Emperyalist Kapışmanın Ortasında Kosova
Utku Kızılok, 1 Nisan 2008

Yaklaşık on yıldır Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun denetiminde olan ve Sırbistan’dan fiilen kopan Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etti. ABD, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını tez zamanda tanıdılar. Böylece Balkanlar’da yeni bir ulus-devlet daha dünyaya gözlerini açmış oldu. Sırbistan burjuvazisi ise, tüm ezen ulus-devletlerin bildik tutumunu sergiledi: Kosova’nın bağımsızlık ilanına şiddetle tepki gösterdi ve kitleleri milliyetçilik temelinde sokağa döktü. Rusya ve Çin emperyalizmi de Sırbistan egemen güçlerine destek açıklayarak, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıktılar ve Birleşmiş Milletler’e kabul edilmesinin önüne geçtiler. Şu tespiti yapmak mümkün: yıllarca Sırbistan’ın boyunduruğu altında inletilen Arnavut halkının haklı istemlerinden bağımsız olarak, Kosova’nın bağımsızlık ilanı, 1990’lar boyunca akan kanın henüz kurumadığı Balkanlar’ı bir kez daha tutuşturabilecek yeni bir kıvılcımdır.

Kosova’nın bağımsızlık ilanı yalnızca Balkanlar’da değil, tüm dünyada büyük yankı uyandırdı ve denilebilir ki, pandoranın kutusunu açtı. Kosova, bağımsızlıklarını ilan eden ama hemen hiçbir ülke tarafından tanınmayan Güney Osetya, Abhazya, Dağlık Karabağ, Kuzey Kıbrıs gibi devletçiklere de emsal teşkil ediyor. Kosova’nın Batılı emperyalist güçler tarafından tanınmasının hemen sonrasında, Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya, Abhazya ve Moldova’dan ayrılmak isteyen Trans-Dinyester bölgesi, kendilerini egemen bir devlet olarak görmesi için Rus parlamentosuna başvurdular. Bilahare Dağlık Karabağ’da yeniden alevlenen çatışmalarda ondan fazla Ermeni ve Azeri askeri öldü. Daha da önemlisi, Kosova’daki Sırplar, Bosna-Hersek’deki Hırvatlar ve Sırplar, Hırvatistan’daki Sırplar ve Makedonya’daki Arnavutlar da, bölgedeki egemen güçlerce bağımsızlık yönünde kışkırtılmaya başlanmıştır. Sırbistan burjuvazisi daha şimdiden Kosova’nın Mitroviça bölgesinde yaşayan Sırpları harekete geçirmiştir.

Anlaşılacağı üzere pandoranın kutusundan, halklar için hiç de hayra yorulacak şeyler çıkmamıştır. Elbette bunun nedeni ezilen ulusal toplulukların, kendilerini ezen egemen güçlere karşı çıkmaları ve haklı istemlerini dile getiriyor oluşları değildir. Neden, hegemonya kavgasında üstün gelmeye çalışan emperyalist güçlerin, ezilen bu ulusal toplulukların haklı istemlerini istismar etmeleri, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları ve zaten alabildiğine karmaşık olan sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirerek köklü düşmanlıkların önünü açmalarıdır. Emperyalist güçlerin esas derdinin ezilen halkların davasına sahip çıkmak ve onları ezen ulusların boyunduruğundan kurtarmak olmadığı tarihsel ve güncel deneyimlerle sabittir. Balkanlar’da askeri üs gibi kullanacağı bir devletçik yaratmak amacıyla Kosova’nın bağımsızlığını teşvik eden, Çin’i sıkıştırmak için Tibet’e özgürlük isteyen ABD emperyalizmi, ne hikmetse, on yıllardır İsrail mezalimi altında inletilen Filistin’in ve 2002’den bu yana işgal altında tuttuğu Afganistan ve Irak halklarının bağımsızlık sorununu unutmaktadır.

