12 Eylül’den Günümüze İşçi Hareketinin Durumu
Utku Kızılok, 1 Eylül 2007

Sınıfsal güç dengelerinde kayma

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadır. Faşizmin en doğrudan sonucu, 1960’ların ikinci yarısında başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurulamayan devrimci yükselişi durdurması ve işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağıtmasıydı. İşçi sınıfının faşist darbeye karşı duramayarak ağır bir yenilgi almasıyla sınıf mücadelesinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılma Türkiye’deki sınıfsal güç dengelerinde bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi. Sınıfsal güç dengelerindeki kaymayı somutlarsak, örgütsel mevzilerini yitiren işçi sınıfı faşist diktatörlüğün şiddetli baskısı sonucunda bir taraftan pasifize oldu ve öte taraftan da uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomik-sosyal kazanımlarını da yitirmeye başladı.

Gericiliğin kabarttığı dalgalara etkili bir örgütsel karşı duruş sergilenemedi ve sosyalist örgüt ve partiler fiilen dağıldı, binlerce devrimci bu karanlık yıllarda tek başına kalarak siyasal yaşamdan koptu. Bu fiili durumu 80’lerin sonlarına doğru bir tasfiyecilik dalgası izledi. Bu tasfiyecilik bir taraftan örgütsel yaşamdan kaçışla, devrimci örgüt fikrine şu ya da bu biçimde getirilen eleştirilerle ve beri yandan da reformizmle, yasalcılıkla ve Marksizmin revize edilmesiyle karakterize olmaktaydı. Devrimci hareketin önce ağır bir darbe yemesi ve bilahare tasfiyecilik dalgasıyla gerilemesi, etkisini işçi hareketi üzerinde doğrudan gösterecekti. Zira devrimci hareket ile işçi hareketi arasında diyalektik bir ilişki vardır ve devrimci hareketin tasfiye olduğu, yani tarihsel deneyimi aktaracak kayışların koptuğu bir süreçte işçi hareketinin kendini toparlaması çok daha uzun ve sancılı bir hal alır. Nitekim örgütsel yapıları dağıtılan ve devrimci politik örgütlülüklerin yol göstericiliğine ve moral desteğine de sahip olamayan işçi sınıfı, faşizmin hesabını soracak düzeyde bir mücadele dalgası başlatamamıştır.

Her şeye rağmen 1986’dan sonra gelişen işçi hareketi, 12 Eylül karanlığını kısmi düzeyde aralamaya çalışıp bir politikleşme sürecinin önünü açtıysa da, bu süreç, Doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin ve SSCB’nin çökmesiyle kesintiye uğradı. SSCB’nin çökmesi gerçekten de önemli bir tarihsel dönemeç noktasıdır. 1917 Ekim’iyle açılan devrimci fırtınalar sürecinde, Amerika ve Avrupa burjuvazisi proleter devrimin önüne geçebilmek için işçi sınıfına belirli tavizler vermek zorunda kalmıştı. Bu tavizler İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etti. Avrupa’da bir kez daha devrimci durumların baş göstermesi ve bununla birlikte, bürokratik bir diktatörlüğe dönüşse de kendini “yaşayan sosyalizm” olarak adlandıran SSCB’nin savaştan galip çıkması bu tavizlerin esas nedeniydi. Böylece burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli bir güç dengesi oluşmuştu. İşçi sınıfı bu güç dengesi ilişkisinde, burjuvazinin karşısına, elde ettiği ekonomik-sosyal kazanımlar ve ideolojik-politik mevzilerle çıkıyordu. Ancak SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle bu denge bozuldu. Bu kez sınıf mücadelesindeki kırılma uluslararası düzeydeydi ve Türkiye işçi sınıfı neredeyse tüm mevzilerini kaybetti.

