İran Devrimi, Burjuva İç Kapışma ve Dersler
Utku Kızılok, 1 Şubat 2010

İran’da siyasal ve toplumsal hoşnutsuzluk devam ediyor. Kitlelerin biriken öfkesi her vesileyle kendini dışa vuruyor. Mevcut yönetime muhalif olan ve geçtiğimiz Aralık ayında ölen Ayetullah Ali Montazeri’nin cenaze töreninin ve hemen sonrasına rastlayan Aşura anmasının on binlerce kişinin katıldığı bir gösteriye dönüşmesi bu hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. Molla rejimi daha önceki gösterilerde olduğu gibi, bu sefer de kitleleri bastırmaya girişti, birçok insan ölürken, onlarcası tutuklandı ve bir o kadarı da yaralandı. Öyle gözüküyor ki, önümüzdeki dönemde de bu tip kitle gösterileri yaşanmaya devam edecek. Zira egemen sınıf içindeki kavga sürüyor ve on yıllardır kitlelere zulüm uygulayan koyu molla diktatörlüğü yerli yerinde duruyor. Molla rejiminin çelişkilerinin ne yönde çözüleceğini esas belirleyecek olan işçi sınıfı ise henüz örgütlü gücüyle ve sınıf kimliğiyle bu hareketin içine girmiş değildir.

Hatırlanacağı üzere İran’daki yığınsal ve yaygın kitle gösterilerinin patlamasına, 2009 Haziranında yapılan cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları neden olmuş ve bu sonuçlar egemen sınıf içinde süren hegemonya kavgasını daha da çatışmalı bir düzeye yükseltmişti. “Reformcu” denen kesim cumhurbaşkanlığı seçimlerine Ahmedinecad’ın hile karıştırdığını öne sürmüş ve başlayan protesto gösterileri günlerce süren ve 20’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir toplumsal patlamaya dönüşmüştü. Hiç kuşkusuz ki, başlayan yığınsal gösteriler “reformcu” ve “muhafazakâr” olarak adlandırılan kesimlerin çatışmasından bağımsız olarak, on yıllardır koyu bir diktatörlük altında inletilen kitlelerin molla rejimine duyduğu öfkenin bir dışavurumuydu. Bu nedenledir ki, bir taraftan rejimin en yüksek makamlarında görev yapmış “reformcu” kimseleri tutuklayan ve dini lider Ali Hamaney’in ağzından karşı cepheye gözdağı veren “muhafazakâr” cenah, öte taraftan kitlelerin öfkesinin rejimin bekasına yönelebileceğine dikkat çekerek “reformcuların” akıllarını başlarına devşirmelerini buyurmuştu. Bir süre sonra ise kitle gösterileri geri çekilmişti.

Kitle gösterilerinin geri çekilmesinin başta gelen nedenlerinden biri hiç kuşkusuz ki, molla rejiminin uyguladığı acımasız şiddet ve katliamdır. Lakin esas belirleyici etmen kitlelerin devrimci bir önderliğinin olmamasıdır. “Reformcu” denen burjuva kesim, molla rejiminin bir parçasıdır ve kitlelerin biriken öfkesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemektedir. Dolayısıyla kitle hareketini “muhafazakâr” kesimi sıkıştıracak kadar tırmandırmakta fakat molla rejiminin bekasına halel gelmeyecek bir çizgide tutmaya çalışmakta ve aşırıya kaçıldığında ise dizginlemektedir. Bağımsız bir çizgiye oturamayan ve devrimci önderlikten yoksun hoşnutsuz kitlenin içinde üniversite gençliği önemli bir rol oynamaktadır. Yani işçi sınıfı henüz kendi sınıf kimliğiyle ve örgütlü bir güç olarak siyasi sahneye çıkmış değildir. Unutmamak gerekiyor ki, 1978 yılı boyunca gelişen kitle hareketinin bir devrime dönüşebilmesi ancak işçi sınıfının siyaset arenasına girmesiyle mümkün olabilmişti. Bugün İran’da benzeri bir durum yaşanmadığı açıktır.

Buradan çıkartılacak sonuç; gelişen kitle hareketini küçümsemeden, ama “İran’da devrim başladı” gibi mübalağalı tespit ve tahlillere de varmadan işçi sınıfının bağımsız örgütlü çizgisinin hâkim kılınması gerektiğini ortaya koymak ve bu doğrultuda mücadele vermektir. Zira işçi hareketinin bağımsız bir çizgide ilerleyememesinin bedelini işçi sınıfı sayısız kez burjuvazinin ağır darbeleri altında ezilerek ödemiştir. Bunu en iyi bilenlerden biri de İran işçi sınıfının kendisidir.