Emperyalist odaklar, ezilen ulusal toplulukların haklı taleplerini kendi çıkarlarına alet etmekle kalmıyorlar; herhangi bir ulusal topluluğun ulusal istemle ayağa kalkmadığı yerlerde de, azınlık pozisyonunda yaşayan halkları kışkırtarak kendi denetimlerinde bir “ulusal sorun” yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin, ABD emperyalizminin İran topraklarında yaşayan Azerileri kışkırtarak bir “ulusal sorun” yaratmak istemesi bunun bir delilidir. Böylece emperyalistler hem gerçek ulusal sorunları hem de kendi yarattıkları “ulusal sorun”ları kullanarak, bu bölgelere nüfuz edebilecekleri bir siyasal ortam oluşturmak istiyorlar. Önümüzdeki süreçte, emperyalist güçlerin teşvik etmesiyle “anavatan” topraklarının dışında, kimi devletlerin egemenliği altında azınlık pozisyonunda yaşayan ulusal toplulukların bağımsızlıklarını ilan etmesi ve buna bağlı olarak pek çok mikro devletçiğin peyda olması söz konusu olabilir.

Hemen belirtelim ki, devrimci Marksistler bir ulusun diğer bir ulusu veya ulusları boyunduruk altına alarak ezmesine şiddetle karşı çıkarlar ve her ulusun kendi siyasal kaderini tayin hakkını savunurlar. Ancak bu ilkesel tutum, emperyalistlerin güdümünde şekillendirilen veya onların oyuncağı haline gelen “ulusal görünümlü hareketler”in destekleneceği biçiminde yorumlanamaz. Keza devrimci Marksizm, genel olarak küçük devletlerin kurulmasına ve işçi sınıfının binbir ulusal çitle bölünmesine de karşı çıkar. Fakat yanlış anlamalara mahal vermemek için vurgulayalım: devrimci proletaryanın genel olarak mikro devletlere karşı olması demek, boyunduruk altına alınan ve ezilen bir halkın mücadelesine ve haklı taleplerine karşı duyarsız kalması demek değildir. Eğer doğacak olan küçük devlet ulusal sorunun gerçek anlamda çözülmesine hizmet ediyorsa, devrimci işçi sınıfı böyle bir küçük devletin oluşumuna karşı tutum almaz.

Tam da yeri gelmişken hatırlatalım: ulusal sorunun çözümü konusuna devrimci proletarya, somut durumdan hareket ederek yaklaşır ve ona göre bir siyasal tutum alır. Mesela tarihsel dönemi içinde çözülememiş ve geçmişten günümüze sarkmış İrlanda, Bask, Kürdistan ve Filistin ulusal sorunlarının çözümü ile, Balkanlar’da Yugoslavya’nın, Kafkasya’da SSCB’nin dağılmasıyla alevlenen ve alabildiğine karmaşık bir hal alan ulusal sorunun çözümü farklı temellerde gerçekleşebilir. Tüm ulusal sorunların benzeri biçimlerde çözülmesini sağlayacak bir sihirli değnek yoktur. Ulusal ihtilaflar konusunda işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunu ikincil plana iten politik tutumlar asla kabul edilemez. Unutmamak gerekiyor ki, birincil öncelik toplumsal kurtuluş mücadelesinin örgütlenmesidir ve bu bağlamda işçi sınıfı için ulusal sorun ikincil bir meseledir.

Bunu iki yönüyle sınırlandırarak vurgulayalım: birincisi, ulusal sorunun çözülmesi için mücadele, demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir. Nihayetinde bir halkın kendi kaderini tayin hakkının tanınması özü itibarıyla demokratik bir istemin karşılanmasıdır. Bu hakkın tanınması için mücadele yürüten işçi sınıfı da esasında demokrasi için mücadele yürütmüş olur. Lenin’in ifade ettiği gibi, ulusal ihtilafı da kapsayan bir demokrasi mücadelesi yürütmeyen işçi sınıfı, sosyalizm için mücadele yürütmesi gerektiğinin de bilincine varamayacaktır. İkincisi, ulusal sorunun çözülmesi, halkların birbirine olan önyargılarının kırılmasına yardımcı olacağı ve işçi sınıfının enternasyonalist birliğine giden yolu açacağı için, toplumsal kurtuluş mücadelesinin yararınadır. Bu nedenle de devrimci işçi sınıfı, “negatif” bir görevin yerine getirilmesi demek olan ulusal sorunun çözülmesinden yanadır ve tüm ulusal sorunlara da bu perspektiften bakar.