O güne değin SSCB’yi sosyalizm olarak gören ve onun varlığında kapitalizmin yıkılacağı umudunu taşıyan işçi-emekçi kitleler derin bir hayal kırıklığına sürüklendiler. Yanı sıra, dünya sosyalist hareketine de hâkim olan, derin bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğuydu. Güçlü bir çekim merkezinden yoksun kalan hareket hızla çözülüp dağılmaya başladı. Tasfiyecilik uluslararası bir boyut kazandı ve kısa zaman içinde, bir zamanların devasa Komünist Partilerinin neredeyse tamamı ya tasfiye oldu ya da iyice reformistleşerek kof bir kabuğa dönüştü. Dünya ölçeğinde yaşanan bu tasfiye dalgası, 12 Eylül vurgunuyla zaten böyle bir sürecin içinde olan Türkiye sosyalist hareketindeki tasfiyeciliği daha da hızlandıracaktı. Hulâsa, henüz 12 Eylül faşizminin karabasanını üzerinden atamayan Türkiye işçi sınıfı, dünyadaki sınıf kardeşleriyle birlikte, SSCB’nin çökmesiyle başlayan ve uluslararası düzeyde egemenliğini kuran yeni bir gericilik döneminin etkisine girdi.

Çok yönlü bir saldırı başlatan dünya burjuvazisi tarafından daha 1980’li yıllarda hayata geçirilen –Avrupa’da Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan ve Türkiye’de de Turgut Özal’ın adıyla anılan– neo-liberal politikalar alabildiğine derinleştirildi. Beri taraftan ise burjuvazi, zafer çığlıkları eşliğinde yoğun bir ideolojik bombardımana girişiyordu: artık komünizm ölmüş, sınıf mücadelesi bitmiş ve tarihin sonu gelişmişti! Buna mukabil kapitalizm ebediydi ve topluma sonsuz bir bolluk ve barış sunacaktı! Gerçekten de burjuvazi büyük bir zafer kazanmış ve neredeyse mutlak ideolojik üstünlük kurmuştu. Bu ideolojik üstünlüğün nasıl somutlandığına güncel bir örnek verelim: burjuvazinin eski faşist yeni “liberal” ideologlarından Taha Akyol geçen ay yazdığı bir yazıda grev fikrine saldırıyor. Grev ile sınıf sendikacılığının aynı şey olduğunu ve her ikisini de “ideolojik” ve çağdışı bulduğunu söylüyor. Çok açık ki, burjuva ideologların bu denli pervasızlaşabilmesinin nedeni işçi sınıfının ideolojik-politik mevzileri kaybetmesidir. Aynı şekilde, 80’lerin ikinci yarısında başlayan ve umut vaat eden işçi hareketinin 1990’lardan sonra diplere doğru yol almasının nedeni de, üst üste gelen tasfiyecilik dalgası ve uluslararası düzeyde sınıfsal güç dengelerindeki kaymadır.

Buzlar kırılmaya başlıyor ama …

12 Eylül faşist diktatörlüğünün ilk yaptığı şey, işçi hareketinin nabzı olan grevleri bastırmak ve yasaklamak olmuştu. Zira grev, sınıflar savaşımında işçi sınıfının en büyük silahlarından birisidir ve dahası işçi kitlelerinin sınıf olduklarının bilincine varabilmelerini sağlayan bir mücadele okuludur. İşte faşist rejim, burjuva devletin açık şiddetini kullanarak bu mücadele okullarını ezdi ve işçi sınıfı yıllarca grev yapamadı. 1982 Anayasasında yapılan düzenlemelerle, grev yapmak adeta imkânsız hale getirildi. Burjuvazinin grevden ne denli korktuğunun en özlü ifadesi “genel grev”in suç sayılmasıydı ve halen de suç sayılmaktadır. Uzun bir dönem “genel grev” yerine “genel eylem” kavramı kullanılmak zorunda kalınacaktı. Fakat esas önemli nokta yasalar değil, yasaları aşıp geçecek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasıydı. 1983’e kadar hiçbir şekilde grev yapılamadı ve bu tarihten sonra da her grev girişimi şiddetle bastırılmaya çalışıldı.

