdi ve Kürt halkının topraklarını dört devlet arasında paylaştırdı. O günden bugüne Kürt halkı da diğer halklar gibi rahat ve huzur yüzü görmedi. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesiyle Ortadoğu daha da içinden çıkılmaz bir cehenneme döndü. Tüm bunlar doğru olmakla birlikte eksik; zira bölgenin bu denli çelişkili ve çatışmalı bir ortama sürüklenmesinin diğer bir sebebi de Kürt halkının haklı mücadelesini yıllardır kan ve gözyaşıyla bastıran Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleridir. Evet, eğer Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanarak emperyalist güçlerin elinde bir baskı unsuruna dönüşmüşse, halklar boğaz boğaza getiriliyorsa, bunun sebebi yalnızca İngiliz ya da ABD emperyalizmi değil, aynı zamanda inkârcı ve imhacı bu dört burjuva devlettir de. Gelinen aşamada ise, kendi ülkelerindeki Kürtleri ezmekle yetinmeyen Türkiye, İran ve Suriye, Irak’taki Kürt federe devletine karşı da harekete geçmişlerdir.

Irkçı-şovenist bir temelde Kürt halkına karşı kışkırtılan, savaş için seferber edilmeye çalışılan Türkiye işçi sınıfı bu gerçeği görmek zorundadır. İşçi sınıfı için esas düşman ezilen Kürt halkı değil, ABD de dâhil olmak üzere bölgenin tüm burjuva güçleridir. İşçi sınıfının Kürt halkına karşı girişilecek bir savaştan kazanacağı hiçbir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır. İşçi-emekçi kitleler savaşı destekleyerek ezilen Kürt kardeşlerini boğazlamaya gönderilmekle kalmayacak, oluşacak köklü düşmanlıklar Kürt ve Türk işçi sınıflarının birliğini engelleyeceği için bu işten burjuvazi kazançlı çıkacaktır. Dolayısıyla da başta Türkiye olmak üzere, İran ve Suriye işçi sınıfları Kürt halkına karşı girişilecek bir savaşa karşı çıkarken, Kürt halkının özgürlüğünü de savunmalıdırlar. Bu durumda, ne bölgenin egemen güçleri ne de emperyalistler Kürt halkının sorunlarını istismar ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir, ne de halkları bu sorun üzerinden karşı karşıya getirebilirler. Böyle bir mücadele beraberinde tüm bölge işçi sınıfının birliğinin de önünü açacaktır.

Bu noktada enternasyonalist komünistlerin unutmaması gereken bir gerçek var: milliyetçilik sadece Türkiye’de yükseltilmiyor. Daha önceki yazılarımızda da ortaya koyduğumuz üzere, içine girdiğimiz dönemi belirleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist savaştır. Dünya genelinde bir gericilik rüzgârı esmektedir. Savaş hazırlıklarına girişen dünya burjuvazisi, ekonomik krizin, neo-liberal saldırıların ve yürürlüğe sokulan polis-devleti uygulamalarının etkilerini kitlelere kabul ettirmek amacıyla var gücüyle milliyetçiliği körüklüyor. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’deki milliyetçi yükseliş geçici bir olgu değildir. Önümüzdeki süreçte, emperyalist savaşın genişlemesine bağlı olarak, gerek dünyada gerekse Türkiye’de milliyetçilik ve militarizm alabildiğine azdırılacaktır. Bu nedenle, içine girdiğimiz dönemde enternasyonalist komünistlerin ve öncü işçilerin görevleri daha da ağırlamış bulunuyor. Zira savaş başlangıçları, tam da bugün Türkiye’de olduğu gibi, savaş seferberliğinin ateşli gösterilerle beslendiği, milliyetçiliğin ölüm karanlığı gibi kitlelerin üzerine çöktüğü ve geniş kitleleri etkisine aldığı süreçlerdir. Böyle dönemlerde başlıca görev, akıntıya kapılmamak, Marksizmin ışığını yitirmemek, şu ya da bu ölçüde burjuva ideolojisine prim vermemek ve çeşitli kılıklara bürünebilecek milliyetçiliğe-şovenizme karşı mücadele bayrağını daha da yükseltmektir!

26 Ekim 2007

İlgili yazılar