Türkiye ile İran işçi sınıflarının trajedileri birbirine çok benzemektedir. 1980 öncesinde her iki ülkede de büyüyen bir işçi hareketi vardı. Çeşitli versiyonlarıyla Stalinizm, yani küçük-burjuva sosyalizmi her iki ülkenin sosyalist hareketine de egemendi ve devrimci hareket proleter sınıf temelinden yoksundu. Bunun için de işte, proleter sosyalist devrim belirsiz bir geleceğe itilirken, her iki ülkede de “milli burjuvaziyle” birlikte sözümona anti-emperyalist bir devrim peşinde koşulmaktaydı. Tarihin cilvesine bakın ki, bu iki ülkenin işçi sınıfları bugün de benzeri sorunlarla yüz yüze gelmiş bulunuyorlar. Her iki ülkede de burjuvazi içinde bir egemenlik kavgası yaşanmakta ve çatışan kesimler işçi-emekçi kitleleri peşlerine takmaya çalışmaktalar. Türkiye’de üniformalı Kemalistler, İran’da ise cübbeli mollalar siyasal alan üzerindeki belirleyiciliklerini, mevki ve ayrıcalıklarını terk etmek istemiyorlar.

Proleter devrimci önderlikten yoksun devrim

12 Şubat 1979’da zafere ulaşan İran devrimi büyük bir halk devrimiydi. Geniş halk kitlelerinin içine çekildiği, yürüyüşlerde ve grevlerde milyonlarca insanın seferber olduğu, büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bu büyük halk devriminin zaferine değin ne İslam cumhuriyetinden ne de şeriat yönetiminden söz edilmekteydi. Kitlelerin amacı bir İslam Cumhuriyeti kurmak değil, Şah diktatörlüğünün yıkılmasıydı. İşçi sınıfının politik arenaya siyasi grevlerle girmesi sonucu belirledi ve Şah’ın diktatörlüğü yerle yeksan oldu.[1]

İran devrimi, son derece yüklü toplumsal ve siyasal çelişkilerin şiddetli bir dışavurumudur. 1979’a ilerleyen süreçte manzara şuydu: Kapitalist gelişme tempolu bir şekilde ilerlemekte, modern üretim ilişkileri egemen olmaya başlamakta, ama çarşı denen yerlerde geleneksel temele dayalı üretim ilişkileri ülke ekonomisinde ve toplumsal hayatta küçümsenmeyecek ağırlığını korumaktaydı. Kapitalist gelişme hızlı bir şekilde köylülüğü çözerek büyük şehirlerin varoşlarına atmakta, milyonlarca insan teneke evlerde işsizliğin ve sefaletin kucağına itilmekte, ama bir avuç zengin ve devlete egemen elitler göz kamaştırıcı bir yaşam sürmekteydi. 1979’da Tahran’ın nüfusu 8 milyona ulaşmıştı. Sermaye tekelleşmekte ve genişlemekte, küçük-burjuvazi ve tüccarlar büyük sermaye karşısında erimekteydi. Tepeden reformlarla eğitim laikleştirilmekte, seküler bir toplum yaratılmaya çalışılmakta, ama bu gelişmelere öfke kusan ve sayısı yüz bini bulan mollaların halk içindeki etkisi devam etmekteydi. Tüm bunlara, son model silahlarla donatılan 400 bin kişilik ordunun, 60 bin kişilik gizli istihbaratın ve polis örgütlenmesinin üzerinde yükselen Şah diktatörlüğünü de eklemek gerek.

Burjuva muhalefet de dâhil her türlü muhalefetin yasaklandığı, anayasanın yürürlükten kaldırıldığı, basının susturulduğu, binlerce devrimcinin ve muhalif aydının cezaevlerine doldurularak işkencelerden geçirildiği, on binlerce insanın yurt dışına kaçmak zorunda kaldığı bir diktatörlük. Yani nerdeyse toplumun hiçbir kesimi gidişattan ve halinden memnun değildi. Burjuvazi gelişip palazlanmasına rağmen, bu gelişkinliğini politik iktidara yansıtamıyor ve güvenceye alamıyordu. Oysa burjuva kesimler anayasanın yürürlüğe konmasını ve parlamenter bir işleyişin egemen kılınmasını istiyorlardı. Diktatörlük düzeninin mevcut şartlarda sorunsuz yürümeyeceğini ve toplumsal çelişkileri yumuşatmak gerektiğini sezen ABD’deki Carter yönetiminin, Şah’ı insan haklarına saygılı olmaya çağırması da burjuvazinin istekleriyle örtüşüyordu. Şah, ABD’nin ve burjuvazinin söylediklerine önce kulak asmadı, toplumsal çelişkiler patlayıp da birtakım reformlara girişmeye kalktığında ise geç kalmıştı, devrim diktatörlüğü tarihin çöp tenekesine doğru süpürüyordu.