Tam da bu evrede önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor. Tarihsel deneyimle de sabittir: sınıflar savaşımında devrimci siyasal örgütlüklerin şu ya da bu ölçüde sınıfa devrimci bilinç taşıyabildiği ve öncülük edebildiği dönemler ile bunun olmadığı dönemlerde işçi hareketi farklı tempolarda ilerler. Fakat bu ikisi arasında bir Çin Seddi olmadığını ve iç içe geçen diyalektik bir bütünlük olduğunu da belirtmek gerekiyor. Öyle anlar vardır ki, işçi kitlelerinin girişeceği başarılı bir grev, bir anda sis bulutlarını dağıtarak işçi hareketinin ve devrimci siyasal örgütlenmelerin önünü açabilir. Ancak kendiliğinden gözüken böylesi başarılı grevlerin örgütlenmesinde ve yönlendirilmesinde devrimci öznelerin varlığı da gözden kaçmamalıdır. Örneğin, Kasım 1986’da başlayan Netaş grevi tastamam bu kapsamda değerlendirilmeyi hak ediyor. Netaş grevi pek çok yönüyle önemli dersler içermektedir; ancak en önemli yanı, işçi sınıfının, sınıf savaşımındaki meşruiyetini fiili mücadeleden aldığı gerçeğini yılgınlara kanıtlamış olmasıdır.

Sınıf mücadelesi tarihinden de biliyoruz ki, işçi sınıfı mücadele bayrağını yükseltmediği müddetçe ne ekonomik ne sosyal ne de demokratik kazanımları kalıcı biçimde sağlayabilir. Unutulmasın ki, burjuva demokrasisinin sınırlarının darlığını ya da göreli genişliğini belirleyen işçi sınıfının verdiği mücadeledir. İşçi sınıfının lehine olan hiçbir yasa yoktur ki, mücadeleyle hayata geçirilmiş olmasın. O günlerde bir sosyalist dergiye (Zemin) verdikleri röportajda Netaş işçileri bu gerçeğin altını şöyle çiziyorlardı: “Bu grevin başarıya ulaşması mutlaka zorunlu… 1980 sonrası birtakım sendikalar «bu yasalarla grev yapılmaz» diyerek, TİSK ve MESS’in ilkeleri dışına çıkmayarak, işverenlere teslim olmaktalar. Biz Netaş’ta bu grevi başlatarak, zor da olsa, kısıtlı yasalara rağmen, öncelikle grev yapılabileceğini Türkiye’deki sınıf kardeşlerimize göstermek istedik. Yasalardan şikâyetçiyiz. Bu yasaların değiştirilmesini istemek, sadece bu yasalardan sözle şikâyetçi olmaktan geçmiyor.”

Bu perspektifle hareket eden Netaş işçilerinin 93 gün süren grevi başarıya ulaştı ve taleplerini büyük ölçüde kabul ettirdiler. Netaş grevi 1980’den sonra, 3150 işçinin katıldığı ilk büyük grevdi ve gerek işçi kitleleri gerekse sosyalist hareket nezdinde büyük heyecana yol açmıştı. Nihayet 12 Eylül rejimine meydan okunabilmiş ve buzlar kırılarak işçi baharının önü açılabilmişti. 1986’nın sonbaharından başlayarak işçi hareketi yeniden canlanıyor ve her şeyden önemlisi de faşist rejimin hâkim kıldığı yılgınlık havası kırılmaya başlıyordu.

Netaş grevi bir mevzi idi ve bu mevzinin üzerine basan grevler peş peşe geldi. Derby, Dizel Motor, Migros, Devlet Demiryolları ve Kazlıçeşme deri işçilerinin grevi bunlardan bazılarıydı. Kazlıçeşme’de başlayan deri işçilerinin militan grevi, deri patronlarına kök söktürecek bir sürecin başlangıcı olacaktı. 1987 yılında tam 30 bin işçi greve çıktı. Bu sayı, daha bir sene öncesine kadar hâkim olan “bu yasalarla grev olmaz” havasının nasıl da dağıldığının adeta cisimleşmesiydi. Fakat canlanma sadece grevlere bakarak anlaşılamaz; grevleri kısmi düzeyde iş bırakma veya yavaşlatma, yürüyüşler ve vizite eylemleri tamamlıyordu. Bu eylemlilik süreci 1989’a kadar sürecek ve 89’un baharında mücadele ülke sathına yayılacaktı.

