Kürt Sorunu ve Kerkük’teki Gelişmeler: Bir Türkmen Ulusal Sorunundan Söz Edilebilir mi?
Akın Erensoy, 28 Ocak 2004

ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesi emperyalist savaşı daha da genişletti ve yeni bir sıcak çatışma alanı yarattı. Bölgede birçok dinamik harekete geçerken, emperyalist savaş alanının genişlemesiyle birlikte emperyalistlerin çatışma malzemesi olarak kullandıkları başka faktörler de işin içine girdi. Emperyalistler arası hegemonya mücadelesi çeşitli biçimlerde genişleyerek devam ediyor. Elbette ki, emperyalist ülkelerin rekabet ve çatışmalarının somutlandığı nüfuz alanlarına, kendi çıkarları için burunlarını uzatmaktan çekinmeyen, emperyalistleşme niyetleri besleyen ülkeler de unutulmamalıdır. Başta, Türkiye ve İran bulundukları coğrafyada böylesine bir rol oynayabilmektedirler. Stratejik bölgeler olarak tabir edilen güzergâhlarda yer tutan bu ülkeler, güçlerinin üzerinde bir rol oynama ve emperyalistlerle “pazarlıklar yapma” şansına kavuşmuşlardır. Ancak emperyalist bir ülke veya kampın şemsiyesi altına girmeden kendi çıkarlarını bölgede egemen kılmaya çalışamazlar ve nüfuz alanları üzerinde at koşturamazlar.

Emperyalist savaşın, bölgesel çatışmaların sıcak savaşa dönüşmesi biçiminde yürümesi karmaşık sorunları beraberinde getirmektedir. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesi, Suriye ve İran’a gözdağı vererek savaş cephesinin bir sonraki durağının bu ülkeler olacağını söylemesi, Libya’nın ehlileştirilmesi, İstanbul ve Moskova’da patlayan bombalar ve Gürcistan’da yaşanan iktidar mücadelesi olayların bir boyutunu oluşturmaktadır. Ancak olayların başka boyutları da var ve Türkiye işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir.

Güney Kürdistan’daki gelişmeler ve bir ulusal sorunun varlığı, TC’nin bölgede bir güç olmak istemesi, Kerkük’te provokasyonlara girişmesi ve kurulacak bir Kürt devletine şiddetle karşı durması, Kuzey Kürdistan’daki Kürt ulusal mücadelesini bastırıp boşa çıkartmak istemesi ve tüm bu süreçlerde ABD emperyalizminin olayların içinde olması, komünistlerin önüne yeni sorunlar dikmektedir. Birçok sorun iç içe geçmiş ve bir yumak oluşturmuş durumda. Zira işçi sınıfı bu karmaşık sorunlar karşısında Marksist ideolojik bir aydınlanma yaşayamazsa ne geleceğe ilişkin doğru öngörülerde bulunabilir ne de bağımsız sınıf çıkarlarını gözetecek, güdecek bir politik hat oluşturabilir. Özelikle, üzerinde yaşadığımız toprakların işçi sınıfı burjuva ideolojisine karşı uyanık olmalı ve işçi sınıfının çıkarlarını enternasyonalist bir boyutta savunabilmelidir. Komünistler öncelikle giriftleşen bu sorunları ayırt edebilmeli ve işçi sınıfının enternasyonalist çıkarları doğrultusunda bir politik tutum almalıdırlar. Doğru politikalar üretmek için öncelikle olgulara Marksist bir yaklaşımla bakmak gereklidir.

TC Kerkük’te provokasyonlara devam ediyor

ABD’nin Irak’a savaş açması sürecinde yeni fırsatlar yakaladığını düşünen ve iştahı kabaran TC burjuvazisi, Amerikan emperyalizminin yedeğinde savaşa katılmak ve nimetlerden kendi çıkarınca yararlanmak istiyordu. Burjuvazinin hayali bir taraftan savaşa girmek ve emperyalistlerin masasında oturarak kırıntılardan faydalanmak, ABD’nin Avrasya stratejisine uygun olarak Kafkasya’ya doğru ilerlemek, ama öte taraftan da Güney Kürdistan’da kurulacak bir Kürt devletini yerinde önlemek ve KADEK gerillalarına karşı savaşı genişletmekti. Ancak olaylar TC egemenlerinin istediği gibi gelişmedi. ABD Irak’a savaş açtığında ve Kuzey Cephesini Kürtlerle oluşturduğunda TC egemen sınıfının temsilcileri “dizlerini” dövüyor ve Dışişleri Bakanı ABD’ye sitemlerde bulunuyordu. Çünkü TC, Kürtlerin Kerkük ve Musul’a girmesini asla istemiyordu. TC egemenleri biliyorlardı ki, Kürtler bu şehirleri bir kez ele geçirdiklerinde onları oradan söküp atmak bir savaş olmaksızın mümkün olmayacaktır. Olayların doğrudan içinde yer alamayan ve akışını da değiştiremeyen TC, alışkın olduğu ayak oyunlarına ve provokasyonlara başvurmaya başladı. Süleymaniye’de Kürt valisine karşı suikast düzenlemek isteyen subay kılığındaki TC ajanlarının kafasına ABD askerleri çuval geçirip cümle âleme sergilediğinde görüldü ki, provokasyonların ilk perdesi açılmıştı.

