Irak’taki Emperyalist Savaşın İkinci Yılı: Sonuçlar ve Olasılıklar
Akın Erensoy, 11 Mart 2004

Emperyalist savaş anaforu genişliyor

ABD emperyalizminin Irak’ta başlattığı emperyalist savaşın üzerinden iki yıl geçti. 19 Mart 2003’ün şafağı sökmek üzereyken ABD savaş makineleri Irak halkının üzerine bombalar yağdırmaya başlamıştı ve bu aynı zamanda gelecekte yaşanacak büyük savaşların da habercisiydi. Bu iki yıl içinde birçok şey değişmekle kalmadı, daha büyük değişimlerin de öncülleri yaratıldı. Yangın bir yandan tüm Ortadoğu’yu sarma yolunda sıçrama yapmış, diğer yandan da hem emperyalistler arası güç dengelerindeki sarsıntıyı daha ileriye taşımış hem de yerel ve bölgesel güçler planında önemli değişimler yaşanmıştır.

Tüm bu sürecin başlangıç noktası emperyalistler arası tepişmedir ve tetiği çeken de, SSCB’nin çöküşüyle birlikte oluşan yeni dünyada hâkimiyetini koruma ve güçlendirme telaşında olan ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizmi ya elindeki tarihsel fırsatı kullanacak ve gücünü koruyacak veya İngiliz emperyalizminin yaşadığı sonu yaşayacak, emperyalist hiyerarşideki konumu ve siyasi nüfuzu zayıflayacaktı. Bu nedenle ABD emperyalizmi tarihsel gidişata önsel-iradi müdahale yolunu seçmiştir. Unutmamak gerekir ki, dünya burjuvazisinin yaşadığı deneyimler yok olup gitmemekte, tarihsel deneyimler burjuvazinin kolektif bilincine kaydedilmektedir. Bugüne kadar yaşanan tüm savaşlar ve iki büyük emperyalist savaş, ABD emperyalizmine muazzam bir deneyim sunmaktadır. Bu deneyimler, ABD emperyalizmine, “rakiplerin güçlenmeden onların gelişmesini durdur” yaklaşımının ne derece hayati olduğunu öğretmiştir. ABD emperyalizmi, daha rakip emperyalist ülkeler onun karşısına dikilecek güce ulaşmadan, “önleyici vuruş” hamleleriyle rakiplerini bertaraf etmek istemektedir. Burada ABD esas olarak elindeki muazzam askeri güce dayanarak hareket etmektedir.

ABD emperyalizminin dünyayı şekillendirme operasyonu uzun yıllara yayılacak bir savaş anlamına geliyor. Dünyanın baştan aşağı bir değişime uğraması ve “yeni bir dünya düzeninin” kurulması amacıyla ABD emperyalizmi uzun soluklu planlar hazırlamakla kalmamış, bunu hayata geçirecek askeri gücü de devreye sokmuştur. Nitekim bunu ifade eden de bizzat şu an savaşı yürüten Bush ve şürekâsı olmuştur. Bu ekibin önde gelenlerinden Rumsfeld, “Gerekirse savaş 15 yıl sürecek” demiştir. Amerikan tekelci finans-kapitali savaş programının uygulanması için Bush önderliğindeki Cumhuriyetçilere ikinci kez yetki verirken, Demokratlar şimdilik iç muhalefeti önlemekle görevlendirilmiştir. ABD finans oligarşisi savaş programını uygulayacak bir hükümeti işbaşına getirmekle kalmamış, bu hükümeti faşizan eğilimler taşıyan unsurlarla da donatmıştır. Bush, yetkilerini ilahi güçten aldığını söyleyecek kadar ileri giderken, ABD’de anti-demokratik yasalar çıkarılmakta, işçi sınıfına saldırılar adım adım ilerlemekte, toplum müthiş bir korku atmosferi içine sokularak tam anlamıyla terörize edilmektedir.

ABD, nüfuz alanları üzerinde tek başına egemen olma hakkını istemekle kalmıyor, aynı zamanda, diğer emperyalist ve yerel güçlerin nerede ve nasıl yer alacağını da belirlemek istiyor. Bu, gerçekten de dünyanın jandarmalığına soyunmaktır. Fakat diğer emperyalist güçlerin ve dünyadaki sınıf mücadelelerinin buna izin verip vermemesinden bağımsız olarak, ABD emperyalizminin böyle bir amaçla başlattığı savaş büyük altüst oluşlara yol açacak bir değişime neden olacaktır, oluyor.

