Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar-2
Utku Kızılok, 1 Ağustos 2006

2.bölüm

Ulusal birlik ve toprak sorunu

Latin Amerika’nın son iki asırlık tarihi, birbirini izleyen sayısız askeri darbeler tarafından belirlenmiştir; sadece Bolivya’da, bağımsızlığını kazandığı 1825’ten bugüne dek tam 190 askeri darbe yaşanmıştır. 20 Latin Amerika ülkesinin 13’ü, 1954’te askeri diktatörlükler tarafından yönetilmekteydi. Sadece Şili’de bir yıl içinde dört darbenin gerçekleşmiş olması kıtanın ne denli çalkantılı ve gelgitli siyasi bir konuma sahip olduğunun göstergesidir. 1960’lar ve 1970’ler boyunca onlarca askeri darbe birbirini izlemiş, milliyetçi-solcu olsun veyahut olmasın, hemen tüm darbeler bunalımdan bir türlü kurtulamayan burjuva rejimi kurtarmaya ve sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmışlardır. Şöyle bir bakıldığında, sömürgecilerin kıtadan atılmasından günümüze dek, ordunun rolü hemen her zaman tayin edici olagelmiştir. Latin Amerika’nın toplumsal ve siyasal gelişimine ordu o denli damgasını basmıştır ki, örneğin, Arjantin’de “ulusu” yaratanın 100 general olduğuna inanılmaktadır.

“Kurtarıcı”, caudillocu geleneklerden beslenen, düzen kurucu ve rejim koruyucu vasıflarını da kendinde gören Latin Amerika’nın şeritliler ve yıldızlılar takımı, ordunun adeta sınıflar üstü, “ulusu” koruyan ilâhi bir güç olduğu vehmine kapılmışlardır. Sanki egemen sınıfın derin bir parçası değillermiş, sanki devlet egemen sınıfın devleti değilmiş ve sanki devletin tekelinde bulunan şiddet araçlarını burjuva düzeni kurtarmak amacıyla bizzat emekçi yığınlara karşı kullanan ordu değilmiş gibi! Ordunun sınıfların üstünde yer aldığı, toplumun çıkarlarını korumak ve “doğru yol”u göstermek üzere varolduğu düşüncesi öylesine derinlere işlemiştir ki, daha 1915’te, Arjantinli bir subay “bugün ordu ulustur, parçalarının birlikteliğini sağlayan, onu şoklardan ve çöküntülerden koruyan, ulusun dış madeni zırhı gibidir” diye yazıyordu. Şu satırlar da Revista Militar adlı dergiden: “ordunun esas misyonu her türlü tehdide karşı kolektif dengeyi korumaktı.” 1913’te Brezilya’da yayınlanan A. Defensa adlı dergi başyazısında şunları yazıyordu: “ordunun gelişme içindeki toplumsal unsurları muhafaza edici ve istikrara kavuşturucu işlevi için hazırlanması gerekmektedir. Ordu kendi kendilerini yaratma halindeki toplumların fırtınalı yaşamında çok sık rastlanan iç karışıklıkları engellemeye hazır olmalıdır.” (ak: Alain Rouquie, Latin Amerika’da Askeri Devlet, s.122)

Esasında, daha ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinden başlayarak ordular Latin Amerika’nın tarihsel gelişimine damgalarını basmışlardır. 1700’lerin ortasına değin sömürgelerini İspanya’dan gönderdiği askerlerle koruyan İspanya Krallığı, gerek Kuzey Amerika’yı egemenliği altında tutan İngiliz tehlikesine, gerekse iç isyanlara karşı Latin Amerika’daki ordusunu güçlendirme kararı aldı. Avrupa soyundan gelen ama o güne kadar ne asker ne de subay yapılan beyazların çocukları orduya alınmaya başlandı; böylece İspanyol Krallığı, ulusal bağımsızlık ordularını bizzat kendisi yaratmış oluyordu. Mülk sahibi sınıflar krallık ve bağımsızlık yanlısı olmak üzere ikiye bölündüğünde ordu da bölündü ve savaş tüm alt kıtaya yayıldı. Bu noktada önemli bir hususun altını çizelim; ulusal kurtuluş mücadelesi Latin Amerika halk kitlelerinin yığınsal olarak katıldıkları bir ayaklanma biçiminde değil, daha baştan ordular arası bir savaş biçiminde yaşanmıştır. Yerliler ve köylüler “kurtarıcı” Bolivar’ın ve Artigas’ın başını çektiği birliklere milis güçler olarak katılmışlarsa da, bir halk ayaklanmasından söz etmek mümkün değildir.