1978’in sonbaharında Tahran’da yapılan yürüyüşe tam bir milyon kişi katılmıştı. Amerikan ve İngiliz elçileriyle görüşen Şah, şöyle diyordu: “Suya düşmüş bir kartopu gibi eriyip gidiyoruz.” Son model silahlarla donatılmış orduya, gizli servise ve polis aygıtına sahip Şah rejimi kitle ayaklanmasının üstesinden gelemiyordu. 4 Eylüldeki bu yürüyüşte halk şöyle haykırıyordu: “Askerler kardeşimizdir, ordu düşmanımız.” Kitlelerin erlerle kurduğu bağ ve erlerin göstericiler karşısında giderek çelişkiye düşmesi Şah yönetimini tam anlamıyla şaşkına çevirmişti. Şah yönetimi askerleri halktan uzak tutmak ve devrimi bastırmak amacıyla önce sıkıyönetim ilan etti ve devam eden günlerde, 8 Eylülde Tahran’da yapılan ve tarihe “kara Cuma” olarak geçen yürüyüşte tam 300 kişi katledildi. Ama kitleler geri çekilmediler, ülkenin dört bir yanında düzenlenen yürüyüş ve mitinglerde “kahrolsun Şah rejimi” haykırışları yükseliyordu.

Rejimin temsilcileri tam anlamıyla çaresizdiler ve devrim geliştikçe devletin çekirdeğini çatırdatıyor ve merkezi yönetim denetimini kaybediyordu, yani egemenler artık eskisi gibi yönetemiyorlardı. Devrim bir işçi iktidarına yürümesin diye rejimin önde gelen isimleri ve emperyalist ülkelerin temsilcileri daha Eylül ayının başında gizlice görüşmeler yapmaya başlamışlardı. Ancak ilerleyen haftalarda ABD de Şah’ı gözden çıkardı. Çaresizlik içinde kıvranan Şah, ılımlı liberal burjuva temsilcilerle koalisyon pazarlığına girişti. Ancak devrim, Şah’ın koalisyon çerçevesinde vereceği reform kırıntılarını çoktan aşmıştı ve liberal burjuva temsilciler bu aşamada kitleleri karşılarına alamazlardı.

Fakat Ulusal Demokratik Cephe etrafında örgütlenen burjuvazinin liberal temsilcileri, Şah’ın alaşağı edilmesi için kitlelere önderlik edemeyecek kadar korkak ve pasiftiler. Onlar Şah’ın gitmesini ve parlamenter bir sistemin kurulmasını istiyorlardı, ama cesaret gösterip kitlelerin önüne düşemiyor, kesin ve kararlı bir şekilde diktatörlüğün son bulması ve Şah’ın derhal çekip gitmesi gerektiğini söyleyemiyorlardı. İran devrimi, emperyalizm çağında gericileşen burjuvazinin demokratik devrimlere öncülük edemeyeceğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Sosyalist hareketin ise, Şah’ı ve burjuva düzeni hedefe yerleştirecek ve devrimi işçi iktidarına ilerletecek bir perspektifi zaten yoktu. Sosyalist hareket “milli burjuvazi” öncülüğünde “anti-emperyalist” bir devrim peşindeydi. Bu durumda devrimin önderliği, zaten kendi emellerini hayata geçirmek amacıyla yanıp tutuşan mollalara ve Humeyni’ye terk edilmiş oldu. Toplumun en örgütlü kesimi olan mollalar ve Humeyni, devrimin önderlik boşluğunu çok iyi doldurdular. Geniş kitlelerin öncülüğünü kazanma noktasında Humeyni ustalıklı manevralar yapmaktaydı.