1989’un Mart ayına gelindiğinde, kamu sektöründe çalışan 600 bin işçinin toplu sözleşme görüşmeleri tıkanmıştı. Özal hükümetinin istenen zam artışını ve çalışma hayatına ilişkin kimi iyileştirmeleri kabul etmemesi üzerine, ülkenin her köşesinde çeşitli biçimlere bürünen ve yaygınlaşan eylemler hayata geçirilmeye başlandı. Bu eylemler Türkiye işçi sınıfı tarihine “1989 Bahar Eylemleri” olarak geçecekti. 30 bin işçinin greve çıkması, binlerce işçinin neredeyse her gün çeşitli yürüyüşler düzenlemesi ülke gündemine otururken, Netaş greviyle başlayan canlanma süreci işçi hareketine yayılıyor ve 12 Eylül faşizminin sindirdiği kitleler, yere bakan gözlerini eylemlerin coşkusuna çeviriyorlardı. ‘89 baharındaki bu işçi uyanışı, faşist darbeyle örgütlülükleri dağıtılan memurları da harekete geçirmişti. Dernek kurma hakkından bile yoksun olan işçi-memurlar, biraraya gelip Sendika Yürütme Komisyonunu (bugünkü KESK) kurarak yıllarca sürecek bir mücadelenin fitilini ateşlediler. Burjuvazi, şurada burada başlayan rüzgârın giderek bir fırtınaya dönüşmek üzere olduğunu kavramakta gecikmemişti. Eğer önüne geçilmez ise, başlayacak olan işçi fırtınası 12 Eylül faşizminin hesabını soracak bir siyasal mücadeleye dönüşebilirdi. Daha önce sadece %40 oranında zam öneren Özal hükümeti, %140 gibi, bugün hayal dahi edilemeyecek bir ücret artışıyla fırtınanın önüne geçmeye çalıştı.

İşçi kitlelerindeki politikleşme daha ileri gidemese de iki önemli sonuca yol açtı. Birincisi, 27 Mart 1989’da yapılan belediye seçimlerinde ANAP’ın oyları %35’ten %21’e düşerken, önünde başka bir seçenek bulamayan işçi kitleleri, o dönemde sol söyleme daha fazla vurgu yapan SHP’ye yöneldiler. SHP pek çok yerde belediye başkanlıklarını kazandı. İkincisi, yükselen mücadele etkisini Türk-İş tabanında da hissettirdi ve sendikaların yönetim kadrolarında büyük değişiklikler yaşandı. 12 Eylül rejiminin uzantısı haline gelmiş 900 sendikacı yönetimlerden tasfiye olurken, yerlerine daha sol ve muhalif söyleme sahip sendikacılar seçilmişti. 12 Eylül faşist rejimiyle uzlaşan, hatta ona bakan veren Türk-İş’teki bu değişim önemli bir gelişmeydi. O güne kadar 1 Mayıs kutlamalarına katılmayan Türk-İş, 1 Mayıslarda devrimcilerin ve öncü işçilerin sokaklara çıkması ve sendika tabanından gelen baskılar üzerine 90’ların başından itibaren 1 Mayıs’ı kutlama kararı alacaktı. Ancak bu adımlar konfederasyonun tepe bürokrasisine egemen olan devlet sendikacılığı anlayışının değiştiği anlamına gelmeyecekti.

1989 baharındaki işçi uyanışı, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci greviyle bir adım daha ileriye sıçrıyordu. Madencileri ilk harekete geçiren şey, Şubat ayında Yeniçeltek maden ocağındaki grizu patlamasıydı. Bu patlamada tam 68 maden işçisi hayatını kaybetmişti. Kapatılan maden ocaklarından sonra bir de onlarca madencinin göçüğe kurban verilmesi, biriken öfkenin şiddetli bir şekilde dışa vurulmasına neden olacaktı. Genel Maden-İş, işçilerin ölümünü, kötü çalışma koşullarını ve maden ocaklarının kapatılmasını protesto etmek için 25 Şubatta miting yapma kararı aldığında, hiç kimse 1980’den sonra en büyük mitingin gerçekleşeceğini bilmiyordu. Mitinge tam 35 bin kişinin katılması, ortaya çıkan öfke ve coşku, işçi sınıfı kitlelerinde heyecana yol açtı. Bu uyanış ve heyecan gelmekte olan büyük grevin de kaldıracı olacaktı. Zira toplusözleşme görüşmeleri tıkanmış ve Genel Maden-İş kurultayı grev kararı almıştı.