1825’e gelindiğinde hemen tüm alt kıtada bağımsızlık savaşı başarıya ulaşmış ve İspanya kıtadan atılmıştır. Ancak pek çok girişime karşın, Latin Amerika tek bir ulus-devlet olarak örgütlenememiştir. Farklı çıkarlara sahip egemen kesimler, daha sınırları sömürgecilik döneminde çizilmiş bölgelerde kendi devletlerini yükseltmişler ve Latin Amerika yapay bir şekilde farklı devletlere bölünmüştür. Üstelik bağımsızlığını ilan eden bu ülkelerin hemen hepsinde sömürücü sınıflar kendi aralarında da bölünmüş ve bölünme iç savaş biçiminde devam etmiştir. Egemen kesimlerin birbiriyle çatıştığı bu fetret dönemi boyunca hemen tüm Latin Amerika ülkelerinde, devlet, merkezî bir otoriteden yoksundu, sadece kâğıt üzerinde varlığını koruyordu. Gerek büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisi arasında gerekse de büyük toprak sahiplerinin kendi aralarında yürüyen sonu gelmez çatışmalar nedeniyle ulusal birlik sağlanamıyordu. Zaten “kurtarıcı” caudillolar da işte böylesi bir süreçte peyda olmuşlardı.

Ancak ekonomik planda büyük toprak sahiplerinin egemenliği söz konusuydu bu dönemde. Şeker kamışı, kauçuk, kahve, patates, pamuk ve koka gibi ürünlerin üretimiyle başlayan süreçte, topraklar kısa zamanda bir avuç sömürgeci azınlığın elinde toplanmıştır; sömürge toprakları toprak sahipleri tarafından adeta bir kez daha fethedilmiştir. Mevcut toprakların yanında yeni tarım alanları yaratmak için ormanlar yok edilmiş ve buralarda yaşayan yerliler sürülmüşlerdir.

Öyle ki, kapitalist gelişmenin hızlandığı 1960’lar boyunca diğer burjuva kesimler karşısında güç yitirmesine karşın, bu büyük toprak sahiplerinin toprak üzerindeki tekeli kırılamamıştır. 1970’lerde toprak sahiplerinin %1,5’i Latin Amerika’daki tüm ekilebilir toprakların yarısını elinde tutmaktaydı. Örneğin, bu yıllarda Şili’de, toprakların %81,3’ü tarım işletmelerini elinde tutan %6,9’luk bir kesime aittir. Arjantin’de sadece iki ailenin sahip olduğu toprak miktarı 400 bin hektardır; bununla birlikte, 11 milyon hektardan fazla toprak, 500 kadar ailenin mülkiyetindedir. Chavez’in devlet topraklarının bir kısmını köylülere dağıttığı Venezuela’da da, toprakta tekelleşme söz konusudur: ekilebilir toprakların %77’si toprak sahiplerinin %3’ünün elinde bulunurken, köylülerin %50’si toprakların sadece %1’ine sahiptir. Sadece sekiz ailenin elinde bulundurduğu toprak miktarı 150 bin hektarı aşmaktadır; yani bu sekiz aile, başkent Caracas’ın tam 18 kat büyüklüğündeki toprağı elinde tutuyor. Üstelik Venezuela’da büyük toprak sahipleri ellerindeki toprakların çok büyük bir bölümünü ekmeden tutmaktadırlar.

Latin Amerika’yı plantasyonlar kıtasına dönüştüren gerici toprak sahipleri, kesimsel çıkarlarına ters düşecek düzenlemelere ve bu arada sanayi burjuvazisinin gelişmesinin önünü açacak girişimlere de şiddetle karşı çıkmışlardır. Burjuva demokratik devrimin temel görevlerinden biri olan ulusal birlik, süren iç savaştan ve keşmekeşten ötürü sağlanamadığı gibi, demokratik dönüşümler de gerici toprak sahiplerine toslamıştır. Ulusal kurtuluşun başarıya ulaştığı ilk yıllarda, Avrupa’da esen burjuva devrim rüzgârının etkisiyle liberal kesimlerin öncülüğünde parlamenter sisteme dayalı demokratik anayasalar hazırlanmışsa da, bunlar asla kalıcı olamamıştır. Gerici toprak sahiplerinin kılıçları, liberal burjuvazinin anayasasına üstün gelmiştir.

