Uğur Yücel’in Yazı Tura Filmi: Kürt Sorununun Adını Koyamamak!
Akın Erensoy, 25 Ekim 2004

Uğur Yücel’in geçenlerde gösterime giren Yazı Tura filmi 41’nci Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film seçildi. Film, ayrıca on ayrı dalda ödüle layık görüldü. Tüm bunlara rağmen şu sıralar gösterimde olan filme “beklenen” ilginin gösterilmediği görülüyor. Film, burjuva medya tarafından oldukça öne çıkarıldı; yazar-çizer takımı, eleştirmenler, filmi ve Uğur Yücel’i kutsadılar. Onlara göre film, söyleyeceklerini sakınmadan söyleyen, çok cesur bir film!

Uğur Yücel bu filmle “toplumsal olaylara karşı duyarsız kalmadığını” iddia ediyor. Zaten, daha filmin proje aşamasında ve filmin çekilme dönemlerinde kendisiyle yapılan röportajlarda, yaşananlarla bir hesaplaşmaya girdiğini söylüyor. Meselenin özü burada düğümleniyor; Uğur Yücel girdiği bu hesaplaşmada ve gündelik hayatın eleştirisini yaparken nerede duruyor, söyledikleri ve yaptıkları neye hizmet ediyor?

Film, Kürdistan’da TC’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli savaşın içinde yitip giden askerleri anlatıyor. İki askerin âdeta yok sayılan, adı dahi konmayan savaştan “gazi” olarak evlerine dönüşleri ve onların günlük hayatın içinde toplumla bağ kurma mücadeleleri. Filmin ilk anlattığı öykü, Göreme’de geçiyor. İkincisi ve bu ikinci öyküyle birleşen bir başka üçüncü öykü İstanbul’da. Savaştan bacağını kaybetmiş olarak eve dönen Göremeli Şeytan Rıdvan (Olgun Şimşek) ile kulağı sağır olarak eve dönen İstanbullu Hayalet Cevher (Kenan İmirzalıoğlu) yaşadıkları ortama yeniden ayak uydurmaya çalışırken, bir taraftan da askerden getirdikleri sorunlarıyla boğuşuyorlar.

Yücel, filmi iki bölüme ayırarak ve üç ayrı öyküyü iç içe geçirip birbirine bağlayarak “toplumsal sorunlara” değinmeye çalışıyor. Yazı Tura’da göze çarpan ve giderek sırıtan öğe, ne kadar toplumsal sorun varsa bu filmin içine tıkıştırılması olmuş. İki “gazi asker” üzerinden toplusal sorunlara eğilme kaygısı, her şeye değinme, ama bir yanıyla da hiçbir şeye değinmemeye yol açmış. Filmin değerlendirilmesine birinci bölümünden değil, ikinci bölümünden başlamak gerek. Çünkü filmin sonu, giderek filmin ağır basan yönünü oluşturuyor; birinci bölüm unutuluyor, silikleşiyor, konu başkalaşıyor.

Vatanına, bölünmez bir bütün olan milletinin topraklarına göz diken “teröristlere” hak ettiği cevabı vermek gerektiği yalanlarıyla beyni yıkanıp askere giden bir gencin yaşanan savaşın içinde vahşileşmesi, Hayalet Cevher karakteri üzerinden anlatılıyor. Yaşadığı savaş onu sakatlamış, psikolojik olarak çökertmiş ve Cevher giderek uyuşturucuyla yaşar hale gelmiştir. Burada ikili bir kişilik söz konusu; bir taraftan Cevher o bildiğimiz küçük-burjuva hayallerle doludur. Hayali kendine bir büfe açarak temiz yoldan ekmek parasını kazanarak mutlu olmak ve kimseye muhtaç olmamaktır. Diğer taraftan ise çek-tahsilat işinin içine çekilen, uyuşturucuya müptelâ, insanların kafa derilerini yüzmekten geri durmayan, gözü dönmüş bir cani! Bu sahnelerin birinde Cevher kafa derisi yüzerken, diğerinde öldürdüğü birinin kulağını kesmektedir. Kürdistan’da öldürülen gerillaların kulaklarının, burunlarının nasıl kesildiği, cesetlerinin nasıl parçalanıp üzerinde fotoğraf çektirildiği ise ancak izleyicinin bunu akıl etmesi ihtimaline terk edilmiş. Cevher savaşın etkisinde kalarak saldırganlaştığı için mi kulak kesiyor, yoksa askerdeyken kulak kesmek, öldürülen gerillaların vücutlarını parçalamak yürütülen bu kirli ve haksız savaşın bir parçasıydı ve bizzat üst rütbeliler kulak kesenleri ödüllendiriyordu da, bu alışkanlık oradan mı kalmıştı? Uğur Yücel, Cevher’in bu alışkanlığı nereden edindiğini söylemiyor bizlere.