Bu amaçla geliştirilen ve Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar uzanan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hayata geçirilmesi için verilen emperyalist mücadele nelerin olabileceğine delildir. Petrol ve doğalgaz yataklarının yanı sıra, geniş yatırım alanları ve büyük bir ihraç pazarı da oluşturan bu devasa bölgedeki emperyalist kapışma, bölgeyi barut fıçısına döndürmüş bulunuyor. ABD emperyalizmi giriştiği savaşta küçümsenmeyecek mevziler kazanmıştır. Afganistan’da kısa zamanda gelen “zafer” ile rüzgârları arkasına alan ABD emperyalizmi soluğu Irak’ta almıştı. Irak’ın işgali ile birlikte ABD’nin arkasına aldığı rüzgârlar yavaşlamış olsa da, bu sadece bir duraklamadan başka bir şey değildir. Bununla birlikte, ABD emperyalizmi Irak’taki egemen sınıflarla anlaşmaktan ve kimi sivri çıkışları bizzat yine Iraklı egemen sınıflarca bastırmaktan geri durmamıştır. Mukteda Sadr’ın cüppesi, büyük Şii burjuvazisi tarafından çekilivermiştir. Sünni kesimlerin ve esas olarak da eski Baas Partisinde çıkarlarını ifade eden Sünni kesimin direnişi sürmesine karşın, bu direniş ilerici talepler ileri sürmediği gibi, genelleşerek bir ulusal düzeye de yükselememiştir. İşçi sınıfı örgütsüz ve dağınık olduğundan ABD emperyalizmine karşı öfkesini ya bastırmış veya gerici Şii ve Sünni burjuvazisinin kuyruğuna takılmıştır.

ABD emperyalizmi, içerde Iraklı egemen sınıfları susturmak ve direniş odaklarının elini zayıflatmak, uluslararası düzeyde ise meşruiyet zeminini güçlendirmek amacıyla Irak’ta uzun süredir ertelenmekte olan seçimlerin önünü açmıştır. Seçimlerin yapılması ve bunun tüm dalaverelere rağmen gerek diğer emperyalist ve bölgesel güçler tarafından genel olarak onaylanması gerekse de Kürtler ve Şiilerin bizzat sürecin parçası olan yerel güçler tarafından benimsenmesi, uluslararası arenada ABD’nin elini güçlendirmiş bulunuyor. ABD emperyalizmi işgale uluslararası bir meşruiyet sağlamıştır. Böylelikle Irak’ın, “BOP” çerçevesinde, ABD emperyalizminin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasında bir dönemeç noktasından geçilmiştir.

Meselenin bir başka yanı ise ABD emperyalizminin demokrasi havarisi pozlarına girmesidir. “BOP” çerçevesinde girişilen topyekûn savaş, kimi alanlarda doğrudan doğruya silahların konuşması ile, kimi alanlarda ise ilgili ülkede oluşturulan bir muhalefet dalgasının mevcut iktidar üzerine basınç uygulamasıyla ve siyasi dengeleri ABD lehine değiştirmesiyle sonuçlanmaktadır. ABD emperyalizmi dünyadaki siyasi hükümranlığını koruyabilmek amacıyla ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Savaş, işgal, kendi çıkarlarını ABD’nin çıkarlarıyla örtüştüren burjuva kesimlere mali kaynaklar aktarılması veya “terörist” yöntemlerin kullanılması da dâhil olmak üzere, bir dizi araç devreye sokulmuştur.