Humeyni ilk dönemler liberal burjuvazinin programını ve hatta solun emperyalizm karşıtlığı ve millileştirme gibi kimi söylemlerini sahiplenmiş gözüküyordu. Söz ve düşünce özgürlüğünün insanın temel hakkı olduğunu ve hiçbir nedenle kısıtlanamayacağını, tüm siyasi partilere ve örgütlere serbesti tanınacağını, halkı ezen devlet kurumlarının ve sansürün kaldırılacağını söylüyordu. Humeyni’ye göre, gelecekte İran’da herkes istediğini yazıp okuyacaktı ve istihbarat örgütü SAVAK dâhil tüm güvenlik kurumları kaldırılacaktı. Şöyle diyordu: “Halkımız ve serbest seçimlerle iş başına gelmiş bir hükümet, ülkemizin güvenliğini koruyacaktır.” Her sektörün istediği gibi kendini yöneteceğini ve devletin müdahale etmeyeceğini söyleyerek burjuvaziye güvenceler veren Humeyni, inanç özgürlüğünden ve kadınların “tamamen serbest” olacağından dem vuruyordu. Ama daha da önemlisi, mollaların devlet yönetimine karışmayacağına söz veriyordu: “Yetenekli ve güvenilir bir aday seçip ülkenin yönetimiyle görevlendirmek halkın işidir. Ben üzerime görev almayacağım. Ben bir gözlemci olarak halkımın yanında olacağım ve din işleriyle uğraşacağım… Ruhani işlerle uğraşanlar, devlet makamlarında vazife almayacaklar.”[2]

Nitekim devrimin tartışmasız önderi haline gelen ve bir İslam Devrim Konseyi kuran Humeyni, kendi konseyini bir kenarda tutarak, Geçici Hükümetin başına liberal burjuvazinin bir temsilcisi olan Bazargan’ı getirdi. Humeyni’nin bu taktiği devrimin o günkü düzeyiyle de örtüşüyordu. Zira geniş kitlelerin Humeyni’nin önderliğini kabul etmeleri demek, mollaların yönetiminde şeriat düzenini kabul etmeleri demek değildi. Humeyni, tüm kesimlerin üzerinde yer alan bir devrim önderi, bir hakem rolünü şimdilik oynamaya devam ediyordu. Ayrıca liberal burjuva temsilcilerin hükümeti kurmalarına izin vererek de zaten çatlamış ordu genelkurmayını daha da ayrıştırmak ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeleri yumuşatmak istiyordu. Fakat devrim çok karmaşık bir tablo çıkarmıştı ortaya: Bir tarafta burjuvaziyi temsil eden ve emperyalist ülkelerle ilişkileri sürdürmekten yana olan görünürdeki Geçici Hükümet; öte tarafta ordu genelkurmayı da dâhil olmak üzere bürokrasinin bir kesimini yanına çeken, çöken devleti fiilen eline geçiren, özellikle kent varoşlarında sefalet içinde yaşayan kitleleri arkasına takan, çarşı-bazaari denen geleneksel küçük-burjuva kesimleri temsil eden ve içinde büyük toprak sahiplerinin de olduğu mollalar ve Humeyni konumlanıyordu. Bu sınıf ve kesimler karşısında ise, devrimden sonra kitleselleşen sol ve şûralar/konseyler kurarak pek çok fabrikanın yönetimini eline alan devrimci işçi kitleleri yer alıyordu. Ortaya çıkan bu karmaşık ve çelişkili tablonun bir proletarya iktidarına değil de karşı-devrime doğru gelişmesinde ise, İran solunun çok büyük sorumluluğu ve günahı vardır.

Solun kahredici tutumu

İran devrimi, küçük-burjuva sosyalizminin bilmem kaçıncı kez iflasını ortaya koyan engin deneyimlerle doludur. Ana parçasını, komünist partinin devamı olan Tudeh’in oluşturduğu sosyalist ve devrimci demokrat harekete göre, İran azgelişmiş, yarı-feodal, yarı-sömürge bir kapitalist ülkeydi. Ülkede Şah’ın ve komprador burjuvazinin egemenliği vardı ki, onlar da ABD emperyalizminin işbirlikçileriydiler. Devrimin yöntemleri ve nasıl gelişeceği noktasında bazı farklılıklar olsa da, onlara göre temel çelişki İran’ın ABD emperyalizmine bağımlılığı meselesiydi. Proleter bir devrim için henüz olgun sayılmayan İran’da, mücadelenin temel hedefi, anti-emperyalizme dayalı milli demokratik bir devrim olmalıydı! Böylece İran, emperyalizme bağlı zincirlerini kırarak bağımsızlığını kazanacak ve “milli” burjuvaziye dayalı bir ekonomi kuracaktı. Yani anti-kapitalizmi içermeyen ve tümüyle Batılı emperyalist ülkeler karşısında bir “ulusal kapitalizm” savunusuna çıkan bir anti-emperyalizm anlayışı söz konusuydu. Stalinizmin uluslararası komünist harekete zerk ettiği bu aşamalı devrim anlayışı, İran’da da sosyalist devrimi belirsiz bir geleceğe itiyordu.