Daha sonraki aylarda ise Kerkük’te provokasyonlar yapılmaya başlandı. Bağımsız Kürdistan’ın hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmeye başladığı her gün, TC’nin bölgeye müdahalesi artış göstermiştir. 23 Ağustosta İmam Musa Ali Türbesine bir saldırı düzenlendi ve arkasından Kerkük’te “ayaklanma” başladı. Türbenin saldırıya uğraması hem Türkmenlerin (çünkü Türkmenlerin bir kısmı Şii) hem de Arap Şiilerin tepkisini topladı. Dört gün süren çatışmalar sonucunda ondan fazla insan yaşamını yitirdi. Çatışmaların peş peşe gelmesi ve gösteriye katılan kitlenin bir avuç olması, olayın başından beri provokatif amaçlı bir tezgâh olduğunu ortaya koyuyordu. TC gizli servisinin onlarca elemanı ve MHP’li militanlar çatışmalarda silahlarıyla yer aldılar, silahlarını göstere göstere kullanmaktan çekinmediler ve az sayıda olan kitleye yön verdiler. Bu arada, TC ordusu fırsattan istifade ederek ve provokasyonu derinleştirmeye çalışarak Duhok’un sınır köylerini top atışına tuttu.

İkinci Kerkük olayları ise 2003’ün son günlerine denk geldi. Güney Kürdistan’daki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) gibi Kürt partilerinin Irak Geçici Hükümet Konseyine Kerkük ve Musul’u da içine alan Kürt Federe Devleti planını sunmalarıyla, olaylar yeniden patlak verdi. Bu kez, Türkmenlerin yanında Araplar da gösterilere katılarak Kerkük’ün Kürdistan sınırları içine alınmasına karşı çıktılar. Yine dört gün süren çatışmalarda 11 kişi ölmüş ve 20’den fazlası yaralanmıştır. 3 Ocak 2004’te ABD askerleri sıkıyönetim ilan ederek olayları önleyebilmişlerdir. Şimdilik olayların durulduğu gözleniyor. Ama bu kimseyi yanıltmamalıdır. Bağımsız Kürdistan’a yaklaşılan her adımda TC, şimşeklerini Kürt halkının üzerine salmaya devam edecektir ve bölgedeki gerici faşist Türkmen unsurları kullanarak halkları birbirine karşı kışkırtmaktan geri durmayacaktır.

Alt emperyalist bir güç olma niyetleri besleyen ve emperyalistler arası çatışmada rol oynayabilen Türkiye, bir güç olma arzusunu değişik bölgelerde hayata geçirmeye çalışmıştır. Balkanlar, Ege, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’ya burnunu sokmaktan geri durmayan TC burjuvazisi, bu bölgelerdeki çatışmalarda “Türkmenler’’, “soydaşlar” gibi argümanları kullanmaktan bir nebze geri durmamıştır.

Yugoslavya’da Boşnaklar, Bulgaristan’da Türkler, Kosova ve Çeçenistan’da Müslümanlar, Irak’ta Türkmenler, Kafkasya’da Azeriler, Orta Asya’da Türki Cumhuriyetler, Çin’de Uygurlar TC burjuvazine manevra alanları sunmuş ve burjuva devlet bu bölgelerde bu halkları kendi çıkarları için kullanmaya çalışarak söz konusu bölgelere gücü oranında müdahale etmiştir. Kıbrıs örneği belki de en çarpıcı olanıdır. 1950’lere kadar “bizim için Kıbrıs davası yoktur” diyebilen TC, bu tarihten sonra her yerde ve elbette ki Kıbrıs’ta nedense Türkleri ve soydaşlarını hatırlar olmuştur. TC, önce Kıbrıs gibi bölgelerde birçok kışkırtma hareketine girişmiş ve sonrasında ise “Türklerin ve soydaşlarımızın can ve mal güvenliği”ni korumak zorundayız demiştir. Peşinden ise değişik düzeylerde müdahaleler gelmiştir.