Rusya’nın geleneksel nüfuz alanlarına girmekten geri durmayan ABD, başarı da sağlamış bulunuyor. Gürcistan ve Ukrayna’da ABD emperyalizminin akıttığı mali kaynaklarla harekete geçirilen ve örgütlenen kitleler, Rusya yanlısı iktidarların devre dışı kalmasını sağlamıştır. Bu dizide başka ülkeler de bulunuyor. Geçerken belirtmek gerekir ki, oluşturulan hareket suni bir zemin üzerinde, orta ve büyük burjuva kesimlerin oluşturduğu bir muhalefet dalgasıdır. ABD emperyalizmi nüfuz alanları üzerinde duran ve kendi denetiminde olmayan ülkeleri hegemonyasına almak amacıyla mali kaynaklar akıtmakla kalmıyor, harekete önderlik edecek kadroları da bizzat Washington’da, akademilerde yetiştiriyor. Ortadoğu ve Kafkasya’da ortaya konan ve şimdilerde diğer birçok ülkede gündeme getirilen iç muhalefetin örgütlenmesi taktiği, emperyalist hegemonya savaşının bir yönteminden başka bir şey değildir. ABD, emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olan bu “halk” hareketlerine “kadife”, “turuncu” veya “gül” devrimi diyerek bilinçleri de bulandırıyor. Aynı yöntem şimdilerde Lübnan’da ve Moldova’da devreye sokuluyor. Eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi bahanesini kullanan ABD emperyalizmi, içeride örgütlediği mülk sahibi sınıfların öncülüğünde kitleleri Suriye’ye karşı kışkırtmakta ve Hariri suikastını Suriye’nin üzerine yıkarak savaşı yaymanın bir kaldıracı olarak kullanmak istemektedir.

Fakat bir gerçek var ki, ABD emperyalizmi giriştiği savaşta, rakipleri karşısında daha elverişli bir konum elde etmiş bulunuyor. ABD’nin giriştiği emperyalist savaş dünyayı sarsmakta ve bugüne kadar var olan statükoları bozmaktadır. ABD’nin sistematik olarak bindirdiği basınç nedeniyle, birçok Arap devleti kendisini ABD’nin isteklerine cevap verecek şekilde yeniden organize etmeye başlamıştır. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler “BOP” çerçevesinde ABD emperyalizminin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlar. Suriye Lübnan’daki askeri birliklerini geri çekme kararı almak zorunda kalıyor. Bu ülkelerdeki kastlaşmış siyasi yapıları yıkarak, kendi denetiminden çıkmayacak ve kapitalist gelişmenin derinleşmesinin önünü açacak yeni siyasi yapılar oluşturmak istiyor ABD. Nitekim Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde sözümona burjuva parlamenter rejime geçmek için “reformlar” yapılıyor. Libya’nın asi çocuğu Kaddafi çoktan Bush’un dostu oluverdi. İran ve Suriye ABD emperyalizminin namlusunun ucunda. Uzak Asya’da Çin ile ABD karşı karşıya. Orta Asya’da Kırgızistan gibi ülkeler ABD’nin “devrimler” kuşağında yer alıyor.

Ancak savaş, tüm dengeleri yıkmakla kalmaz, istemeden de olsa yeni gelişmelerin de önünü açar. ABD’nin bu bölgelere dengeleri değiştirmek üzere girmesine, diğer rakip devletler de sessiz kalmıyorlar elbette. Almanya ve Fransa gibi emperyalist devletler, ABD’nin peşinden koşmaya, ona yetişerek onu engellemeye çalışıyorlar. Emperyalistler arası yürüyen bu kavga tüm diğer kapitalist ülkeleri saflaşmaya itiyor. Öyle ki, ABD’nin bindirdiği basınca AB bile dayanamamakta ve Birlik içerisinde çatlaklar oluşmakta. Almanya ve Fransa AB içersindeki ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmakta zorluk çekiyorlar.

Irak seçimlerinin gösterdikleri

Irak’ta 30 Ocakta yapılan seçimler yürüyen emperyalist hegemonya savaşına ve bölgedeki dengelere yeni bir boyut getirmiş bulunuyor.[1]  Seçimlerin galibi Şiiler gözükürken, Kürtler aldıkları oyla denge hesaplarında belirleyici bir konum elde etmiş durumdalar. Esasında şimdiki tartışma, bir tarafta seçimlerle birlikte daha fazla uluslararası onay gören bir Irak’ın ABD emperyalizmine sunacağı avantajları, gelişecek beklenmedik olayların nasıl etkileyeceğine yöneliktir. Kerkük ve Sünniler gibi faktörler belirsizliği tetiklemekte ve gelecekteki bir iç savaşa ortam hazırlamaktadır. İç savaş ve direnişin yayılması genel bir hal alırsa, bu kuşkusuz dengeleri değiştirecek ve ABD’nin planlarını zayıflatırken diğer emperyalistlerin daha avantajlı bir konuma yükselmesine neden olacaktır. Ancak şimdilik, ABD Irak seçimlerinden uluslararası politik arenada güçlenerek çıkmış ve bunu hedef tahtasındaki Suriye ve İran’a daha fazla basınç bindirerek ortaya koymuştur.