Devrimci yükselişin başladığı günlerde Tudeh, görevi şöyle tarif ediyordu: “Anakronik monarşinin devrilmesi, gerici devlet aygıtının yıkılması, büyük kapitalistlerin ve toprak ağalarının tasfiyesi, iktidarın bu sınıflardan alınarak vatansever, demokratik sınıf ve katmanlara –yani işçilere, köylülere, kent küçük-burjuvazisine, vatansever ve ilerici aydınlara ve ulusal burjuvazi kesimine– verilmesi. Kısaca, görev, ulusal demokratik bir cumhuriyetin kurulmasıdır.”[3] Ancak İran devrimi solun beklentilerinin ötesine taşan karmaşık ve çelişkilerle dolu bir tablo çıkarmıştı ortaya. Neredeyse solun tüm kesimleri, kurulan hükümetin ve paylaşılan iktidarın mahiyetinin ne olduğu noktasında tam bir kafa karışıklığı içindeydi. Örneğin, Halkın Fedaileri grubu önce demokrasi, toplanma ve basın özgürlüğü vaat eden liberal burjuvazinin temsilcisi Bazargan hükümetini “meşru” ve “milli” ilan etti. Ancak çok geçmeden Bazargan’ı komprador olmakla suçladı, “dinci gerici” dediği mollalara yüzünü döndü ve “imamın anti-emperyalist ve anti-Siyonist tutumunu bütün gücüyle desteklemeye hazır olduğunu” açıkladı. Çünkü onların nazarında mollalar “milli” ve emperyalizm karşıtıydı.

SSCB çizgisindeki Tudeh ise, bir burjuva ve küçük-burjuva koalisyonundan söz etmekteydi. Tudeh’e göre, bu koalisyonun içinde Bazargan’ın başını çektiği burjuva kanat daha çok demokrasi istiyordu, ama emperyalizmle ilişkileri yeniden düzeltmeye ve geliştirmeye çalışıyordu. Humeyni’nin başını çektiği küçük-burjuva kanadın ise, demokratik olmamasına rağmen radikal ve anti-emperyalist bir çizgi izlediği savunuluyordu. Dolayısıyla da liberallerden ziyade “anti-emperyalist bir çizgi izleyen” Humeyni ve mollalar desteklenmeliydi! Tudeh’in bu yaklaşımı tüm sola egemen olacaktı.

Küçük-burjuva sosyalizmi, tahayyül ettiği nitelikte bir “milli demokratik devrim” ve onun başını çeken “milli”, “demokratik” ve “ilerici” unsurlar bulamayınca, mollalardan ve Humeyni’den bir “milli” ve “anti-emperyalist” devrim önderliği çıkartmaya girişti. Tudeh lideri Tebari, Devrimimizde Dinin Rolü başlıklı bir yazısında İslamı, “anti-emperyalist devrimin ideolojisi” olarak tanımlıyordu.[4] Oysa Humeyni’nin “anti-emperyalizmi” tümüyle milliyetçi ve gerici bir temele, özünde ise Batı karşıtlığı üzerine oturuyordu. Ona göre Batı’nın değerleri toplumu ahlâksızlaştırıyor, yozlaştırıyor, kitlelerin ruhunu tahrip ediyor ve dinsizleştiriyordu. Dolayısıyla emperyalizmin değerlerine karşı çıkılmalıydı, emperyalizm lanetlenmeliydi. Humeyni’nin bu emperyalizm karşıtlığı solu adeta mest ediyordu. Esasında küçük-burjuva sol ile küçük-burjuva dinci gerici mollalar milliyetçilik zemini üzerinde bir araya geliyorlardı. Emperyalizm karşıtlığı arkasına saklanmış bu milliyetçi ortaklıktan dolayı mollaların ve Humeyni’nin arkasına yedeklenen İran solu, hedefine liberal burjuva kesimin temsilcilerini yerleştirdi. Humeyni ise, demokratik cumhuriyeti ve demokratik hakları emperyalizmin ve Batı’nın değerleri diyerek elinin tersiyle bir kenara itti ve sol bu karşı-devrim sürecinde bir türlü ölüm uykusundan uyanamadı.