Hayalet Cevher’in hayat mücadelesini izlerken, bu ikinci öyküye bir başka öykü daha giriyor. Uğur Yücel filmin geçtiği yılı bilinçli olarak 1999 olarak seçmiş. Böylelikle depremi de işin içine katarak başka öyküler üzerinden toplumsal sorunlara değinmeye çalışıyor. 17 Ağustos depremiyle birlikte Cevher başka sorunların içine çekilir. Cevher’in babası enkaz altından kurtarılırken amcası ölür. Yücel, bu sahnelerde Yunanistan-Türkiye sorununu işin içine katar. Yunanistan’ın deprem zamanında gösterdiği yakın ilgiye ve atılan barış nutuklarına yönetmen kendi cephesinden, “herkes kardeştir” mesajıyla yanıt vermeye çalışmış. Birdenbire Cevher’in babasının iki evli olduğunu, ilk eşinin Rum olduğunu ve Kıbrıs olayları dolayısıyla bir oğluyla birlikte göç ettiğini öğreniyoruz. Deprem dolayısıyla Yunanistan’dan gelen ilk anne ile büyük kardeşin, kulak kesen milliyetçi lümpen Cevher’le ilişkileri üzerinden kurulmaya çalışılan Yunan-Türk dostluğunu izliyoruz. Baba, her ne olmuşsa Rum eşine karşı nedamet getirmiştir. Düşman Yunanlılar şimdi kardeş olmuş, İstanbul Rumların da yurdu olmuştur. Böylelikle Yücel, aynı film karelerinde Kürt sorunu, deprem, mafya, Türk-Yunan sorunlarına değinmiş oluyor kendince. Ama filmin son sahneleri ile birinci bölüm arasında kesin bir kopuş yaşanıyor. Kürt sorununa ilişkin bir şey söylenmeden Türk-Yunan ilişkileri konu ediliyor. Ne yazık ki filmde Türk-Yunan sorunu, Kürt sorunundan fazla yer tutmuş bulunuyor.

Küçük-burjuva sulu gözlüleri fethedecek bir film

Film ilk bölümünde kısaca da olsa Kürt sorununa değiniliyor. Bu da bir eski aşk üzerinden yapılıyor. Kürdistan’da Kürt halkına karşı girişilen kirli savaşta bacağını kaybeden Rıdvan, Göreme’ye dönünce kahraman gibi karşılanacağını düşünürken hayal kırıklığına uğrar. Herkes ona topal, sakat muamelesi yapar. Bacağını savaşta değil mayına basarak, beceriksizce kaybettiği dedikodusu yayılır. Rıdvan’ın askerde gerillaları nasıl öldürdüklerine ilişkin anlattığı kahramanlık hikâyelerine kimse inanmaz. Futbolcu olmayı hayal ederken topal kalan Rıdvan’ın sevdiği kız bacaksız kalmasından dolayı onunla evlenmez, başkasıyla kaçar. Onca savaşmaya karşın, beklediği ilgiyi bulamayan, buna karşılık bir de dışlanan, sevdiği kızın “ihanetine” uğrayan Rıdvan intihar eder.

Öncelikle bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Bu topraklarda bir iç savaş yaşandı ve TC devleti tüm kurumlarıyla yaşanan savaşı emekçi yığınlardan saklamaya çalıştı, savaşın tüm çıplaklığıyla görülmesini engelledi. Türk milliyetçiliği körüklendi ve bilinçsiz kitleler Kürt halkına karşı kışkırtılarak düşmanlık yaratılmaya çalışıldı. Ölen askerlerin cenaze namazları Kürt halkına karşı şovence duyguların ateşlendiği ayinlere dönüştürüldü. TC devleti kitleler üzerinde derin bir baskı kurdu ve onları suskunluğa itti. Onca insanın ölmesine karşın, savaşın zayiatı gözlerden ırak tutuldu. Daha çok, Kürt halkına karşı öfke kusan cenaze namazları ekranlara yansıdı. Türk ordusunun katliamdan geçirdiği köylüler, daha yeni doğmuş bebeklerin hunharca, yakılan evlerle birlikte öldürülmesi PKK’nin işi olarak sunuldu.