Kuşkusuz Irak’taki seçimler yeni belirsizlikleri de beraberinde getirmektedir. Şii Arap grupların tüm Irak’a sahip olma isteği ve Sünni Arapların eski rolüne soyunmaları iç çatışma potansiyelini her zaman canlı tutacaktır. Ancak ABD dünyada hükümranlığını icra edebilmek amacıyla bir an önce Irak’ta düzen istemektedir. Şii burjuvazi, İran modelini kopya etmek veya Irak’ı İran’la ittifaka sokmak gibi bir niyeti olmadığını açıklamıştır. Önde gelen Şii liderlerden Adil Abdül Mehdi’nin Amerikan CNN’e çıkıp söyledikleri tam olarak bunlardı. Yanı sıra, “bir Şii hükümeti veya İslami bir yönetim istemediklerini” ısrarla belirtti. Oyların yüzde 48’ini alan Şii ittifakının lideri Abdül Aziz Hekim, “milli birlik hükümeti” çağrısı yaptı; unutmamak gerekiyor ki, Şiiler bugünkü durumlarını ABD emperyalizmine borçlular. Burjuvazi için önemli olan din-iman değil, sermayesini nasıl çoğaltacağıdır.

Bununla birlikte seçimler, Irak’ta yürüyen direnişin muhtevasına ilişkin tartışmalarda, direnişi “anti-emperyalist” olarak niteleyen anlayışların yanlışlığını bir kez daha açığa çıkartmış bulunuyor. Sünni Arap burjuva kesimlerin bir bölümü iktidardan dışlanırken, bir başka kesimi ise iktidar nimetlerinden faydalanmak amacıyla işgalci ABD emperyalizmi ile uzlaşmıştır. İşte kimi sol kesimler tarafından anti-emperyalistmiş gibi sunulan bu direnişi örgütleyenler ve çok büyük oranda gerçekleştirenler, iktidardan dışlanan bu Sünni kesimlerdir. Bunlar eski güzel günlere geri dönmek isteyen ve iktidar ayrıcalıklarını Irak’ın diğer egemen güçleriyle paylaşmak istemeyen gerici kesimlerdir. İşgale ve işgalcilerin işbirlikçilerine karşı mücadeleleri ve direnmelerini güdüleyen tek faktör budur. Kapitalizmle en ufak bir sorunu olmayan ve varlıklarının temelini bu sisteme dayandıran bu kesimlerden anti-emperyalizm beklemek ne yazık ki solun geniş kesiminin hâlâ üstünden atamadığı bir illettir.

Şiiler ise tamamen işgalci gücün Irak’taki varlığının omurgasını oluşturacak bir pozisyon almış bulunuyorlar. Mukteda Sadr’ın başlattığı direniş, Şiilerin iç mekanizmaları yoluyla kontrol altına alınarak susturulmuştur. Sadr da, diğer Şii kesimler gibi, Şii seçim bloğuna katılarak ABD’nin ülkedeki varlığını fiilen de, resmen de tanımış bulunuyor. Böylelikle, Mukteda Sadr gibilerin işgalci ABD emperyalizmi ile çıkarları örtüştüğü vakit susuverdikleri bir kez daha görülüyor.

Seçimler elbette her kesim için başka anlamlar ifade ediyor. Kürt halkı hâlâ boyunduruk altında ve Sünni Araplar gibi Şii Araplar da Kürtlerin özgürlüğüne karşılar. Bununla birlikte, seçimler Irak’ın diğer bölgelerinden farklı olarak Kürt halkı için bağımsızlık özleminin dile getirildiği bir referanduma dönüşmüştür. Kürt kitleler artık kendi kaderlerini tayin etmek istemektedirler. Fakat başta Türkiye olmak üzere İran ve Suriye Kürt halkına karşı birleşmiş bulunuyor. Bu üçlü, Kerkük merkezli bir bağımsız veya federe Kürdistan devletinin, bugüne kadar ezerek egemenlik altına aldıkları Kürt kitleler için moral ve motivasyon sağlayarak örnek teşkil etmesini istemiyorlar. Kürt meselesi, Kürt halkından bağımsız olarak, uluslararası bir anlam kazanmış ve hegemonya savaşının kozlarından birine dönüşmüştür. ABD ile Türkiye arasında bugünlerde yaşanan krizin gerçek nedeni ise yine Kürtler ve Kerkük meselesidir.