Kurtuluş mücadelesi sürecinde ve sonrasında yaşanan keşmekeşe son veren, 1800’lerin son çeyreğinde ordular oldu. Bağımsızlık için savaşmış “kurtarıcı” orduların dağılmadan kalan bölümü veya iç savaşta zafer kazanan tarafın ordusu, köylü ayaklanmalarını bastırmış ve caudilloları temizlemiştir. Mülk sahibi sınıflar arasındaki iktidar kavgası üzerinde yükselen generaller, ulusal birliği sağlayarak ve devletin otoritesini ezilen sınıflar üzerinde tesis ederek burjuva düzeni kılıçların gücüyle tepeden inşa etmeye girişmişlerdir. Böylece Latin Amerika ülkeleri daha baştan, kılıçların egemenliği altında, onlarca yıl hüküm sürecek Bonapartist rejimler olarak şekillenmiştir.

Esasında bu durumun başka örneklerini görmek mümkün. Bonapartizmden Faşizme adlı eserinde olağanüstü rejimleri inceleyen Elif Çağlı, Almanya ve Türkiye’de burjuvazinin üstesinden gelemediği ulus-devleti inşa sorununu, devlet bürokrasisinin üstlendiğine ve burjuva düzenin tepeden inşa edildiğine dikkat çeker: “Genel bir yaklaşım olarak, klasik Bonapartizm örneklerinin daha ziyade burjuva düzenin korunmasının elzem hale geldiği durumlara denk düştüğünü söyleyebiliriz. Prusya (Almanya) ya da Türkiye’de olduğu gibi, burjuva düzenin devlet bürokrasisinin öncülüğünde tepeden inşa edildiği süreçlere ise Birmarkçılık ya da Kemalizm gibi olgular damgasını basar.” (s.193)

Bölünmüş ve iç savaşta bitap düşmüş Latin Amerika’nın mülk sahibi sınıfları, siyasi iktidarı, düzeni kurtarmaya gelen şeritliler ve yıldızlılar takımına bırakmak zorunda kalmış, generaller de, aynı Bismarck ve Kemal gibi, ulus-devleti inşa sorununu, hayata geçirdikleri diktatörlükler aracılığıyla çözmüşlerdir. Düzen kurucu ve rejim koruyucu misyonuyla hareket eden askeri bürokrasi, daha sonra da siyasal yaşam üzerinde ağırlıklı bir rol oynamaya devam etmiştir. Merkezileşmeyi sağlayan askeri bürokrasiler, zaman içinde Latin Amerika’nın modernleşmesine ve emperyalist-kapitalist sistemle ilişkilerini derinleştirmesine de öncülük etmişlerdir.

Hemen belirtmek gerekiyor ki, egemen sınıfın siyasi olarak mülksüzleştiği böyle dönemlerde ne bürokrasi egemen bir sınıf haline gelir ne de devlet sınıflar üstü, özerk ve tarafsız bir konuma yükselir. Nitekim Latin Amerika’da devlet ile özdeşleşen askeri bürokrasi emekçi yığınlar üzerinde yoğun bir baskı kurarken, mülk sahibi sınıfları da kendi hegemonyası altında bir egemen sınıflar bloku halinde birleştirmişti. Ancak bu bürokrasi izlediği politikalarla sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Bu tip rejimlerde “devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür” (s.194) diyen Çağlı, burjuvazinin üstesinden gelemediği tarihsel görevleri devlet bürokrasisine nasıl bıraktığını Prusya örneğiyle açıklıyor:

Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşamamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bismarck’lara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır. (s.200)