30 Kasım 1990 günü yaklaşık 50 bin işçiyi kapsayan grev başladı. Ancak sendika bürokrasisinin mücadeleyi diri tutma ve Zonguldak sathından çıkartarak genelleştirme gibi bir derdi yoktu. Nitekim daha grev başlar başlamaz Genel Maden-İş başkanı Şemsi Denizer demagojik bir konuşma yapmış ve işçileri evlerine göndermek istemişti. Fakat işçiler evlerine çekilmediler ve ailelerini de yanlarına alarak hemen her gün yürüyüşler düzenlediler. Polisin tüm engellemelerine rağmen yürüyüşler giderek büyüyordu; öyle ki, grevin dördüncü günü sokaktaki insan sayısı 70 bine kadar çıkmıştı. Buna karşın, Körfez’de savaş tamtamlarının çaldığı ve Turgut Özal’ın “bir koyup üç alma” formülüyle hislerine tercüman olduğu burjuvazi, grevin kesinkes bitirilmesini istiyordu. Türk-İş bürokrasisi de grevin daha fazla devam etmesini istemiyordu. Nitekim, tabandan gelen baskılara direnemeyen sendika bürokrasisi 3 Ocak 1991’de “genel grev” ya da “genel eylem” kararı almakla birlikte, işçiler meydanlara çıkartılmadı ve grev tatile dönüştü. Böylece sendika bürokrasisi, işçi sınıfının en güçlü silahlarından biri olan genel grevi anlamsız bir eylem biçimine dönüştürürken, işçilerin öfkesini de yatıştırarak pasifize etti.

Sendika bürokrasisi aynı uğursuz rolünü 4 Ocakta başlayan Ankara yürüyüşünde de sergileyecekti. 4 Ocak’ta 80 bin kişiyle başlayan yürüyüş, yollardaki katılımla yaklaşık 100 bine ulaşıyordu. Yürüyüş için en temel gereksinimler, çadır, battaniye ve yiyecek dahi yokken –çünkü sendika hiçbir hazırlık yapmamıştı– ve Ocak ayının dondurucu soğuğuna rağmen işçiler, önlerine çıkan polis ve asker barikatlarını aşarak Bolu Mengen’e kadar yürüdüler. Burjuvazi ve Özal hükümeti yürüyüşten ötürü dehşete düşmüştü: giderek büyüyen devasa bir işçi ordusu başkente akın ediyordu. Hükümet sendika bürokratlarına, bu devasa işçi ordusunu Ankara’ya dökmekle ne yapmak istediklerini soruyordu! Eğer bu yürüyüş durdurulamazsa, madencilerden güç alan diğer işçiler de ayağa kalkabilirdi ve bunun sonucunu hiç kimse kestiremezdi! Zira 115 bin işçi daha grev kararı almak üzereydi. Tüm çabalarına karşın işçilerin Ankara’ya yürüme isteğini bastıramayan sendika bürokrasisi, yürüyüş esnasında gizlice hükümet ile görüştü ve türlü oyunlar çevirerek işçilerin moralini bozmaya ve direnişi kırmaya çalıştı. Sendika bürokrasisi başarılı olamayınca işçilerin önü Mengen’de asker-polis barikatlarıyla kesildi ve kitle kuşatıldı. Bu durumdan yararlanan sendika bürokrasisi işçileri oyaladı ve bilahare onları ikna ederek 8 Ocakta yürüyüşü bitirdi. Hükümet 25 Ocakta “milli güvenlik” nedeniyle tüm grevleri yasakladığını açıkladı. Nihayetinde hükümet, bürokratlar eliyle zafer kazanmıştı ve bunu istediği gibi kullanacaktı; daha önce 65 bin lira yevmiye önermesine rağmen, bunu 49 bin liraya indirdi ve işçilerin diğer taleplerini de kabul etmedi.

Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de yankı uyandıran ve işçi sınıfı tarihine kaydedilmiş sayılı büyük mücadelelerden biridir. Bu mücadelenin bir başka ayırt edici özelliği olarak, tüm grev süresince ve Ankara yürüyüşünde işçilerin aileleri madencilerin yanından ayrılmamış ve özellikle kadınlar ön saflarda yer almışlardır. Gerçekten de madenci grevi, Netaş greviyle başlayan ve ‘89 baharıyla gelişen işçi uyanışını daha da ileriye sıçratacak bir potansiyele sahipti. Ancak bir kez daha eksik olan şey, peş peşe gelen mücadeleleri doğru kanallara akıtacak öznel faktörün, yani işçi sınıfının devrimci siyasal önderliğinin olmamasıydı. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, eğer işçi sınıfının Bolşevik tarzda örgütlenmiş devrimci siyasal önderliğinin yol göstericiliği olsaydı her şey farklı olabilirdi. Birincisi, grev tez elden, yerel düzeyden çıkartılarak ülke sathına yayılan bir mücadeleye dönüştürülebilir ve uluslararası işçi sınıfının somut desteği alınabilirdi. İkincisi, tüm üretimi ve hatta yaşamı durdurarak kapitalist sistemi işlemez kılan gerçek bir genel grev, burjuvaziyi ve hükümeti dize getirebilirdi. Üçüncüsü, mücadele ekonomik istemleri aşarak 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya yönelebilirdi.

Ancak işçi sınıfının devrimci siyasal bir önderliği olmadığı gibi, verili sosyalist hareket de tasfiye dalgasından dolayı etkisizdi. Bundan dolayıdır ki, sosyalist hareketin madenci grevine pek de etkisi olamadı. Hatta kimi sosyalistler öncü rolü oynamak bir yana, Şemsi Denizer başkanlığında bir “işçi partisi” kurma planlarıyla sendika bürokratlarının kuyruğuna takılmışlardı. Çok geçmeden sosyalist hareketteki tasfiye dalgası ve kafa karışıklığı SSCB’nin çökmesiyle daha da derinleşecek ve işçi hareketi 1990’daki düzeyinden çok gerilere savrulacaktı.

1990’lardan bugüne: çıkış hattı belli

Yukarıda vurguladığımız üzere, SSCB’nin çökmesiyle açılan 1990’lı yıllar yalnızca Türkiye’de değil, uluslararası düzeyde de gericiliğin hüküm sürdüğü yıllardır. Sınıfsal güç dengelerindeki kayma ile birlikte dünya burjuvazisi saldırılarına büyük bir hız vermiş, hayata geçirilen neo-liberal politikalarla işçi sınıfının ekonomik-sosyal kazanımları büyük ölçüde gasp edilmiştir. Burjuvazi işçi sınıfının sendikal düzeydeki örgütlülüğünün bile önüne geçerek, onu şekilsiz bir yığına dönüştürmek istemiştir.

Ne var ki işçi sınıfı, burjuvazinin günümüze kadar yayarak sürdürdüğü bu kapsamlı saldırılara cevap verecek örgütlülüğe, önderliğe ve moral üstünlüğe sahip değildi. 90’lı yılların başında Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) altında toplanan işçi-memurların yürüttüğü mücadele de, işçi hareketinin diplere doğru çekildiği bir süreçte olumlu bir hava yaratmakla birlikte, geriye gidişi durduracak bir örgütlülüğe ve kapasiteye ulaşamamıştır. İlk dönemler fiili meşru mücadele anlayışıyla ortaya konan çizgi, gün geçtikçe pörsüyecek, alınan pek çok eylem kararına damgasını basan şey tutarlı ve kararlı bir çizgi değil daha ziyade ikircikli bir tutum olacaktı. Nihayetinde bu çizgi KÇSP’yi bürokrasinin egemen olduğu bir sendikaya, KESK’e dönüştürdü.

Sendika konfederasyonlarının tepesine çöreklenen bürokratlar, bu yıllar boyunca burjuvazinin saldırılarına karşı mücadele başlatmak bir yana, ya sessiz kaldılar ya da işçilerin tepkisini yatıştıracak taktikler izlediler. Lenin, sendika bürokrasisini işçi sınıfının içindeki burjuva ajanları diye tanımlarken ne kadar da haklıydı. İşçi sınıfının mücadele örgütlerini adeta içi boş bir kabuğa çevirirken, bu burjuva ajanlar için koltuklarını muhafaza etmek yegâne amaç olmuştur. Örneğin, yaşanan ekonomik krizin ardından 5 Nisan 1994’te Tansu Çiller hükümetinin açıkladığı saldırı paketine tepki gösteren işçilerin basıncıyla sendikalar (Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KÇPS) 20 Temmuzda “genel eylem” kararı aldılar, ancak işçileri meydanlara dökecek hiçbir ciddi girişimde bulunmadılar. Böylece 3 Ocak 1991’den sonra ikinci kez bir “genel grev” boşa çıkartılmış oluyordu.