Kürt partileri, Kerkük’ü kurulacak Kürdistan federe devletinin başkenti yapmak isterken, Sünni Araplar, Şiiler ve Türkiye şiddetle bu isteğe karşı çıkıyor. Kürt partileri Irak devletinde başbakanlık ya da cumhurbaşkanlığı düzeyinde görevler almak istiyorlar.[2] Kurulacak Meclisin atadığı hükümet, Irak Anayasasını yaparak 15 Ekimde referanduma sunacak. Buna karşın üç vilayet referanduma hayır derse, seçimler geçersiz sayılacak. Kürtlerin elinde, kâğıt üzerinde de olsa, böyle bir koz var gibi gözüküyor. Ancak olayların nasıl gelişeceğini zaman gösterecektir.

Bir Kürdistan devletinin kurulması bölgedeki dengeleri köklü bir biçimde değiştirecek dinamikleri harekete geçirecektir. Bunu bilen bölge devletleri şiddetle bir Kürt devletine karşı çıkıyorlar. Türkiye, İran ve Suriye’nin amansızca bir Kürt devletine karşı çıkmasının nedeni, bölgedeki dengelerin değişmekle kalmayacağı ve hesap edemedikleri dinamiklerin de harekete geçeceğidir. Kuşkusuz Kürt burjuvazisi de, Kürt yığınları mücadeleye sevk ederek kendine yönelecek bir mücadelenin önünü açmak istemiyor. Öyle görünüyor ki, Filistin sorunu gibi Kürdistan meselesi de, yürüyen emperyalist hegemonya savaşının gidişatına göre şekillenecektir bu koşullarda. Bu koşullarda diyoruz; çünkü bölgedeki işçi sınıfı örgütsüz ve dağınık durumda ve enternasyonalist devrimci bir önderliğe ne yazık ki sahip değil. Koşullar tersine çevrilecekse bu, işçi sınıfının mücadeleye girerek tüm toplumsal sorunlara neşter atmasıyla olacaktır.

Diğer durumda, nasıl ki geçmişte İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’da cetvelle ulus-devletler yaratarak bu devletleri kendi nüfuzuna aldıysa, ABD de federal bir yapıya büründürdüğü Irak “ulus-devlet”inin bileşenlerini birbirlerine karşı kullanarak kendini merkeze koymak isteyecektir. Bu federal yapının bileşenlerini birbirlerine karşı koz olarak kullanmaktan ve onları kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Bu bağlamda, ayırt edilmesi gereken önemli bir nokta var; ABD emperyalizmi Arap halkını mezhep temelinde bölerek karşı karşıya getiriyor. Araplar, Irak’ta geçmişten beri ezen-egemen ulus durumundadır. Esas sorunu burada Kürtler oluşturmaktadır. Kürtler ezilen bir ulus olma konumundan, federatif bir yapı sayesinde devletin “ortağı” konumuna yükseliyorlar. Fakat ulusal sorun böylelikle çözülmüş olmuyor. Kürt halkı kendi kaderini tayin hakkını özgürce kullanma hakkına sahip olmuş ve bu kararı özgür iradesiyle karara bağlamış değildir. Yani boynuna vurulan boyunduruk sadece gevşetilmiş durumda. Bu federe devlet ise emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden şekillenmektedir. Federatif bir yapı içinde ABD emperyalizmi gerektiğinde Arapları Kürtlere karşı kışkırtmaktan geri durmayacaktır. Elbette bunun tersi de geçerlidir. Ancak Kürt halkının öfkesi ezilen bir halkın taleplerini yansıtırken, Arapların şovence tutumu tahakkümü sürdürme arzusundan başka bir şey değildir.