Devrimin gelişim sürecinde demokrasiden, cumhuriyetten, eşitlikten, özgürlükten, kadınların haklarından dem vuran Humeyni, iktidarın temel mekanizmalarını eline geçirdikten sonra tümüyle başka konuşmaya başlamıştı. Şöyle diyordu: “Size ihtar ediyorum! Açın gözünüzü! Kanmayın demokrasi lafına! Demokrasi, Batılıların işidir ve biz Batıdan gelen her şeyi reddediyoruz.”[5] Peki, nasıl bir devlet istiyordu Humeyni: “Halkımız bir İslam cumhuriyeti istiyor. Herhangi bir cumhuriyet değil, demokratik cumhuriyet değil, demokratik İslam cumhuriyeti de değil, sadece ve sadece İslam cumhuriyeti istiyor.”[6] Gerek burjuva liberal kesimler gerekse sol, Humeyni’nin karşısına alternatif bir program koyup bu doğrultuda kitleleri seferber etmeye girişmedi. Liberal burjuvazinin temsilcisi Bazargan, hiç olmazsa “demokratik” unsuru ekleyelim dediğinde terslendi ve geri çekildi. Liberal burjuva temsilcilerin korkaklığı onları Humeyni karşısında bir kampanya açmaktan alıkoyuyordu. Sol ise önerilen İslam cumhuriyetinin, İslami ve anti-demokratik yanını görmezden geldi ve cumhuriyet unsurunu öne çıkartarak Humeyni’yi destekledi.

“İslam Cumhuriyeti” mi, yoksa Batı rejimi olan “Şah diktatörlüğü” mü? Bu ikilemle 30 Martta referanduma gidildiğinde gayet tabii olarak halk birinci seçeneği tercih etti. Humeyni ve mollalar karşı-devrim sürecinde çok önemli bir yol almışlardı. Rejimin niteliği belirlenmişti ve demokratik olmayan bir cumhuriyetin anayasası da demokratik olamazdı. İslam cumhuriyetini mollaların yönetmesinin de önü açılmış oluyordu. Böylece bir kurucu meclis seçilmesine ve bu meclisin anayasayı yaparak referanduma götürmesine de gerek kalmıyordu. Çünkü İslam cumhuriyetinin anayasası da İslam usullerine göre hazırlanmalıydı. Humeyni, “Batılı hukukçulara değil, İslam âlimlerine ihtiyacımız var” diyordu. Nitekim kurucu meclis yerine tümüyle mollalardan oluşan 50 kişilik bir bilirkişi heyeti seçildi ve anayasanın hazırlanması onlara havale edildi.

Tam anlamıyla körleşen sol, mollaların gündelik toplumsal yaşamı baskı altına alarak dini kuralları dayatan uygulamalarına “yan çelişki” diyerek köklü bir şekilde karşı çıkmadı. Çünkü “ana çelişki” yani emperyalizmle olan çelişki çözülmeliydi önce. Toplumda oluşan tepkiyi kanalize etmek ve karşı-devrime yol aldırmak amacıyla mollalar ABD elçiliğini işgal ettirdiklerinde de sol, “emperyalizme gereken ders veriliyor”, “devrim anti-emperyalist çizgiye oturuyor” diyerek gerçekleri görmezden geldi. Böylece toplumu ve solu “emperyalizme” karşı ayaklandıran ve aylarca oyalayan mollalar amaçlarına ulaştılar. Önce ABD emperyalizminin ve devrimin ajanı olarak damgalanan Bazargan hükümeti ve böylece liberal burjuva temsilciler iktidardan tasfiye edildi, hemen akabinde ise velayet-i fakih düzenine dayalı İslam anayasası 1 Aralıkta yapılan referandumla kabul ettirildi. Ve tabii sol, anayasada bazı sorunlar görmesine gördü, ama emperyalizme karşı mücadele veriliyordu ve bu ortamda anayasaya “evet” oyu vermek gerekiyordu!

Oysa velayeti fakih (velayet yasal otorite, fakih ise şeriatın tüm bilgilerine sahip bilgin anlamına gelmektedir) düzeniyle Humeyni, şeriat ve kanunları yorumlama hakkına ve gücüne sahip dini lider oluyor ve neredeyse sınırsız yetkilerle donatılarak devletin tepesine oturtuluyordu. Yani sol, cumhuriyetin sadece bir görüntüden ibaret kaldığını, velayet-i fakih düzeniyle Humeyni’nin parlamentonun da üzerinde bir Bonapart edasıyla yükseldiğini görmüyordu. Böylelikle sola, şûralarda örgütlenerek fabrikaların yönetimini eline alan işçilere, topraklara el koyan köylülere, ayağa kalkan Kürt ve Beluci halklarına karşı estirilen terör ve karşı-devrim tümüyle kurumsallaşıyor, mollaların egemenliğine dayalı olağanüstü bir rejim kuruluyordu.