Balkan halklarının bitmeyen trajedisi

Emperyalistlerin ve onların yerli işbirlikçisi egemen güçlerin müdahalesiyle Balkanlar, yaklaşık bir asırdan beridir tam anlamıyla içinden çıkılmaz sorunlar yumağıyla boğuşmaktadır. Bu niteliğiyle dünya siyasal literatürüne, bir de kendi adıyla anılan bir kavram kazandırmıştır: Balkanlaştırma! Bu kavram, halkların birbirine karşı kışkırtılarak bir bölgenin veya ülkenin dinsel, kültürel ve ulusal temellerde küçük küçük pek çok parçaya bölünmesi anlamına geliyor. Ne yazık ki, Balkanlar’da Balkanlaştırma son sürat devam ediyor.

Esasında sorunun evveliyatı Osmanlı’nın Balkanlar’da egemen olmasına değin uzanmakta. Osmanlı İmparatorluğu bölgede hâkimiyetini kalıcı kılabilmek amacıyla bir taraftan yoğun olarak bir arada yaşayan halkları dağıtmış, öte taraftan ise kendisine daima biat edecek ve onun Balkanlar’daki vurucu gücü olacak bir “halk-teba” devşirmiştir. Nitekim gerek Slav halklarının bir kesimini oluşturan Boşnaklar gerekse Kosovalı Arnavutlar o dönemde Müslümanlaştırılmış; esas olarak Sırpların yaşadığı Kosova’ya Arnavutlar yerleştirilmiş –Sırplar bugün de Kosova’yı “anavatan” olarak kabul etmektedirler– ve Sırplar ise sürülmüşlerdir. Bu durum, Balkanlar’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin başlamasıyla yeni çelişki ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vurmuştur. İşte emperyalistlerin 20. yüzyıl dönümündeki müdahalesi böylesi bir geçmiş zemin üzerinde vuku bulmuş, ulusal kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla ortaya çıkan yeni çelişkiler alabildiğine kaşınmış ve sorun içinden çıkılmaz bir hale getirilmiştir.

1912’de patlak veren Balkan savaşı birinci emperyalist savaşın da bir provası olmuştur. İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya gibi emperyalist güçler, Balkan halklarını birbirine kırdırarak kozlarını paylaşmışlardır. Gerek birinci ve ikinci Balkan savaşlarında gerekse Birinci Dünya Savaşında Balkanlar’da sınırlar yeniden çizilmiştir. Nihayetinde bugünkü sorunun temelini de bu savaşlarla çizilen sınırlar oluşturmaktadır. Sınırlar halkların çıkarları doğrultusunda değil de egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda çizildiği için, halklar paramparça edilmiş ve önemli bir kesim beş altı-devletin sınırları içinde kalmıştır. İç içe yaşayan halkların suni temellerde bölünmesi ve parçalanması, emperyalist kışkırtmanın daha kolay mayalanmasını da beraberinde getirmiştir. Balkanlar’ın Yugoslavya olarak tanımlanan bölgesi, yani bugünkü Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’nın sorunların ve çatışmaların merkez üssü olagelmesinin nedeni de budur. Bosna-Hersek’te Sırplar ile Boşnaklar veya Hırvatistan’da Sırplar ile Hırvatlar ya da Kosova’da Arnavutlar ile Sırplar arasında başlayan bir çatışma, tez zamanda tüm bölgeye yayılabilmektedir.