Gerçekten de, Latin Amerika’da kapitalist gelişmenin önünü açanlar, Bismarck kadar ünlü olmayan, ama onun kadar işlevsel rolü olan diktatörler ve bu diktatörlerin önderliği altındaki devlet bürokrasisi olmuştur. Ancak süreç bu kıtada bir hayli sancılı yaşanmış, egemen sınıflar bloku içindeki çelişki ve çatışma burjuva düzeni sıkça bunalıma sürüklemiştir. Toprak sahiplerini geriletmek üzere işçi-emekçi yığınları demagojik popülist yöntemlerle yedeklemeye çalışan burjuvazi, kapitalist gelişme ilerleyip de güçlü bir işçi sınıfı sahneye çıktığında, devrim korkusuna kapılarak toprak sahipleriyle gerici ittifaklar yapmaktan geri durmamıştır. Bu durum, rejimin çelişkilerini daha da şiddetlendirmiş ve yaşanan bunalıma askeri bürokrasi her defasında kılıç kuşanarak müdahale etmiştir. Bu nedenle, “Bunalıma ordu dışında çare yoktur” sözünü gerek toprak sahipleri gerekse liberal burjuvazi sıkça dile getirmiştir.

Kapitalist gelişmenin sürece yayılarak ilerlemesine ve sanayi burjuvazisinin zamanla toplumsal açıdan hegemon konuma yükselmiş olmasına rağmen, ne demokratik dönüşümler gerçekleşebilmiş ne de toprak sorunu çözülebilmiştir. 1960’larda birçok ülkede ve bu arada Venezuela’da, gerek sivil iktidarlar gerekse askeri iktidarlar toprak reformu yapmaya girişmişlerse de, başarılı olamamışlardır. Hatta kısmi düzeyde dağıtılan toprakları köylüler olanaksızlıklardan ötürü işleyemediği için, topraklar gerisin geri büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmıştır.

Milliyetçi-solcu askeri darbeler ve tepeden reformlar

Ekim 1968’de Peru’da ve Panama’da, Eylül 1969’da Bolivya’da ve Şubat 1972’de ise Ekvador’da milliyetçi-solcu subaylar, ulusalcı-kalkınmacı bir programla gelip iktidara oturdular. Bu yıllarda alt-kıtanın en büyük iki ülkesi Brezilya ve Arjantin başta olmak üzere, birçok ülkede askeri diktatörlüklerin işbaşında olduğuna da dikkat çekelim. Başa geçen milliyetçi subaylar bugünkü Chavez gibi, devrimden, sosyalizmden ve “işçi katılımı”ndan dem vurmaktaydılar. Bugün nasıl ki petrolün ve doğalgazın millileştirilmesinden-devletleştirilmesinden söz ediliyor, anti-Amerikacılık anti-emperyalizm olarak göklere çıkartılıyorsa, o gün de, aynı program neredeyse bire bir tekrarlanıyordu. Örneğin, petrol şirketlerini devletleştirdiklerini açıklayan general Ovando, “Bolivyalılar için hor görülme dönemi bitmiştir” demekteydi. Peru’da ise, petrol şirketlerinin devletleştirildiği tarih, “ulusal onur günü” ilan edilmişti. Bugün nasıl ki “Bolivarcı devrim”den dem vuruluyorsa, o günlerde de “Peru devrimi”nden ve “İnka planı”ndan söz edilmekteydi; bugün Venezuela’da nasıl ki “Bolivarcı halkalar” varsa, o zamanlar da Peru’da, “toplumsal harekete ulusal destek sistemi”, SİNAMOS vardı. Ve ne ilginçtir ki, bugün Venezuela’ya övgüler düzen Castro, o vakitlerde de Peru askeri yönetimini bağrına basıyordu.

Peru’daki askeri yönetim “tam katılıma açık bir toplumsal demokrasi” kurmayı amaçlayan “insancıl bir devrim”den söz ederken (Chavez gibi!), darbenin başı general Juan Velasco Alvarado kurtarıcı bir edayla şöyle sesleniyordu: “Köylü! Patron senin yoksulluğunla beslenemeyecek artık!” “Devrimci sosyalizmden” esinlendiklerini açıklayan Velasco, şöyle devam ediyordu: “Yakında, silahlı kuvvetler, tarihinin ilk devrimci hareketi çerçevesinde Peru hükümetinin sorumluluğunu yükleneli on ay olacak… Bu, eskilerine eklenen yeni bir askeri darbe değil, milliyetçi bir devrimin başlangıcıdır… Ulusun tümü ve silahlı kuvvetler, kesin kurtuluşlarına doğru yürümeye başlamış, bencil ve sömürgeci bir oligarşinin iktidarını yıkarak ve dış baskılara karşı egemenliklerini kazanarak gerçek gelişimin temellerini atmışlardır.” (ak: Alain Rouquie, age, s.324) Ekvador’daki askeri yönetimin başında bulunan general Rodriguez Lara, Velasco’nun sözlerini değişik biçimlerde tekrarlıyordu: “devrimci, milliyetçi, sosyal-hümanist ve özerk bir gelişmeden yanayız.” (age, s.337) Çıkardığı bir yasayla kendini “devrimin önde gelen lideri” ilan eden Panama diktatörü Omar Torrijos Harrera’ya göre devrim, “zenginler için değil, yoksullar için”di ve devrimin amacı “sosyal adaleti” sağlamaktı. (age, s.334)