Bu durum Filistin halkı için de geçerlidir. ABD ve İsrail kendi “Yol Haritalarını” Filistin halkına dayatmakta, Filistin halkının üzerine bombalar yağarken bir tercihte bulunmaları istenmektedir. Şarm el-Şeyh’te başlatılan “barış” görüşmeleri onca şişirilmesine karşın, Filistin halkına susmak ve çaresizce boyun eğmekten başka bir şey sunmamıştır. Geçenlerde ise Filistinli örgütlerin bombalama eylemleri sonucunda İsrail tüm görüşmeleri durdurduğunu açıklamıştır. Filistin burjuvazisinin korkakça davranmasına ve tüm uzlaşma çabasına karşın İsrail ve ABD emperyalizmi bildikleri yoldan dönmüyorlar. Demek ki, Filistin ve Kürt halkının boynuna vurulan boyunduruk kırılmadan ve ulusal sorun çözülmeden halklar arasında bir barış ve kardeşliğin oluşması mümkün değildir. Hele bunu emperyalist çıkarları temelinde halkları birbirine karşı sürekli kışkırtan ABD emperyalizmi hiç yapamaz. Halklar arasında gerçek bir kardeşliği, barışı ve birliği sağlayacak olan tek şey, hem Ortadoğu’da hem de dünyada işçi sınıfının siyasal iktidarı alarak başlatacağı toplumsal bir devrimdir.

Savaş devam ediyor: Hariri suikastı

ABD emperyalizminin başı Bush, İncil’den ayetler okuyup, yıldızlardan vahiy geldiğini söyleyerek savaş naraları atmıştı Ocak ayındaki Başkanlık yemini konuşmasında. Tüm dünyayı savaşla tehdit eden Bush, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde nasıl bir politika izleyeceğini de ortaya koymuştu; daha aktif ve savaşkan bir politika! Irak’a ilk kez “özgürlük” geldiğini açıklayan Bush, “Birliğin Durumu” konuşmasında “özgürlük tarihinde çok önemli olaylara tanık oluyoruz” diyerek ABD’nin Ortadoğu ve diğer nüfuz alanları üzerinde kazandığı başarılara değiniyordu. Suriye, İran ve Kore’yi tehdit etmekten geri durmayan tekelci finans-kapitalin bu kaba mümini, İncil’den alıntılar yaparak süsledi “özgürlük” çağrısını: “Ve bu gece İran halkına diyorum ki, kendi bağımsızlığınız için mücadele ettiğiniz sürece, Amerika da yanınızda olacaktır.”

ABD’nin Iraklı yoksul yığınların yanında nasıl olduğunu biliyoruz. Bush’un konuşması sonrasında, yeni Dışişleri bakanı Condoleezza Rice Ortadoğu’yu dolaşırken, savaş boruları daha bir gür çalmaya başladı. Rice Ortadoğu ve Avrupa’yı gezerek ABD emperyalizminin girdiği yoldan dönmeyeceğini anlatmıştır. Aynı günlerde ABD emperyalizminin tüm sözcüleri Suriye ve İran’a yüklenerek, iki sene önce Irak’ta nasıl bir oyun tezgâhladılarsa yine buna benzer bir oyunu sahneye koymaya başladılar. İran ve Suriye nükleer silah bulundurdukları, “demokratik” olmadıkları, “terörist” hareketleri destekledikleri gerekçesiyle “terörist” devlet ilan edilerek savaş ortamı yaratılmaya çalışılıyor. ABD emperyalizmi, İran’ı ve Suriye’yi sıkıştırmak amacıyla AB ülkelerine baskı uygulamaktan da geri durmamıştır. Nitekim Rice, Ortadoğu ve Avrupa turunu bitirmeden iki gelişme yaşandı. İran ve Suriye, ABD’nin baskılarına karşı ortak cephe kurduklarını açıkladılar; bundan birkaç gün sonra ise Lübnan eski başbakanı Refik Hariri öldürüldü.