Ne var ki Balkanlar, tarihsel husumetlerin son bulduğu bir döneme de tanıklık etmişti. Hitler liderliğindeki Nazi Almanya’sının Balkanlar’ı işgal etmesi üzerine başlatılan direniş hareketi tam da böylesi bir birliğin ve kardeşleşmenin ürünüydü. Hırvatlar, Sırplar, Boşnaklar, Makedonlar, Slovenler ve Karadağlılar, Yugoslavya Komünist Partisinin önderliğinde faşist işgale karşı mücadelede birleşmiş ve gerçekten de halklar arasında bir yakınlaşma ve kardeşleşme doğmuştu. Nitekim bu dönemde halkları birbirine karşı kışkırtan Sırp ve Hırvat milliyetçilerinin destek görmemesi bunun bir göstergesidir. Balkanlar’ın Yugoslav halkları, kendini bir komünist olarak sunan Tito’ya ve faşist işgale karşı savaşan Partizanlara derin bir bağlılık içindeydiler. Kurulan “sosyalist” Yugoslavya, o güne kadar acı ve gözyaşına gark olmuş Balkan halkları için umut ve kurtuluş olmuştu. Bu, içi boş bir umut da değildi. Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Bosna-Hersek ve Voyvodina, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti altında birleşmişti. Bu birleşme anayasal düzeyde oldukça ilerici bir içeriğe sahipti: isteyen federal cumhuriyet referanduma giderek ayrılma hakkını kullanabilirdi. Keza merkezi devlet yönetimi de federal cumhuriyetlerden gelecek temsilcilerce, ortaklaşa idare edilecekti.

Ne var ki Yugoslavya bir işçi devleti değil, aynı Sovyetler Birliği gibi bürokratik bir diktatörlüktü. Kurulan devlet, ne geniş kitlelerin eseri olan bir işçi devriminin ürünüydü ne de işçi kitlelerinin her düzeyde yönetime katıldığı, doğrudan demokrasinin organları olan sovyetler biçiminde örgütlenmişti. Federal cumhuriyet daha baştan, bürokratik bir tarzda örgütlenmişti ve siyasal gücü elinde tutan da devlet mülkiyeti üzerinde yükselen bürokratik sınıftı. Dolayısıyla da faşizme karşı halkların ortak mücadelesinin ürünü olan olumlu düzenlemeler, bürokratik düzen yerli yerine oturup pekiştiğinde kâğıt üzerinde kaldı. Böylece halkların gönüllülük temelinde kaynaştırılması için yakalanan fırsat, bürokrasi tarafından harcanmış oldu. İçe kapalı, geri bir teknik ve geri bir ekonomi üzerinde yükselen bürokratik düzenin iç çelişkileri giderek keskinleşecek ve egemen bürokratik kesimler iktidar kavgasına tutuşacaklardı. Bu dönemden itibaren, Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon ve Sloven egemen bürokrasisi, halkları milliyetçilik temelinde kışkırtarak kendi çıkarlarının peşine takmaya çalıştı.

Bu rekabetten Sırp bürokrasisinin galip çıktığını söylemek mümkün. 1980’li yıllarda devlet aygıtına ve elbette orduya hâkim olan Sırplar idi. Bürokrasi ele geçirdiği devlet aygıtını, Yugoslavya’nın dağılmasını önlemek ve “Büyük Sırbistan”a dönüştürmek için kullanmaya başladı. Zira bürokratik düzenin artan çelişkileri ve kapitalizme doğru evrilmesi, emperyalist güçlerin Yugoslavya’ya müdahalesini hızlandırmış ve bağımsızlık sesleri yükselir olmuştu. Miloşeviç önderliğindeki Sırp bürokrasisi halkları zorla bir arada tutabilmek için, diğer milliyetler üzerindeki baskı ve şiddeti artırdı. 1974’te Kosova’ya özerklik tanınmasına rağmen, Arnavut halkı üzerindeki baskılar 80’li yıllar boyunca sürdü ve hatta Arnavutça eğitim veren üniversiteler kapatıldı. 1989’da ise Kosova’nın özerkliği kaldırıldı ve asimilasyoncu-milliyetçi Sırp politikasına hız verildi.