Mollalar ve iktidar

Şii din adamlarının genelini ifade eden molla kavramı, en tepede Ayetullahlar, ortada müçtehitler, en altta ise akhundların yer aldığı, yukarıdan aşağıya, dini rütbeye göre örgütlenmesiyle Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfının Şii mezhebindeki karşılığıdır. Mollalığın Hıristiyan ruhban sınıfının karşılığı olması, onun sadece hiyerarşik örgütlenmesinden kaynaklanmaz; geniş toprakları ve sermayeyi elinde tutan cami vakıflarını kontrol etmesinden, elde ettiği mevki ve ayrıcalıklardan da kaynaklanır. Özellikle mollaların üst kesimleri, devrimden önce de hiçbir zaman sıradan din adamları olmamışlardır. Bunlar çeşitli biçimlerde; ya vakıf mallarını kontrol ederek ya doğrudan mülk sahibi olarak ya da devlet bürokrasisinde çok önemli mevkiler elde ederek egemen sınıfın doğrudan veyahut dolaylı bir parçası olmuşlardır.

Bu ruhban sınıfın üst kesimlerinin bir kısmı toprak sahipleriyle, diğer bir kısmı ise çarşı denen yerlerde geleneksel tarzda üretim yapan küçük üreticilerle ve tüccarlarla iç içe geçmişti. Örneğin, devrimden sonra parlamento başkanlığına getirilen ve bugün İran’ın en büyük kapitalistlerinden olan Ayetullah Rafsancani, Şam fıstığı yetiştiren çok büyük bir toprak sahibiydi. 1963’te Humeyni önderliğinde yaşanan küçük çaplı ayaklanmanın ana gövdesini, kapitalist gelişme karşısında güç yitiren ve Şah’ın reformlarına tepki duyan çarşı-bazaari burjuvazisi oluşturuyordu. Bu kesimin büyük bir kısmı, devrim sürecinde Humeyni’nin tabanını oluşturacaktı.

Fakat din hiyerarşisinin en altında yer alan, yoksul halkın çocuklarından gelen ve din adamlığını bir kurtuluş olarak seçen, epeyce geniş bir molla kesimi daha vardı. Bu sonuncuların devrimdeki rolü hayati önemdedir. Gecekondu mahallelerinden geldikleri için yoksullarla iç içeydiler, yoksul ve lümpen kesimlerin örgütlenmesinde ve harekete geçirilmesinde çok büyük bir rol oynadılar. En altta yer alan, o güne kadar gerek üst mollalar gerekse düzen tarafından itilip kakılan, horlanan bu mollalar için devrim bir kurtuluştu. Onlardan biri şöyle diyordu: “Biz başı ve baldırı çıplakların oturduğu gecekondulardan, arka sokaklardan geliyoruz. Pislik içinde yetiştik, ömür boyu açlık çektik. Bizimle zenginler, zengin evlatları, süslü kızlar ve kibar bayanlar arasında uçurumlar var. Bizi, onlardan parazitlerle, kan emicilerle, imansızlarla ve Batılılaşmış aydınlarla dolu bir dünya ayırıyor. Aramızdan kan dolu bir ırmak geçiyor. Biz, Allah’a ve Allah’ın adaletine inanıyoruz. Allah’ın adaleti intikamdır. İhtilalimiz sayesinde adalet yerini bulacaktır. Cemiyet alt üst olacaktır. Şimdi altta olanlar üste çıkacak, üstte olanlar ise cehenneme gidecektir.”[7]

Bu yoksul kesimler nazarında Humeyni, Allah’ın adaletini yerine getirmek için gönderilmiş bir elçi, onları kurtuluşa götürecek bir Mehdi’ydi. Doğrusu Humeyni de bir Mehdi edasıyla hareket ediyordu ve kitlelere “ölün” çağrısı yapıyordu, Şah’a karşı mücadelede ölenlerin cennete gideceğini söylüyordu. Humeyni’nin, “şeytan” dediği Şah karşısında şaşmaz bir kararlılıkla duruşu yoksul kitleleri adeta büyülüyordu. “Bize top tüfek işlemez”, “ruhumsun Humeyni” diyerek tankların ve makineli tüfeklerin üzerine yürüyorlardı. Devrimden sonra Humeyni bir Mehdi, ama daha çok bir Bonapart gibi konuşuyordu: “İşçiler, köylüler! Savaşan siz, kan döken sizsiniz. Biz, size hizmet edeceğiz. Kimse sizin zaferinize sahip çıkamaz. Lanetleyin beni kötüye kullanacak olursam sizin zaferinizi.”[8] Ancak bu konuşma tümüyle bir demagoji ve aldatmacaydı. İktidarı ele geçirdikten sonra Humeyni’nin giriştiği karşı-devrimle birlikte tüm işçi örgütleri ezilecek, sendikalar korporatif hale getirilecek ve grevler yasaklanacaktı. Sonuçta kaybeden işçiler, köylüler ve karşı-devrimci bir güç olarak kullanılan varoş yoksulları olmuştur.