Şimdi aynı politikalar Kerkük üzerinde denenmektedir. Bugün Irak’ta başlayacak bir iç savaş ve özellikle bu savaşın Musul-Kerkük bölgelerinde Kürtler ile Türkmenler arasında cereyan etmesi TC’nin politik emellerine hizmet edecektir. Genelkurmay Başkanı ve diğer generallerin altını çizerek açıkladıkları “komşudaki yangına bigane kalamayız” sözünün gerçek anlamı işte tam da böylesine bir iç savaş provokasyonunda açığa çıkacaktır. TC ordusu fırsattan yararlanarak olaylara müdahale edecek, “Türkmenlerin can ve mal güvenliğini koruyorum” bahanesiyle Kerkük’e girerek fiili bir durum yaratabilecektir. Olayların nasıl gelişeceği elbette tüm yönleriyle önceden bilinemez ama böyle bir durumda TC Kerkük’ü işgal edip Kürt hareketini bastırmaktan geri durmayacaktır. Zira on binden fazla askerin Güney Kürdistan içlerinde olduğu düşünülürse, TC yakaladığı fırsatı kaçırmayacaktır. Nitekim, Ocak ayı başında The Guardian Gazetesi bir iç savaş durumunda Türkiye’nin savaşa dahil olmaktan çekinmeyeceğini yazdı. Genelkurmay Başkanlığının son açıklamaları da tastamam bu yöndedir.

Bir Türkmen ulusal sorunundan söz edilebilir mi?

TC’nin tarihi aynı zamanda Kürt halkının inkârının da tarihidir. 80 yıllık TC, tüm baskıcı ve despotik yöntemlerini Kürt halkına ve ulusal kurtuluş mücadelesine karşı kullanmaktan bir an bile geri durmamıştır. Ancak, emperyalist sistem içindeki her ulusal burjuvazi gibi TC burjuvazisi de gelişip palazlandıkça kendine olan güveni artmış, kendine nüfuz alanları yaratmak ve bölgede güç olmak saikiyle hareket etmeye başlamıştır. Bu uğurda, göz diktiği nüfuz alanları üzerindeki Türk kökenli halkları kullanmaktan, çıkarları için bu halkları kışkırtmaktan geri durmamıştır. Emperyalistlerin hegemonya savaşında halkları birbirine düşürüp sözde bir ulusal sorun yaratma taktiğini TC kapitalist devleti de kullanagelmiştir. Yukarıda değindiğimiz üzere Kıbrıs bunun somut örneğidir. Kürt halkını esaret altında tutan TC, Balkanlar’dan Ortadoğu ve Kafkasya’ya kadar ulusal ihtilafları kaşımaktan ve sözde bir ulusal sorun yaratmaktan, bunları desteklemekten geri durmamıştır.

Türkmenleri kendi yedeğine alan burjuva devlet 1991 Körfez Savaşından sonra Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı Türkmenleri açıktan desteklemekten çekinmemiştir. Dağınık olan Türkmen aşiretlerini bir araya toplamış, onları örgütlemiş, meclis kurmuş, askeri eğitim vermiş, faşist örgütlenmeleri desteklemiş, hatta gerekirse bir Türkmen devletinin kurulabileceğini açıkça beyan etmiştir. Kürt halkına karşı Türkmenleri kullanan TC, sanki bölgede bir Türkmen sorunu, Türkmenlerin ulusal kurtuluş mücadelesi varmış gibi lanse etmiştir. Bu bağlamda Kerkük’ü Türkmenlerin kenti olarak ilan edip bu bölgedeki nüfusun yüzde 60’ının Türkmen olduğunu iddia edebilmiştir. Bu iddiaya göre Irak’ta bugün 2,5-3 milyon Türkmen bulunmaktadır. Oysa gerçek hiç de böyle değildir ve bir Türkmen ulusal sorunundan söz etmek doğru değildir.

Kuşkusuz Türkmenler kendi istemlerini ileri sürmekte ve savunmakta haklıdırlar; kimse bu taleplerin karşısında saf tutamaz. Ama tarihte hiçbir zaman Türkmen ulusal sorunu diye bir sorun veya Türkmen Ulusal Kurtuluş Hareketi diye bir olgu söz konusu olmadı. Ortaya çıkıp ulusal kaderini tayin hakkı amacıyla savaş başlatmış ne bir halk ne de bir ulusal önderlik vardır.