Ancak baskı ve şiddet politikası Yugoslavya’yı bir arada tutamayacaktı. 1989’da Berlin Duvarının çökmesi ve onu Doğu Avrupa’daki diğer bürokratik diktatörlüklerin izlemesi Yugoslavya’nın da sonunu getirdi. İkinci Dünya Savaşından yenik çıkmış Alman emperyalizmi, yeni nüfuz alanları yaratabilmek için Doğu Avrupa’nın üzerine atladı. Almanya’nın desteğini alan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kendini Yugoslavya’nın mirasçısı olarak gören Sırbistan tez zamanda Hırvatistan ve Slovenya’ya savaş ilan etiyse de başarılı olamadı. Ama bu savaşta beş bin insan ölmüş, daha da önemlisi emperyalist güçler Birleşmiş Milletler üzerinden bölgeye yerleşmişlerdi. Balkanlar’da emperyalist paylaşım savaşı yeniden başlıyordu. 1992’de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, emperyalist güç denemesi için muazzam bir ortam sunuyordu. Zira Bosna-Hersek Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklardan oluşmaktaydı. Tarihin cilvesine bakın ki, 78 yıl önce savaşan güçler, destekleyicileriyle birlikte yeniden karşı karşıyaydılar. Rusya Sırpları, Almanya Hırvatları, Türkiye ve onunla birlikte ABD Boşnakları desteklerken, Fransız emperyalizmi dengelere oynamaya devam ediyordu.

1912’deki Balkan savaşına gazeteci olarak katılan Troçki, Balkan Savaşları adlı eserinde, Avrupa’nın büyük devletlerinin Balkan halklarını nasıl önce birbirine kırdırdığına ve söz konusu halklar ve devletler zayıflayıp gerekli koşullar oluşunca da nasıl onları ekonomik ve siyasal nüfuzlarına aldıklarına değinir. 1990’lardaki üçüncü Balkan savaşında da durum aynen bu olacaktı. 1995’e dek Bosna-Hersek’te halklar birbirine boğazlatıldı ve koşullar oluştuğunda emperyalist güçler duruma müdahale ettiler. Dayton anlaşmasıyla Bosna-Hersek fiilen üçe bölündü: Boşnak-Hırvat federasyonu ile Bosna Sırp cumhuriyeti Bosna-Hersek devleti altında bir araya getirildi.

Tam da bu noktada önemli bir hususa değinmek elzemdir: 1992’de Arnavutların bağımsızlığı için mücadele veren UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) lideri İbrahim Rugova Kosova’nın bağımsızlığını ilan etti, amma velâkin Dayton planının mimarı olan ABD emperyalizmi bunu görmezlikten geldi. Zira bu dönemde ABD ile Sırbistan arasında bir anlaşma yapılmıştı. Rambouillet adı verilen anlaşmaya göre, NATO personeli, araçları, gemileri, uçakları ve teçhizatları, Sırbistan hava ve deniz ulaşım sahalarından sınırsız olarak yararlanabilecek, geceyi geçirme hakkına, askeri manevra hakkına ve üs hakkına sahip olacaktı. Ne var ki Sırbistan, sonradan Rusya ve Çin’in de desteğini alarak, bu anlaşmanın gereklerine uymadı. Balkanlar’da kendine gerekli yeri açamayan ABD emperyalizmi tez zamanda Kosova sorununa sarıldı ve UÇK’yı daha açıktan desteklemeye başladı.