Devleti ele geçiren mollalar, daha Şah devrilmeden Humeyni’nin yanına geçen generaller ve bürokrasinin bir kesimi, ülkeyi terk etmeyen büyük burjuvazinin bir bölümü, çarşı-bazaari burjuvazisi ve toprak sahipleri için İran’da yeni bir dönem başlamıştır. Ağırlıkla devlet kapitalizmine dayalı ekonomik yapıda kitlelerin rahatça sömürüsü, kurulan olağanüstü rejimle güvenceye alınmıştır. “Bu olağanüstü rejim altında İran kapitalizmi, uzunca bir süre içe kapanarak kendine özgü bir gelişim gösterdi. Kurulan koyu diktatörlük altında işçi sınıfı dizginsizce sömürülmüş, büyük burjuvazi ve mollaların içli dışlı olduğu çarşı-bazaari burjuvazisi alabildiğine palazlanmıştır. Şah döneminde yabancı sermayenin elinde olan işletmeler (maden, petrol, bankalar vs.) devletleştirilmiş, devlet üzerinden burjuvaziye sermaye akıtılmıştır. Bürokrasiye yerleşen mollalar, ekonominin önemli bir bölümünü oluşturan devlet işletmelerini kendi çıkarları temelinde yağmalamaya başlamışlardır. Özellikle de petrol gelirlerinin paylaşılması üzerinden mollalar kapitalistleşmişlerdir.” (Akın Erensoy, İran’da Toplumsal Patlama, MT, Temmuz 2009)

İşte son dönemde iyiden iyiye kızışan burjuva kesimler arasındaki kavganın nedeni, molla diktatörlüğü tarafından kurulan ekonomik düzenin artık yürümemesi, kapitalist gelişmenin eski çerçeveyi çatlatması ve yapısal değişim ihtiyacının kendini dayatmasıdır. “«Reformcu» olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen engelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler… Buna karşın, «muhafazakâr» denen ve neredeyse tüm devlet aygıtını elinde tutan, rejimin yarattığı dini vakıflarda muazzam servetleri kontrol eden Ayetullahlar, Müçtehitler, bürokrasi ve camiler etrafında örgütlenmiş kesimler ise, şimdilik böylesi bir değişimden yana değillerdir.” (Akın Erensoy, age)

Netice itibariyle, çok büyük acılar çekmiş olan İran işçi sınıfı, burjuvazi içindeki bu kapışmada birinci ya da ikinci kesime yedeklenmemeli, herhangi bir kesimin çıkarlarının kaldıracı ve vurucu gücü olmamalıdır. Bağımsız bir sınıf çizgisi geliştirmesi gereken işçi sınıfı, her iki kesimin de gündemine dahi almadığı velayet-i fakih düzeninin son bulmasını, demokratik bir işleyişin hâkim kılınmasını, siyasal ve sendikal yasakların kaldırılmasını, ifade ve toplanma özgürlüğünün sağlanmasını hedefleyen bir mücadele vermelidir.

Kuşkusuz, aynı bağımsız sınıf çizgisini Türkiye işçi sınıfının da geliştirmesi gerekiyor. Bugün devam etmekte olan egemen sınıf içi iktidar kapışmasında, işçi sınıfı her iki burjuva kesimin de peşine takılmadan, ama darbe tehdidinin de bir gerçek olduğunu görerek darbecilerin, faşist güçlerin, Ergenekoncuların vb. karşısına dikilmeli, 12 Eylül anayasasının çöpe atılması, Kürt halkının haklarını da güvenceye alan her türlü hak ve özgürlüklerin sağlanması için bir mücadele yürütmelidir. Son sözümüz şudur ki, benzeri siyasal süreçlerle karşı karşıya gelen, bölgenin gelişmiş iki ülkesinin işçi sınıfları güçlerini ve deneyimlerini birleştirdiklerinde, Ortadoğu’da özgürlükler baharı yaratan bir dönemin önünü açacaklardır. 

1 Şubat 2010

İran Devrimi


[1]  Devrimin ayrıntılı bir okuması için bkz: Akın Erensoy, İran Devrimi, gelecekbizim.net

[2]  akt: Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, Belge Yay., s.53-54

[3] akt: Phil Marshall, İran’da Devrim ve Karşı Devrim, Z Yay., s.65

[4] akt: Val Moghadan, İran Devrimi derlemesi içinde, Belge Yay., s.42

[5] akt: Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, s. 137

[6] age, s. 137

[7] age, 57-58

[8] age, s.170

İlgili yazılar