Irak’ta yaşayan Türkmenleri 1950’lere kadar hatırlamayan TC, bu tarihten sonra, soğuk savaş sırasında emperyalizmin bölgede biçtiği role bağlı olarak bölgedeki Türkmenleri Ortadoğu’daki nüfuz alanlarına girebilmek için kullanmaya başlamıştır. SSCB’nin Ortadoğu’da Irak, Suriye, Mısır gibi ülkeleri yanına çektiği ve nüfuz alanlarını kontrol ettiği düşünülürse, emperyalist sistemin SSCB’ye karşı en uç sınır ülkesi olan TC, Türkmenler üzerinden SSCB’nin nüfuz alanına müdahale etmiştir. Kürt halkının bu yıllarda Molla Mustafa Barzani önderliğinde başlattığı mücadele, TC’nin Türkmenleri ileriye sürmesinde bir başka faktördür. 1950’lerden günümüze kadar gizli faşist Türkmen örgütlenmeleri TC’nin paravan kuruluşları olarak Kürt halkına karşı savaş yürütmüşlerdir. TC, Türkmenleri Kürt halkına ve kurulacak bir Kürt devletine karşı adeta bir tampon olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam ediyor.

1932’de İngiliz mandası olmaktan çıkan Irak devleti, 1925’te oluşturulmuş Anayasaya göre davranarak o zamanki Milletler Cemiyeti’ne verdiği beyannamede Kürtlerin ve Türkmenlerin kültürel haklarını tanıdığını açıklamıştı. Türkmenlere haklarının tanınması o günkü İngiltere ve Türkiye arasındaki pazarlıkların doğrudan bir sonucuydu. Ancak 1950’lere kadar Türkmenler tüm siyasi örgütlenmelerden uzak durmuş ve Anayasada tanınan hakları çerçevesinde de olsa harekete geçmemişlerdir. Ya da bu haklarla yetinmiş ve sisteme entegre olmayı seçmişlerdir. Türkmen aşiretlerinin zengin olması onların sistemle daha çabuk kaynaşmasını sağlamıştır.

Kürt halkı Irak devletine karşı sürekli isyanlarla karşı koyarken Türkmenler, Arap egemenleriyle aralarını her zaman iyi tutmuş ve düzene sadık kalarak Kürtlere karşı ortak tutum almışlardır. 1958’de Baas Partisinin darbesiyle başa geçen Abdulkerim Kasım’a kutlama mesajları gönderen Türkmen aşiretleri düzene sadakatlerini belgelemişlerdir.

1991 Körfez Savaşının getirdiği boşluktan yararlanan Kürtler bir isyan başlatmış, fakat isyan Saddam Hüseyin tarafından kanlı bir şekilde bastırılırken ABD emperyalizmi kolunu bile kıpırdatmamıştı. Daha sonraki gelişmeler sonucunda ABD, 36. paralel çizgisini geçmeyi Irak devletine yasaklamıştır. Kürdistan topraklarının çoğunluğu kuzeyde kalmış ve aynı zamanda bir Kürt devletinin de temelleri atılmıştır. İşte bu tarihten sonra ortaya çıkıp Türkmen Cephesi olarak arz-ı endam eden örgüt ya da partiler TC’nin paravan faşist örgütlenmesinden başka bir şey değillerdir. İlk Türkmen Partisi 1991’de kurulabilmiştir ancak. 1991’de Beyrut’ta toplanan Türkmen muhalifler siyasallaşma kararı almışlardır. 1991’den itibaren yaklaşık 15’e yakın Türkmen partisi kurulmuştur. Ve ne tesadüftür ki, bu partilerin çoğunun kurulduğu yer TC’nin başkenti Ankara’dır. 1995’e kadar dağınık olan bu partileri bir araya toplayan ve Irak Türkmen Cephesi (ITC) içinde birleştiren Türkiye olmuştur. TC bu örgütlere para ve silah gibi kaynakların yanında başka kaynaklar da aktararak, Türkmenleri Irak’ta kendi siyasetinin bir uzantısı yapmıştır. TC gizli servisi Irak Türkmen Cephesi içinde adeta üs kurmuştur. 1992’de kurulan Kürt parlamentosuna bu partilerin katılmasını engelleyen yine TC’dir. Parlamento 2002’de yeniden açıldı ve ITC parlamentoya katılmadı. Tüm bu yırtınmalara ve paravan örgütlere karşın 2,5-3 milyon olduğu söylenen Türkmenler nedense bu partilerin peşinden gitmemişlerdir!

Bu sözde cephe ya da aşiret örgütleri hiçbir şekilde Irak içlerine dağılmış Türkmen yoksul kitlelerinin çıkarlarını ve politikalarını savunmuyorlar. Bu paravan örgütlerin amacı Türkmenlerin demokratik istemleri temelinde yoksul yığınları mücadeleye katmak değil, TC’nin bölgedeki çıkar ve emelleri için onun yedeğinde tutmaktır. Türkmen Cephesi gibi TC’nin yedeği paravan örgütlenmeler ne yoksul köylü yığınlarına ne de işçi sınıfı kitlelerine devrimci bir program sunamaz ve onların çıkarlarını mücadelenin başına alamaz.