UÇK, Kosova’nın özerkliğinin kaldırılmasından hemen sonra kurulmuş ve Sırbistan’a karşı silahlı mücadele başlatmıştı. İlk dönemler pek de dikkate alınmayan UÇK, ABD emperyalizminin Balkanlar’daki siyasal dengeleri bozmak ve kendi lehine yeniden kurmak üzere harekete geçmesinden sonra gelişip büyüdü. ABD ve İngiltere tarafından desteklenerek silahlandırılan UÇK, Sırbistan’a ve Makedonya’ya karşı silahlı saldırıya geçti. Bürokrasiden bozma Sırbistan burjuvazisi ise, ezilen bir halkın haklı istemlerini dikkate alarak emperyalistlerin oyunlarını bozmak yerine, Kosova nüfusunun %90’ını oluşturan Arnavut halkı üzerinde baskı ve şiddetini daha da artırdı ve on binlerce insan komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı.

Bu durum, gereken fırsatın doğmasını bekleyen ABD emperyalizminin ekmeğine yağ sürecekti. BM Güvenlik Konseyi’nin çağrılarına uymadığı gerekçesiyle NATO, 1999’da Sırbistan’ı bombalamaya başladı. 74 gün süren savaş sonrasında kolu kanadı kırılan Sırbistan, Kosova’dan çekilmeyi kabul etti ve Kosova’ya KFOR-Kosova Barış Gücü adıyla NATO kuvvetleri yerleşti. Kosova’nın sivil yönetimi ise Arnavutlara değil, BM Kosova Misyonu adı altında emperyalistlere bırakıldı. Böylece 1990’da açılan üçüncü Balkan savaşları perdesi, Yugoslavya’nın tamamen parçalanmasıyla, ortaya yeni devletlerin ve devlet adaylarının çıkmasıyla ve emperyalistlerin bölgeye yerleşmesiyle kapanmış oldu. Lakin Kosova’nın bağımsızlığının yol açtığı olaylar, Balkan halklarının trajedisinin bitmediğini ve belki de bir dördüncü savaş perdesinin açılmak üzere olduğunu ortaya koymaktadır.

Kosova’nın bağımsızlığı

Esasında Kosova, 1999’dan sonra Sırbistan’dan alınıp emperyalist güçlerin boyunduruğuna koşulmuştur. Nitekim yaklaşık on yıl “protektora”, yani “himaye altına alınmış topraklar” statüsünde BM’nin ve NATO’nun egemenliğinde kalan Kosova’nın bağımsızlık biçimi ve ortaya konan koşullar, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. BM’nin Kosova özel temsilcisi Martti Ahtisaari önderliğinde, Sırbistanlı ve Kosovalı egemenler iki yıl pazarlık yürüttülerse de bir anlaşmaya varamadılar. Görüşmelerin çökmesi üzerine Ahtisaari, 2007’nin başında bir rapor yayınladı ve “denetimli” olmak koşuluyla Kosova’nın bağımsızlığını tavsiye etti. Yani Kosova resmi düzeyde bağımsız gözükmesine karşın, birtakım anlaşmalarla fiilen emperyalist güçlerin denetiminde olmaya devam edecekti.

Kosova’nın bağımsızlık ilanından sonra bu “denetimli bağımsızlık”ın ne demek olduğu daha da aydınlanmış bulunuyor. Kosova’da kalmaya devam eden NATO’nun yönetimi AB’ye devredilecek; bununla birlikte AB, Eulex Misyonu adı altında Kosova’ya iki bin kişilik polis gücü, yargı ve diğer devlet teşkilâtlarının örgütlenmesi için hâkim, savcı ve idari memurlar gönderecek. Beri taraftan ABD emperyalizminin Kosova’daki varlığını da unutmamak gerekiyor. ABD emperyalizmi Kosova’da büyük bir askeri üs kurarak Balkanlar’daki varlığını garantiye almıştır. Avrupa’nın Guantanamosu olarak adlandırılan Bondsteel Kampı da bu askeri üs içinde yer almaktadır. Böylece bağımsızlık ilanından sonra Kosova fiilen de resmen de emperyalist güçlerin boyunduruğu altına sokulmuştur. Anlaşılacağı üzere ortaya çıkan bağımsızlık, gerçekte Kosova’nın siyasal bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Üstelik bağımsızlık kararını alan Arnavut halkı olmadığı gibi, bu şekilde, Kosova’nın kendi kaderini tayin hakkı da Arnavut halkının elinden alınmış olmaktadır.