Hariri’nin öldürülmesi ne tesadüftür ki ABD emperyalizminin savaşı yaymak istediği bir süreçte meydana gelmiştir. Bilâhare, ABD emperyalist sözcüleri Suriye’yi Hariri’yi öldürmekle suçlayarak topyekûn bir yaylım ateş başlatmışlardır. Suriye’nin Lübnan’da bulundurduğu 14 bin askerini çekmesini isteyen ABD, konuyu diplomasi alanına da taşıyarak BM’den Suriye’ye baskı uygulamasını istemiştir. Gerçek olan bir şey var ki, Hariri suikastı ABD’den ve İsrail’den başka kimsenin işine gelecek cinsten değildir. Nitekim bu suikasttan sonra ABD emperyalizmi Lübnan’da örgütlediği muhalefeti sokaklara dökmekle kalmamış, emperyalist hegemonya savaşına böylelikle meşruiyet yaratarak Almanya, Fransa ve Rusya’yı İran ve Suriye’nin üstüne gitmeleri için sıkıştırmıştır da. Bu amaçla bir dizi uluslararası görüşmeler başlatılmış ve demir yumruğun üzeri burjuva diplomasisinin kadife kumaşıyla örtülmüştür. Aynı günlerde NATO zirvesi vesilesiyle Bush Avrupa’yı gezerek Avrupalı emperyalistlere ne kadar kararlı oldukları mesajını vermiştir. Bush Slovakya’da Putin ile görüşerek İran pazarlığı yapmış ve Moldova gibi ülkelere “kadife” devrim çağrısında bulunmuştur.

ABD emperyalizmi bastırdıkça hem AB ülkeleri hem de Rusya bunalıyor, terliyor. Sadece bu ülkeler değil elbet. ABD’nin savaşkan politikaları tüm bölgeyi bir ateş çemberi içine almaktadır. Ortadoğu ve Kafkasya tam anlamıyla barut fıçısına dönmüştür. İran ve Suriye ABD emperyalizmi karşısında Almanya, Fransa ve Rusya’yla ittifak yapmaya çalışıyor, fakat bu ülkeler kendi dertlerine düştüklerinden nüfuz alanlarını nasıl kurtaracaklarını bilmiyorlar. Aynı şekilde bölgede sıkışan diğer bir ülke de Türkiye’dir. Irak savaşında ABD’ye istediği desteği istediği boyutlarda vermeyen TC, şimdi bunun vebalini çekiyor. ABD, “küçük kardeşinin” yaptığı hatayı burnundan fitil fitil getirmekten geri durmuyor. 1 Mart tezkeresine evet diyerek savaşa aktif olarak katılıp Irak içlerine girerek bir Kürt devletinin oluşmasını önleyemediğinden, TC, şimdilerde uluslararası bir sıkışıklığın içine düşüvermiştir. ABD, İran’a savaş açarken TC’yi yanında görmek istiyor; eğer buna yanaşmazsa, Kürt devletini tanıyacağı tehditlerini savuruyor aba altından. Kürt ve Kıbrıs sorunları Türkiye burjuvazisinin ayağına takılmaya devam ediyor. Türkiye egemenleri korkunç bir sıkışmışlığın içinde debelenip duruyorlar. Eğer İran’a savaş açılır ve TC bu savaşa aktif ya da pasif destek olursa, bu içeride beklenmedik tepkilerin oluşmasıyla sınırlı kalmayacak ve belki de patlamalar gerçekleşecek. AKP hükümeti Müslüman bir taban üzerinde kendini var ediyor ve İran savaşı TC’nin iç dengelerini beklenmedik bir şekilde sarsabilir. Bundan dolayı efelenip duran AKP hükümeti, Rice geldiğinde şikâyet edip, yakınmıştır. Kerkük merkezli bir Kürdistan devletine karşı çıkan TC, ABD’nin İran ve Suriye dayatması karşısında dizini dövüyor.

İçinden geçtiğimiz durum, emperyalist savaşın daha da alevlendiğini göstermektedir. ABD emperyalizminin dayatmaları ve nüfuz alanları üzerinde aktif baskısı yeni bir harmanlanma yaşanmasına neden olabilir. Önümüzdeki süreçte bölge devletleri, AB ülkeleri, Rusya ve Çin yeni kararlar almak zorunda kalacaktır. İran ile nükleer atıkların depolanması için anlaşma yapan Rusya, ABD’nin baskısı sonucunda anlaşmayı askıya almıştır. Fakat bunun yanında Rusya İran’a nükleer silah üretecek malzeme satmaya devam ediyor. Aynı şekilde Rusya Suriye’ye silah satmayı da sürdürüyor. Çin ile İran arasında silah ve enerji anlaşmaları yapıldı kısa dönem önce. Öyle anlaşılıyor ki, emperyalist ülkeler arasında önümüzdeki dönemde nüfuz alanları üzerinde yeni pazarlıklar yapılmaya devam edilecek. Ancak bu anlaşmalar veya ittifaklar kapitalizmin krizini, dolayısıyla da çelişkilerini çözerek emperyalist hiyerarşiyi şekillendirmeye yetmeyeceğinden yaşanan çatışma sadece ertelenmiş olacaktır. Derinden derine işleyen süreç ve bu süreci değişime zorlayan üstyapıdaki baskı yeni gelişmelerin önünü açacaktır.