Gösterilen bir savaş değil, gözü dönmüş “teröristlerin” çeteci yöntemlerle insanları öldürmesiydi. Oysa her gün onlarca asker ölüyordu savaşta ve kimse tam anlamıyla ne olup bittiğini bilmediği gibi bu ölen askerlerin aileleri de birbirlerinden haberdar değillerdi. Her şeyin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Yaşananın bir iç savaş olduğu, bir halkın özgürlüğü için harekete geçtiği gözlerden ırak tutulunca, savaşın yıkıcı yüzü TC kentlerine yansımadı. Ama Kürdistan yerle bir edilmiş ve milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmişti. Savaşın yıkıcı yüzü uzaktaydı; hakim algılama biçimi, daha çok, bir kısım “teröristin” dış ülkelerin kışkırtmasıyla vatanı bölmek istediği yönündeydi. Bu “haince girişime” karşı ölmek ise kutsal vatan göreviydi! Adeta toplum bir körleşme yaşıyordu; askerden dönenler ise gördükleri gerçeği ne anlatabiliyor ne de düşmanlarının neden Kürtler olduğu sorusuna adam akıllı bir cevap bulabiliyorlardı. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu, siyasal örgütlerin dağınık olduğu bir dönemde toplum üzerine bir karanlık çökmüştü. Bu karanlık hâlâ devam ediyor.

Uğur Yücel, hiçbir şekilde Kürt sorununun gerçek yüzüne değinmiyor. Film fazlasıyla tek taraflı bir bakış açısına sahip. Gerek Rıdvan ve gerekse Cevher’in askerlik sonrasında yaşadıkları hayatı izleyen seyirciye verilmeye çalışılan şu: Rıdvan’ın yaşadıklarının ve intihar etmesinin sebebi savaştır, savaşın sebebi ise “terördür”! Film, adetâ kahramanların hak ettikleri değeri görememeleri üzerine kurulmuş. Onca savaştılar, sakat kaldılar ve şimdi onlara gereken değer verilmiyor. Vietnam’ı genç kuşaklara şirin göstermeye çalışan ABD’li yönetmenler, Rambo örneğinde, savaşmış ama haksızlığa uğramış bir efsane yaratmaya çalışmışlardı. Öyle ki, İstanbul’da birisinin önce boğazını sonra da kulağını kesen Cevher, polisin etrafını sarmasıyla birlikte “ben savaştım, ben gaziyim, bana dokunmayın” diye bağırıyor. Aynı şekilde Rıdvan da gittiği kahvehanede tatsızlık yaşayınca aynı yönteme başvuruyor; “ben sizin için savaştım!”

Yönetmen, söz konusu “gazileri” bir iç sorgulama noktasına, yaptıklarının bir muhasebesini yapma noktasına getirmiyor. Onlar savaştılar ve böyle oldular! Yani savaş kötüdür. Ama yaşanan savaş kimin savaşı, kim kime karşı savaşıyor; dahası bu savaşta tarafsızlık söz konusu olabilir mi? Bu soruların cevabı yok! TC’nin Kürt halkına karşı giriştiği yok etme savaşını görmezden gelerek, savaşın yarattığı psikolojik sonuçları göstererek ne toplumsal sorunlara değinilebilir ne de savaşa karşı durulmuş olunur. Yapılan tastamam küçük-burjuva pasifizmidir. Küçük-burjuvanın iç huzursuzluğu! Onlar her türlü savaşa karşıdırlar sözde, savaşın sonuçlarını insanlık dışı olarak görürler! Savaşı kötülerler, ama TC’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşı kınayacaklarına, Kürt halkının özgürlük savaşını kınarlar!

Filmin açılış sahnesinde dağda süren çatışma gösteriliyor. Bu, filmin yaşanan savaşa değindiği tek sahne. Daha sonra Rıdvan’ın geriye gidişlerle bu sahneyi yeniden canlandırmasından anlıyoruz ki, Rıdvan bacağını mayına basarak kaybetmiş. Ama bunun nedeni gerillalar değil. Öldürülen gerillalar hayasızca sürükleniyor, soyuluyor. Öldürülen bir kadın gerillanın üzerinden Rıdvan’la birlikte çekilmiş bir fotoğrafı çıkıyor. Bu gerilla (Elif), liseyi Göreme’de Rıdvan’la aynı okulda okumuş ve onun sevgilisi olmuş. Daha sonra asıl memleketi Bingöl’e dönmüş ve burada gerillaya katılmış. Elif’i öldüren, Rıdvan’ın bizzat kendisi. Bunu anlayınca çıldırıyor ve rasgele ateş açmaya başlıyor; bu sırada da mayına basıyor.

Ancak bu karşı karşıya gelmenin sorgulamasını yapmaz Rıdvan. Uğur Yücel buralara girmekten imtina etmiş. Belli ki elinin yanacağını düşünüyor. Nasıl olur da sevgilisini öldüren biri bu savaşın nedenini sorgulamaz? Bu da yok! 28 Haziran 2003’de Vatan Gazetesinin Yücel ile yaptığı bir röportajdan şunları okuyoruz: “Türkiye’de savaş yaşandı ve bitti belki ama derin izler bıraktı. Filmin iç dünyasını savaşla ve politikayla özdeşleştirmek istemiyorum. ‘Savaş karşıtı’ bir film yapayım diye çıkmadım yola. Güneydoğu’da yaşananları ensemde hissettim. Ben bu toprağın insanıyım ve bu toprağın özgürlükler, kardeşlikler içinde olmasını istiyorum. Ölene kadar da bunu isteyeceğim. Orada ölen insanlar benim parçam. Filmde iki karakterden biri ölüyor, biri öldürüyor. Ama ikisi de hayallerine ulaşamıyor.”