Türk devleti yıllarca Kürt halkını nasıl ki imhaya çalışmışsa, Irak kapitalist devleti ve onun başındaki burjuva diktatör Saddam Hüseyin de Kürt halkını esaret altında tutarak ve sürgün ederek TC’den eksik bir yanı olmadığını kanıtlamıştır. Emperyalist devletler bölgedeki halkların üzerinde yaşadıkları toprakları cetvelle bölerek yeni devletler yaratırken, ulusal sorunları kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmemişledir. TC de emperyalist sistem içindeki bir devlet olarak nüfuz alanları üzerinde kavgaya tutuşmuş ve halkları kendi çıkarları için savaştırmıştır. Ya da halkları sürekli birbirine karşı kışkırtarak düşman etmeye çalışmış ve bölgeye müdahale edebilmek amacıyla uygun ortam yaratmıştır.

Biz Marksistler, yeni ulusal sorunlar icat etmeyiz, buna karşın var olan ulusal sorunları da görmezden gelmeyiz. Ancak bir ulusal sorun yokken, halkların ulusal duygularını kışkırtıp onları birbirine düşürerek bölgede gerici emeller besleyen ve yarattığı sözde ulusal sorunu çıkarları için kullanan emperyalist-kapitalistlerin politikalarına karşı çıkarız. TC’nin gerici niyetlerine uyan ve onun kontrolünde hareket eden ITC gibi örgütler bir ulusun haklarını değil, gericiliğin çıkarlarını savunan oyuncaklardır.

Bugün Türkmenlerin çıkarı TC’nin yedeğinde paravan gerici örgütler olarak hareket eden Türkmen burjuvalarının, aşiretlerinin peşinden gitmek değil, Kürt, Arap ve diğer halklarla birleşerek başlarındaki sömürücüleri defetmek, kendi sovyetik iktidarlarını kurmaktan geçiyor. Halkların gerçek kurtuluşu, önyargısız birliktelikle, proletaryanın siyasal iktidarıyla mümkündür.

Güney Kürdistan’daki federasyon tartışmaları

I. Körfez Savaşıyla birlikte, kendi toprakları üzerinde “bağımsız” bir yapıya kavuşan Güney Kürdistan, KDP ve KYB’nin etkisi altında bir burjuva devletin tüm kurumlarını fiilen meydana getirmiş bulunuyor. Aslında 1992’de Güney Kürdistan’da seçimler yapılmış, toplanan parlamento bir hükümet kurmuş ve 4 Ekimde parlamento federal bir devletin parçası olarak Kürdistan Federe Kürt Devletini ilan etmişti. Fakat KDP ve KYB kendi aralarında çatışmaya başlamış ve süreç başlamadan bitmiştir. Ancak buna rağmen Güney Kürdistan’da devlet gibi hareket eden bir örgütlenme söz konusu olmuştur.

Uzun yıllar kendi içlerinde savaşan KDP ve KYB gibi örgütlerin varlığı, TC’nin Kürt topraklarının içlerine kadar girerek kurulacak bir devleti önleme planları, Saddam Hüseyin’in Iraklı emekçilerin ve Kürt halkının üzerinde terör estirmesi, ABD ve diğer emperyalistlerin bölgeye olan ilgileri ve yürüttükleri hegemonya mücadelesi, Güney Kürdistan’ın geleceğini belirsizleştirmiştir. Ancak bu belirsizlik şimdilik sona ermiş gibi gözükse de aslında devam ediyor ve bölgede tüm dengeleri altüst edecek bir özellik taşıyor.

KDP ve KYB geçtiğimiz ayın sonunda Geçici Hükmet Konseyine sundukları Anayasa taslağında Irak’ta Arap-Kürt federal devletlerine dayanan bir federasyon istediklerini açıkladılar. Kerkük ve Musul’u da içine alan bir Kürt federe devleti öngörülüyor. KDP ve KYB ayrıca ortak bir parlamento ve ortak bir hükümet üzerinde de anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Buna göre, Haziran 2004’e kadar Kürt meclisi işlemeye başlayacak, 6’sı KDP’li ve 4’ü KYB’li olmak üzere 10 bakanlı bir hükümet kurulacak.