Bununla birlikte bugünkü emperyalist statüko sarsıldıkça, bölgedeki halklar uyanabilir ve savaş istemeden de olsa kitleleri anaforun içine çekebilir. Kapitalizmin itici gücü savaş, bir taraftan insanlığın tüm maddi ve kültürel güçlerini bir yıkımın eşiğine getirirken öte taraftan da, istemeden de olsa yeni gelişmelerin önünü açıyor. Bu, tarihte her zaman böyle olmuştur ve yine böyle olmaktadır. Gelişmelerin temelinde sınıflar savaşımı vardır. Zorunluluklar tesadüfler ile birleşerek ve birbirini etkileyerek bir bütün meydana getirirler. Savaşlar devrimlerin anasıdır der Marksist önderler. Her büyük savaş büyük gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Birinci Emperyalist Savaş, bu büyük yıkım aygıtı, Ekim 1917 Devrimine de hayat vermiştir. Ve bu devrimdir ki, emperyalist-kapitalist sistemi yörüngesinden çıkartarak tarihin gidişatını değiştirmiştir. Unutmamak gerekiyor ki, var olan her şey ya karşıtını da doğurur ya da karşıtıyla vardır. Olaylar hiçbir zaman tam olarak öngörüldüğü gibi gelişmez; girişilen her hareket çeşitli aşamalardan geçerek ve bu süreçlerde kendi karşıtını yaratarak ilerler. Birçok etmen birleşerek ve başka beklenmeyen sonuçları da yaratarak, karmaşık bir süreçte yol alır. Savaş, hiçbir zaman savaşı başlatan emperyalist ülkelerin istediği doğrultuda gitmez. Çoğu zaman emperyalistlerin kontrolünden çıkar ve karşıtını yaratarak döner onları vurur. Onların iradesi dışında, tarihsel zorun bindirmesiyle hareketlenen yığınlar olayların gidişatına müdahale etmekle kalmayıp, bizzat tarihsel-politik gelişmeleri de belirlemeye başlayabilirler. ABD emperyalizmi öncülüğünde yürütülen savaş ve bölgedeki dengelerin sarsılması da, her halükârda bir değişikliği, altüst oluşu beraberinde getirmekle kalmayacak, diyalektik bir süreçle kendi karşıtını da yaratarak ilerleyecektir. Ne demişti Lenin; emperyalist savaşlar proleter devrimlerin anasıdır!

11 Mart 2005


[1] Irak halkı 30 Ocakta, Filistin halkı gibi, şakağına namlular çevriliyken ve bir taraftan da bombalar patlarken sandık başına gitti. Seçim günü tüm araçların sokağa çıkışı yasaklandı. Sünni kesimler genel olarak seçimleri boykot ederken seçimlere esas katılanlar Şii Araplar ile Kürtler olmuştur. Kayıtlı 14,2 milyon seçmenden 8 milyon 456 bini oy kullanırken, seçime katılım oranının %58 civarında olduğu açıklandı. Şiilerin Birleşik Irak İttifakı (tüm Şii grupları kapsıyor) geçerli oyların %48’ini, Kürtler %26’sını, ABD’nin atamış olduğu geçici Başbakan Allavi’nin Irak Koalisyonu ise %14’ünü aldı. Ayrıca Güney Kürdistan’da Kürdistan Parlamentosunun oluşturulması için de bir seçim yapılırken, aynı esnada bağımsızlık için gayri resmi bir referandum da gerçekleştirildi. Daha sonra yapılan valilik seçimlerini ise, Musul ve Kerkük dahil tüm Güney Kürdistan’da genelde Kürt adaylar kazandı.

[2] En son haberlere göre pazarlık sürecinde Talabani’nin devlet başkanlığı Şiilerce kabul edilmiş durumda.

İlgili yazılar