Esasında Latin Amerika’da devrimden ve sosyalizmden dem vuran ilk iktidarlar bunlar değildirler. 4 Haziran 1932’de Santiago üzerinde alçak uçuşlar yapan Şili hava kuvvetleri uçaklarından aşağıya bildiriler atılmaktadır; bu bildirilerde, ekonomik bunalıma son verecek ve yerli oligarşiyle yabancı emperyalistlerin sömürüsüne karşı yoksullara yardım edecek olan Şili Sosyalist Cumhuriyetinin kurulduğu duyurulmaktadır. (age, s.118) Hava kuvvetleri komutanı general Grove başkanlığında kurulan hükümet sosyalist cumhuriyetin kurulduğunu açıklar; bu sözümona sosyalist cumhuriyetin temel sloganı “ekmek, konut ve giyecek”tir. Lakin kurulan rejimin sosyalist hiçbir yanı yoktur; keza hükümet sözcüleri, her ne kadar “sosyalist cumhuriyeti” ilan etmişlerse de, hem kapitalizme hem de komünizme karşı olduklarını açıklamaktaydılar. Açıklanan “devrim” programı, devletin ağır sanayi yatımlarına önem vermesini, sorumluluk almasını, ülkenin kalkındırılmasını ve modernleştirilmesini içermekteydi. Anlaşılacağı üzere, bu dönemde dünyanın pek çok ülkesinde devletin ağır sanayi yatırımlarını üstlendiği devlet kapitalizmi modeli Şili’de de uygulanmak istenmiştir.

Belirtmek gerekiyor ki, askeri bürokrasinin kurduğu kolektif denge, verili burjuva düzenin gelişen sarsıntılara karşı korunmasından ve yerli yerine oturtulmasından başka bir şey değildir. Bu bağlamda, sol görünümlü milliyetçi darbelerle Bonapartist veya faşist darbeler arasında, burjuva düzenin bekasını savunmak noktasında temel bir fark söz konusu değildir. Esas ayrım noktası, sol görünümlü milliyetçi darbelerin işçi-emekçi kitlelerin reform beklentilerini devrim ve sosyalizm söylemini kullanarak yedeklemiş olması ve kafalarındaki toplum modelini yaratmak üzere, ulusalcı-kalkınmacı bir programla tepeden reformlara girişmiş olmalarıdır. Latin Amerika tarihi, böylesi tepeden reformcu askeri darbelere pek yabancı değildir; fakat 60’lı yılların dünya konjonktürünün özel bir etkisi olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme, etkisini Latin Amerika’da da göstermiş ve o güne kadar ağırlıklı olarak tarım ürünleri ihraç eden alt kıta ülkeleri, kapitalist gelişmenin itkisiyle ithal ikameci sermaye birikimi temelinde, hızlı bir sanayileşme yaşamıştır. Devletin ağır sanayi yatırımlarına giriştiği, yabancı sermayenin yoğun bir şekilde alt kıtaya aktığı bu yıllar boyunca sanayileşme hızlanmış ve sanayi burjuvazisi tarım ve ticaret burjuvazisi karşısında güçlenmiştir. Bu durum iktidar bloku içinde süren gerilimin artmasını ve çatışmanın şiddetlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bunun yanı sıra, kapitalist gelişmenin hızlandığı bu yıllarda, işçi sınıfı nicelik olarak gelişmekle kalmamış, derinleşen çelişkiler sınıf mücadelesinin yükselmesine de neden olmuştur.