Ulusal sorunun bu şekilde, halkları devre dışı bırakan emperyalist çözümü, ne dün ne de bugün halklara barış ve kardeşlik getirmiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere emperyalistlerin amacı ezilen ulusların davasına sahip çıkmak değil, halkların haklı istemlerini istismar ederek kendi emellerini hayata geçirmektir. Böyle olduğu için de, halkların iradesine bırakıldığında sorunsuzca hallolabilecek ulusal ihtilaflar, emperyalistlerin müdahalesiyle tam bir çıkışsızlığa saplanmakta ve yeni düşmanlıkların da önünü açmaktadır. Nitekim Kosova’nın bağımsızlığından sonra Balkanlar bir kez daha karışmış bulunmaktadır. Rusya ve Çin’in desteğini alan Sırbistan burjuvazisi, Kosova’daki Sırpları harekete geçirmiş bulunuyor. Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkan Sırplar ile Arnavut halkı arasında biriken gerginliğin ne biçimde patlak vereceği hiçbir şekilde belli değildir. Ama şurası açık ki, önümüzdeki süreçte Balkanlar’da sular durulmayacak ve emperyalistler güçler yeni hamleler yaparak kozlarını paylaşmaya devam edeceklerdir.

Kosova’nın bağımsızlığına misilleme yapmak isteyen Sırbistan’ın ve Batılı emperyalist güçler karşısında nüfuz alanlarını kaybetmek istemeyen Rusya ve Çin’in Kosova’da, Bosna-Hersek’te ve Hırvatistan’da yaşayan Sırpları bağımsızlık yönünde teşvik etmeleri olasılık dışı sayılamaz. Her şeyden önemlisi, Rusya ve Çin bu yöndeki bir politikayı emperyalist diplomasi masalarında daima hazır ve nazır tutacaklardır. Sırp burjuvazisi ise Rus ve Çin emperyalizminin desteğini, yanıp tutuştuğu “Büyük Sırbistan” hayalini gerçekleştirmek için kullanmaktan imtina etmeyecektir. Fakat büyük ülke hayali kuran sadece Sırbistan değildir. Arnavutluk Kosova ve Makedonya’daki Arnavutlarla birleşerek “Büyük Arnavutluk”u, Hırvatistan Bosna-Hersek’teki Hırvatlarla birleşerek “Büyük Hırvatistan”ı, Yunanistan ise, resmen tanımadığı Makedonya’yı yutarak “Büyük Yunanistan”ı kurma hayalleri beslemektedir. İşte tam da bundan ötürüdür ki, Balkanlar’da yeni bir savaş, emperyalist güçlerin desteğiyle yerli egemen güçlerin halkları birbirine boğazlatmasının ve Balkanlar’da yeni soykırımların başlangıcı olabilir.

Bu tablonun bir olasılık olmaktan çıkartılması ancak Balkan halklarının birleşerek emperyalist güçleri ve yerli egemenleri alaşağı etmesiyle mümkündür. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, emperyalistlerin Balkanlar’da ulusal soruna yönelik çözümü, iç içe yaşayan halkları onlarca parçaya bölmekten, yeni çatışmaların ve düşmanlıkların körüklenmesinden öteye geçemez. Gayet tabii olarak böyle bir çözüm, halklar arasında kalıcı bir barış ve kardeşlik de sağlayamaz. Balkan halklarının gönüllülük temelinde bir arada yaşaması ancak bir proleter devrimle kurulabilecek olan Balkan İşçi Sovyetleri Federasyonunda mümkün olacaktır.

Başkasını ezen bir ulus özgür olmaz!

Sırbistan’ın Kosova halkına yönelik baskı ve tehditlerine hayır!

Tüm emperyalist güçler Balkanlar’dan defolsun!

1 Nisan 2008

İlgili yazılar