Kardeşlik içi boş bir söz değil. Tahakküm altında olan ve tepesine bombalar yağan bir halka “ben kardeşlikten yanayım” demek bir şey ifade etmez; somut tutum almak gerek. Özgürlük! Bir halkı ezenler, asla özgür olamazlar! Kürdistan’da ölen gerillaların neden öldüğüne dair bir emare bulmak güç filmde. Ölen gerillaların arkadaşları, aileleri nasıl bir duygu içindeler? Üzerleri paramparça edilen, kulakları kesilen, ölü bedenlerine tecavüz edilen, ölü vücutları tanklara bağlanarak köy köy dolaştırılan, helikopterlerden atılan gerillaların arkadaşları, aileleri nasıl bir travma yaşamaktadır? Filmi izleyenler bu sorulara cevap bulamıyorlar; bulamadıkları gibi sadece savaşmış Türk askerlerini görüyorlar. Yalnızca açılış sahnesinde gösterilen ve “terörist” denen Kürt savaşçılar hakkında ne düşünüyor seyirci? Yücel’in “gazileri” bir kez olsun bile Kürt halkıyla savaştıklarını söylemiyorlar.

Oysa kendisi yaşanan savaşın bıraktığı izlerden söz ediyor; ama bu izlerin izini başka yerlerde de sürmek mümkün. Binlerce köy yakıldı; insanlar evlerinden barklarından edildiler; işkencelere, faili meçhullere, açık infazlara, katliamlara maruz kaldılar. On binlerce Kürt öldürüldü, on binlercesi işkence gördü, sakat kaldı, binlercesi hâlâ cezaevlerinde! Kentlere göç eden binlerce Kürt yoksulluk içinde kıvranıyor, şehrin varoşlarında yaşama mücadelesi veriyor. Yerleştikleri kentlerde dahi evleri yakılıp yıkıldı, dışlandılar. Yücel’in İstanbul’daki kahramanı Cevher’in büfe kurmaya çalıştığı Halkalı tren istasyonunun etrafında binlerce Kürt yaşıyor; İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış yüz binlercesi. Fakat nedense bu Kürtlerle Cevher’in yolu kesişmiyor! Cevher etrafındaki bu Kürtler hakkında ne düşünüyor?

Burjuva yazar-çizer takımı, sanat eleştirmenleri filmi oldukça başarılı bulmuşlar; filmin bu kadar övülmesinin ve ödül almasının nedeni anlaşılmaz değildir. Yücel’in filmi, TC’nin kitlelere verdiği egemen bakış açısından bir kopuş gerçekleştiremiyor. Yaşanan savaşı Türk askerlerin gözünden vererek bir halkın haklı mücadelesini gayri meşru sayıyor. Oysa bu konuya bakılacaksa, esas olarak ezilen Kürt halkının gözüyle bakmak gerekiyor. Onlar olanları nasıl algılıyor, neler yaşıyor ve ne düşünüyorlar? Bir halkın dramını gözler önüne serecek bir film daha çekilmiş değil; çekilenler ise Türkiye metropollerinde geçiyor ve yetersiz. Eğer bir savaş yaşandıysa bu savaşı ve savaşın Kürt halkı için sonuçlarını anlatmak gerekiyor. Buna karşın Türk askerlerinin sorması gereken soru kiminle ve niye savaştıklarıdır.

Uğur Yücel iyi niyetli olabilir; kendince toplumsal olaylara değinmeye de çalışabilir. Ama her yapılan –her ne kadar bunu politika adına yapmadığını söylese de– politiktir. Yapılan, sinema yoluyla egemen bilincin yeniden üretilmesidir.

Bu topraklarda mücadele şiddetli geçiyor. Ve mücadelenin kızgın olduğu bu topraklarda sanat adına bir şeyler yapmak isteyenler eninde sonunda sistemle köklü bir sorgulama içerisine girmek zorundadır. Ne yazık ki, bu sorgulamayı olumlusundan halledip saflarını işçi sınıfının ve ezilen halkların yanında net bir şekilde belirleyen sanatçılara pek rastlayamıyoruz. Bu topraklarda yürüyen ve daha da geliştireceğimiz mücadele hâlâ yeni Nazım Hikmetler, yeni Yılmaz Güneyler bekliyor. Eninde sonunda kendi bağrından çıkartacaktır da!

25 Ekim 2004

İlgili yazılar