Ancak federasyona karşı çıkanlar tarafından başlatılan tartışma son hızıyla sürüyor. Gerek Arap burjuvazisi ve gerekse Türkiye, Suriye, İran gibi ülkeler bir Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkıyorlar. Bölgedeki Arap devletleri de kurulacak bir Kürt devletine karşı olacaklarını açıklamış bulunuyorlar. ABD emperyalizminin temsilcileri ise federasyonu kabul ettiklerini ama bölgenin siyasal dengelerinin şimdilik böyle bir oluşumu kaldıramayacağını ileri sürüyorlar. ABD’nin başka bir planı da 18 ile dayanan eyalet sistemidir. Eyalet sistemine göre Irak 18 bölgeye bölünecek ve her bölge kendi içinde yönetim hakkına sahip olacak. Bu plana göre yine bir federasyon öngörülüyor. Ancak bu federasyon ulusal temelde tanımlanmış federe devletlere değil eyaletlere dayanmaktadır.

Irak’ta Kürtlerin kurucu bir unsur olacağı federe bir Irak devletine bile karşı olan TC, tüm şoven ve şiddet politikalarını Kürt halkına karşı yöneltmiş durumda. TC asla bir Kürt devleti ve hele Kerkük’ü de kapsayan bir devlet istememektedir. Gerekirse ve uluslararası konjonktür buna izin verirse TC Güney Kürdistan’a savaş açmaktan geri durmayacaktır. 16 Ocakta Genelkurmay Başkanlığı adına bir açıklama yapan Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ “Irak’ta etnik yapıya dayalı federasyon çok kanlı olur” diyerek savaş çığlıkları atmıştır. Kerkük’teki provokasyonlarla yetinmeyen TC, Türkmen Cephesine şunu söyletmektedir: “Kürtler bir devlet kurarlarsa, biz Türkmenler de Kerkük’te bir Türkmen devleti ilan ederiz.” Buradan da anlaşılıyor ki TC, sadece Kürt devletinin kurulmasına karşı değildir, aynı zamanda Kerkük’ün Kürtlere verilmesine de karşıdır. Kerkük üzerinde hak iddia eden TC, petrol bölgelerini bir Kürt devletine kaptırmak istememektedir. Bir Kürt devletinin varlığı hem Kuzey Kürdistan’da yürüyen ulusal mücadeleyi olumlu etkileyecektir hem de Suriye ve İran’daki Kürt halkı üzerinde muazzam bir prestij kazanacaktır. Böyle bir durumun, dört parçaya bölünmüş Kürt halkını olumlu etkileme ve hatta yeni bir mücadele başlatması dışlanacak bir olasılık değildir ve bu olasılık TC gibi Suriye ve İran burjuvazisinin de uykusunu kaçırmaktadır. Üstelik Kerkük petrollerine de sahip olacak Kürt devleti, güçlü bir ekonomik yapı üzerine oturmuş olacaktır.

Türkiye her yönden Kürt devletini baltalama siyasetine devam ediyor. Uzun yıllardır dış siyasette statükoyu korumayı, dengelerin bozulmamasını isteyen TC, ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte bir çıkmaza girmiş bulunuyor. Bu çıkmaz, Türkiye burjuvazisinin ABD’nin şemsiyesi altında bölgede borusunu öttürmek istemesi ile birlikte iyice artmaktadır. Böylelikle TC, bir taraftan yeni bir denge politikasını hayata geçirmeye çalışırken, öte taraftan da denge unsurlarını kullanarak bölgede egemen olmak istiyor. Buradaki başlıca amaç, öyle ya da böyle Kürt devletinin kurulmasını engellemektir. Türkmenleri yedeğinde tutan TC, bölgedeki gerici güçleri de kendi politikasına ortak etmeye çalışıyor. Uzun yıllardır düşman olan Türkiye ve Suriye, konu Kürtlerin kendi devletlerini kurmaları olunca birdenbire canciğer kuzu sarması oldular! Beşar Esat’ın gezisinin elbette ki başka ve derin yönleri var. Ama önemli yanlarından biri Suriye ve Türkiye’nin Kürt halkına karşı birleşmiş olmasıdır.