Bununla birlikte, bu dönemde dünyada çeşitli ülkelerde yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin başarısı ve bu ülkelerin ulusal kalkınma ve modernleşme yolunda gösterdikleri ilerlemeler dünya ölçeğinde yankı uyandırmaktaydı. ABD emperyalizmine kafa tutarak kendi ulus-devletini “bağımsız” bir temelde modernleşme ve kalkınma yoluna sokan ve mükâfatını da devlet mülkiyeti üzerinde ayrıcalıklı bir sınıfa dönüşerek alan Küba’daki ulusal devrimci önderlik, Latin Amerika’nın subay takımını, duygu ve düşünce olarak oldukça etkilemiştir. Bu subaylar, askeri akademide, ordunun sınıflar üstü ve kolektif dengeyi sağlamakla yükümlü bir güç olduğu ideolojisiyle kalıba dökülen, cahil ve yoksul halk kitleleri karşısında kendini ayrıcalıklı ve aydın gören, ama onlara acımaktan ve onları kurtarılması gereken yığınlar olarak görmekten de geri durmayan bir kesim oluşturuyorlardı. ABD emperyalizminin artan ekonomik ve siyasal müdahaleleri, petrol, doğalgaz ve maden yatakları gibi çeşitli ulusal kaynakların emperyalist tekellerin eline geçmesi, Küba devriminden etkilenen genç subaylar ve halk kitleleri arasında anti-Amerikancı, milliyetçi rüzgârların esmesine neden olmuştur.

İşte böyle bir ortamda, egemen sınıf içindeki çelişkilerden yararlanan milliyetçi subaylar, siyasal iktidara el koyarak, iktisadi kalkınmanın ve modernleşmenin önündeki engelleri temizlemeye ve mevcut yönetimler tarafından hayata geçirilemeyen temel burjuva reformları tepeden uygulamaya koyulmuşlar, tarım ve ticaret burjuvazisine karşı sanayi burjuvazisini yoğun bir şekilde desteklemişlerdir. Bu ne devrim ne sosyalizm ve ne de ulusun topyekûn kurtuluşudur. Gerek Peru, gerekse Bolivya ve Ekvador’daki milliyetçi subayların programına şöyle bir bakıldığında, bu programların üç temel başlıktan ibaret olduğu görülecektir: petrol, doğalgaz ve çeşitli stratejik işletmelerin devletleştirilmesi, toprak reformu ve hızlı sanayileşme. Esasında bu üç başlığı tek bir başlık altında toplamak mümkün: hızlı bir sanayileşme, yani iktisadi ve kültürel gerilikten kurtuluş, böylelikle toplumun modernleşmesi. Milliyetçi yönetimler içinde en uzun ömürlü olan ve tepeden reformların hayata geçirilmesinde en ileriye giden Peru örneği çarpıcıdır.

Toprak reformunun gerçek amacı köylülere toprak dağıtılması değil, büyük toprak sahiplerinin etkisini kırarak sanayi burjuvazisinin önünü açmaktı. 1969’da yayınladığı “ulusal mesaj”da Velasco, amaçlarının “geniş bir iç pazar oluşturmak” olduğunu belirtiyor ve toprak reformuyla “ülkenin hızla sanayileşmesi için gerekli sermayeyi sağlayacak” bir “ekonomik rasyonelleşme” planını hayata geçirmek istediklerinin altını çiziyordu. Bu amaca bağlı kalan Velasco yönetimi, şeker ve pamuk plantasyonları da dahil olmak üzere binlerce hektar toprağı istimlak ederek, kurulan Toplum Yararına Tarım Şirketleri (SAİS) bünyesindeki devlet kooperatiflerine aktarmıştır. Köylüler ve yerliler ise, bu devlet kooperatiflerinde işçi olarak çalışmaya devam etmişlerdir. Zira hükümet, “üretim yapılarının dokunulmazlığına” oldukça önem veriyordu ve toprakların bölünmesine kesinkes karşıydı. Parçalara ayrılarak köylülere dağıtılan toprak miktarı oldukça sınırlıyken, kooperatifler bünyesine alınan toprak miktarı 10 milyon hektardan daha fazlaydı.