Sendika bürokrasisinin bir taraftan afra tafra yapıp “genel eylem” kararı alması, ama öte taraftan da mücadelenin önüne dikilmesi ve sonuç alınmaması işçi kitlelerinin moralini bozmaktan başka bir işe yaramamıştır. Her şeyden önemlisi de, işçi kitlelerinin sınıf mücadelesi deneyimlerinden süzülüp gelen “grevle hak alınır” sözüne inançlarını yitirmesidir. Örneğin, toplusözleşmeleri tıkanan 300 bin kamu işçisi 1995’in yazında greve çıktı. Fakat önceden hiçbir hazırlık yapılmadığı için, grev gerekli etkiyi gösteremedi ve işçiler greve çıkmanın bir yararı olmadığı sonucuna vardılar. Sendika bürokrasisinin, işçi kitlelerinin tepkisini boşaltmak için giriştiği bir diğer taktik de Ankara mitingleridir. Bu mitinglerin en kitlesel olanı 5 Ağustos 1999’da, “mezarda emeklilik yasasına” karşı yapıldı. Ancak sendika bürokrasisi bu mitinglerin devamını getirmediği ve mücadeleyi işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmaya ilerletmediği için, 17 Ağustos depreminin kargaşasından yararlanan Ecevit hükümeti, tabutlara çakılan çivilerin gürültüleri arasında yasayı mecliste kabul etmiştir. Kararlı bir mücadele örgütlenemediği için, buna benzer pek çok gerici yasa hayata geçirilmiş ve de geçirilmektedir. Buna karşın, 90’lı yıllar her şeye rağmen 1 Mayıs’ların kutlandığı yıllardır. 1980’den sonra ilk yasal 1 Mayıs 1993’te kutlanıyor ve 1996’da İstanbul meydanları 100 bin işçiye tanıklık ediyordu. Burjuva devlet ve onunla birlikte sendika bürokrasisi, tüm çabalarına rağmen Türkiye işçi sınıfındaki 1 Mayıs damarını kesip atamamıştı.

2000’li yıllara gelince, bu yılların geçmiş yıllardan farklılıklar arz ettiğini gözden ırak tutmamak gerekiyor. Kapitalizmin sonsuz barış ve refah getireceği palavraları ortalığı sarmışken, ABD’nin başlattığı emperyalist savaş Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’yı kan gölüne çevirmiştir. Buna mukabil, 2000’li yıllarda dünyanın hemen her köşesinde milyonlarca işçi-emekçinin savaşa karşı çıkarak sokaklara dökülmesi, yüz binlerce işçinin katıldığı genel grevlerin Avrupa’nın dört bir yanını sarması, 90’lı yıllar boyunca hâkim olan karamsarlıktan farklı olarak, yeni bir tabloya işaret etmektedir. Aynı şekilde, Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tamamında ya işçi ayaklanmalarının ya da devrimci durumların yaşanması da bu tabloya eklenmelidir. Yani tarihsel iyimserliği elden bırakmaya ve umutsuzluğa kapılmaya hacet yoktur. Fakat çok açık ki, işçi hareketinin güldür güldür gelişmesinin dinamiklerini tutuşturacak ve olası devrimci durumlara önderlik ederek işçi sınıfını zafere götürecek bir devrimci siyasal önderliğe ihtiyaç var. Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo, bu ihtiyacın ne kadar yakıcı olduğunu gösteriyor. Yani tarihsel deneyim her seferinde aynı sonuca götürüyor bizi: birincisi, kararlı bir irade ve mücadele olmadan diplerden doruklara doğru tırmanılamaz; ikincisi, önemli olan yenilgi yaşamış olmak değil, yenilgilerden dersler çıkartarak gelecekteki savaşları kazanacak orduların örgütlenmesine girişmektir.

1 Eylül 2007

23. Yılında 12 Eylül: Sınıf Mücadelesinde Kırılma

İlgili yazılar