Irak yoksul yığınları üzerinde egemen olmaya çalışan gerici güçlerden Şii egemenleri de TC’nin politikasına ortak olmaya çalışıyorlar. Şii Arap burjuvazisi Saddam döneminde yoksun kaldığı ayrıcalıklara ABD’nin yanında durarak yeniden sahip olmak istiyor. Şii burjuvazisi Irak’ın bölünmesini istemiyor. Yani, Kürt halkı bugüne kadar Sünni Arapların boyunduruğu altında yaşadı ve şimdi de Şii Arap burjuvazisinin egemenliğini kabul etmelidir onlara göre. Şimdi de Irak’ı Şii Arap burjuvazisi yönetmek istemektedir. Şii liderlerden Ali Sistani bu yönde açıklamalar yapmaktadır. Sistani’ye göre bir an önce seçimler yapılmalı ve yetki Iraklılara geçmelidir! Aslında Irak’ın yüzde 60’ını Şiiler oluşturuyor ve Şii burjuvazisine göre çoğunluk olduklarından dolayı yönetim kendilerine verilmelidir. Buna karşın 18 vilayet sistemine dayanan eyalet modelini Şii egemenler dışlamamaktadır. Irak’ın Güneyinde kalan Şiiler aynı zamanda Sünnilerin yaşadığı orta kesimlerde de yaşıyorlar. Eğer eyalet sistemi ile Irak şekillendirilirse Şii burjuvazisi Sünni bölgelerde kendi kitlesini kullanarak, çoğunlukta bulunduğu eyaletlerde de egemen konuma gelebilecektir. Ama federasyon olursa orta Irak Sünnilerin olacak. Dolayısıyla Şii burjuvazisinin birinci isteği bir an önce seçimlerin yapılmasıdır. Böylelikle yüzde 60 oranındaki Şii nüfusun çoğunluk oluşturmasından yararlanarak tüm Irak’a sahip olmayı arzulamaktadırlar. Şii egemenler seçimleri ABD’ye karşı pazarlık kozu olarak da kullanıyorlar.

TC de federasyon yerine eyalet sistemini savunmaktadır. TC’nin en yetkili kurumu olan Genelkurmay Başkanlığının eyalet sistemini kabul ettiklerini İlker Başbuğ’un basın toplantısında açıklaması dikkat çekicidir. Böylelikle TC, Türkmenler üzerinden Irak’a burnunu sokmaktan geri durmayacaktır. Yapılan açıklamanın El-Hekim’in ziyaretinin sonrasına gelmesi de olayın önemli bir boyutunu ortaya koymaktadır. TC ve Şii egemenlerinin çıkarları çakışmaktadır. Ocak ayının ilk yarısında İran’a gidip görüşen ve sonrasında Ankara’ya gelerek gizli kapaklı görüşmeler yapan Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi Başkanı Abdulaziz El-Hekim, TC’yi Irak’ta etkin politika yapmaya davet etmiştir. Başbakan Erdoğan ise davete şu cevapla karşılık vermiştir: “Kürtler kuzeydeki petrol bölgelerini etki altına almak istiyor; bu grupların ateşle oynamaları önlenmelidir.” Demek ki, TC’nin asıl niyeti ne Irak’ın bütünlüğü ve ne de Türkmenlerin selametidir.

Burjuva Kürt önderliklerine karşı uyanık olunmalı

ABD emperyalizminin Irak’a savaş açarak binlerce emekçiyi öldürmesi, sonrasında ise bu ülkeyi işgal etmesi ve Kürt örgütlerin bu savaşa sıcak bakması, Türkiye sol hareketinin birçok kesiminin kurulacak bir Kürt devletine soru işaretiyle bakmasının gerekçesi olarak kullanılıyor. Öncelikle şunu belirtelim, Kürt halkının Irak’tan ayrılarak kendi devletini kurmak istemesi haklı ve meşru bir istemdir. Sol hareket saflarında hiç kimse Kürt halkına bu haklı isteminden dolayı karşı çıkamaz. ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmesi ve Kürt örgütlerinin onun yanında gözükmesi Kürt halkının taleplerini haklı ve meşru olmaktan çıkarmaz.

Türkiye, Suriye, Irak ve İran işçi sınıfının şu ya da bu gerekçeyle kurulacak bir Kürt devletine karşı çıkması, onun şovenist bir çizgide hareket ettiği, dolayısıyla ezen-egemen burjuva sınıfların ideolojisini benimsediği anlamına gelecektir. Gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir sınıf bilinçli işçi ya da komünist, Kürt halkına Arap egemenliğinde kalmasını öğütleyemez. Nasıl bir devlet istediğine Kürt halkı karar verecektir.

Ezilen ve kendi kaderini tayin etmek isteyen her ulus, ezen ulus-devlete karşı savaşımında haklıdır. Ezilen ulus ayrılma talebiyle ezen devlete karşı bir mücadele yükseltiyorsa, işçi sınıfı ezilen ulusun bu haklı talebinden ötürü onu kınayamaz. Tersine, işçi sınıfının birliğinin önüne bir engel olarak dikilen ulusal sorunun aşılması ve sınıfın uzun vadeli birliğinin sağlanması için, ezen ulus işçi sınıfı ezilen ulusun mücadelesini sonuna kadar destekler.

Bugün Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin kurulma olasılığının güçlenmesinin en temel nedeninin ABD’nin yarattığı fiili durum olduğu açıktır. Ancak bu gerçekten böylesi bir Kürt devletinin meşru olmadığı anlamı değil, Kürt komünistlerinin hem mevcut burjuva Kürt önderliklerine hem de onların dolayımıyla ABD’nin emperyalist manevralarına asla bel bağlamaması, güvenmemesi, Kürt halkının silahlı ve siyasal mücadelesinin hiç olmadığı kadar seferber edilmesi gerekliliği çıkar. ABD’nin bu oluşuma destek çıkmasını bahane ederek Kürtlerin haklı taleplerine burun bükmek apaçık şovenizmdir.

Ne var ki, Kürt halkı Barzani-Talabani önderliklerinin ABD emperyalizmi hakkında yaydığı hayallere kapılmamalıdır. Son savaşta, ABD emperyalizminin “teröre karşı savaş”, “Irak’a demokrasi” vb. söylemlerini benimseyen ve böylelikle emperyalist saldırganlığı meşru gösteren bu burjuva önderliklere güven duymak, onlar hakkında yanılsamalara kapılmak, onlara sahip olduklarından daha ileri politik etiketler yapıştırmak gibi tutumlar, yalnızca bölgedeki işçi sınıfının devrimci mücadelesine zarar vermek anlamına gelmiyor, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kaderini de kayıtsız koşulsuz bu burjuva önderliklerin ellerine teslim etmek anlamına geliyor. Komünistlerin hele Kürt komünistlerinin ısrarla üzerinde durmaları gereken nokta budur.

Kürt komünistleri, işlerin her an tersine dönebileceği olasılığını bir an bile akıldan çıkarmaksızın hareket etmek zorundalar. Bugün Kürtlere dost gözüken ABD’nin yarın onları rahatlıkla yüzüstü bırakabileceği gerçeğini Kürt emekçilerine kavratmak zorundalar. Kendi politik geleceklerini ABD’nin girişimlerine bağlayan Kürt önderliklerini teşhir etmek, onları sıkıştırmak zorundalar. Verili burjuva önderliklerin burjuva da olsa bir Kürt devletinin kurulmasına dönük kaypak ve tutarsız girişimlerini daha cesur bir çizgiye çekmenin tek yolu, kitlelerin nezdinde bu tür önderliklere güvensizlik aşılamak ve çok daha cesur, çok daha kararlı bir toplumsal kurtuluş programını ortaya koymaktan geçer. Ulusal birlik adına, Kürt burjuvazisini ürkütmemek adına onun kaypaklığına ve ürkekliğine prim vermek, Kürt özgürlük mücadelesini çıkmaz bir sokağa sokmak demektir. Kürt ulusal mücadelesi daha ileri çekilmek isteniyorsa, bu, burjuva önderlikleri arkadan iteklemekle değil, ancak emekçi kitlelerin önüne geçerek onlara yol göstermekle mümkün olabilir.

Arap işçi sınıfı, bizzat Kürt halkının taleplerini ve ayrılma hakkını savunarak bu kardeşliğin temelini atmalıdır. Irak işçileri ve komünistleri yerli kapitalistlere, egemen sınıflara, ABD emperyalizmine ve diğer emperyalist ülkelere kaşı savaşırken Kürt halkını yanına çekebilmeli ve sınıfın birliğini sağlayabilmelidir. Bunun yolu, işgale, emperyalist güçlere, yerli egemenlere karşı savaşırken Kürt halkının ayrılma hakkını sonuna kadar savunduğunu ortaya koymaktan geçer. İşçi sınıfının önyargısız birliğinin tek ve yegâne yolu budur.

Kürt halkının gerçek dostu emperyalistler değil bölgedeki her ulustan işçi sınıfıdır. Emperyalistler halklara ne demokrasi ne de özgürlük getirebilir. Onlar ezilen uluslara olsa olsa kan, gözyaşı ve yeni düşmanlıklar getirebilirler. Ulusal soruna emperyalistlerin çözümü, ulusların yarın yine birbirlerinin boğazına sarılmalarının yolunu döşemekten ileri gidemez. Bugün Kürt halkının siyasal bağımsızlık sorununun bir Kürt devletinin kurulmasıyla çözülebileceği açıktır. Ancak Ortadoğu gibi bir bölgede, halkların barış içinde bir arada yaşaması sorununun emperyalistler tarafından geliştirilecek şu ya da bu planla çözülmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Bölgeye barışın, özgürlüğün ve refahın gelmesinin tek yolu, tüm uluslardan işçi sınıflarının birleşerek siyasal iktidarı fethetmesinden geçiyor. Kürt, Arap, Türk, İbrani, Asuri, Keldani, Süryani, Yahudi halklarının kardeşliğini proletaryanın toplumsal devrimi başarabilir ancak. 

28 Ocak 2004

İlgili yazılar