Önemli bir hususun altını çizelim; milliyetçi yönetim, devletleştirdiği toprakların bedelini ya doğrudan ödemiş ya da devlete bağlı sanayi işletmelerinin hisse senetleri ile topraklar değiş tokuş yapılmıştır. Böylece topraklar tek elde toplanıyor ve tarım ürünleri ihracatı desteklenerek buradan elde edilen sermaye sanayi yatırımlarına aktarılıyordu; beri yandan da, toprak sahiplerinin sanayi burjuvazisine dönüşmesine olanak yaratılıyordu. Toprak reformunun amacı nasıl ki, sanayinin gelişmesi için bu alana sermaye aktarmak idiyse, diğer alanlarda girişilen reformların hedefi de aynıydı. Petrol, doğalgaz ve madenlerin devletleştirilmesinden elde edilen sermayeyle altyapı sorunları önemli ölçüde çözülmüş ve devlet, sanayinin ihtiyaç duyduğu temel hammadde ürünlerini üretmek için, kimya, çelik ve diğer ağır sanayi yatırımlarını bizzat üstlenmiştir.

Keza bu dönemde hayata geçirilen bankacılık reformu oldukça dikkat çekicidir; devlet, yeterli sermayeye sahip olmayan ve piyasanın çalkantıları karşısında kırılgan bir yapıya sahip olan birçok ticaret bankasını satın almıştır. Böylece devlet, kapitalist tekelleşme sürecini de hızlandırmış oluyordu. Gerçekten de milliyetçi Velasco yönetimi döneminde, Peru sanayisindeki sıçramalı gelişme dikkat çekicidir. 1968’den başlayarak sanayi burjuvazisinin ulusal gelir içindeki payı artarken, her sene ortalama kâr oranı daha da yükselmiştir.

1969’da İmalat Sanayii İkinci Ulusal Kongresine katılarak ulusalcı-kalkınmacı programını burjuvalara anlatan Velasco, “azgelişmişliğe karşı yapılan savaşta savunma hatlarının en ön sırasında yer alan neferler” olduklarını, hükümetin sanayi burjuvazisiyle aynı gayeler için mücadele verdiğini ve ne ulusal ne de yabancı sermayenin “bu sağlıklı milliyetçilikten korkmamaları gerektiğini” söylemekteydi. Yabancı sermayenin milliyetçi hükümetten korkmasına gerçekten de gerek yoktu; hükümet bu dönemde burjuvazinin çeşitli kesimleriyle sürtüşme içindeyken, yabancı sermayeyle oldukça uyumlu bir ilişki tutturmuştu. Örneğin, New York Times gibi ABD gazeteleri aracılığıyla uluslararası sermaye Peru’ya çağrılıyor ve çeşitli olanaklar sunuluyordu.

Sanayi burjuvazisi tüm bu gelişmelerden, yani toprak reformundan ve yapısal dönüşümlerden oldukça memnundu; sanayi burjuvazisinin dergisi Industria Peruana, sanayi ürünlerinin ihracatını teşvik eden kararları övüyor ve toprak reformu yasallaştığı vakit, Velasco’nun yaptığı konuşmaya atıfta bulunarak, “hükümetin, gelişmenin sanayileşme ile gerçekleşeceğinin tam bilincinde olduğunun” altını çiziyordu. Buna karşın, büyük toprak sahipleri toprak reformuna karşı vaveylayı koparmaktaydı; Ulusal Tarım Kuruluşu, reformlara “komünizm” bulaştığını, “anarşi” yarattığını ve “kışkırtıcılıkla” dolu olduğunu ileri sürerek hükümete karşı kampanya başlattı. Velasco yönetimi, toprak sahiplerine karşı oldukça sert tepki gösterdi ve tarım örgütünü dağıttı. Sanayi burjuvazisi dışında kalan, reformlardan ve yapısal dönüşümlerden olumsuz etkilenen burjuva kesimler ile milliyetçi hükümet arasındaki çatışma giderek şiddetlenecekti.

Ancak ilerleyen aylar içinde sanayi burjuvazisi ile milliyetçi yönetim arasındaki ilişkiler de gerilecekti. Zira askeri bürokrasiden teşekkül hükümet, tüm kararları burjuvazinin hiçbir kesimine danışmadan alıyor ve uyguluyordu. Ortada ne burjuva parlamentosu ne seçimler vardı. Tüm karar mekanizmalarının başında askerler veya Velasco’ya danışmanlık yapan solcu küçük-burjuva entelektüeller bulunmaktaydı. Burjuvazinin üstesinden gelemediği dönüşümler sorununu kılıç darbeleriyle çözen de yine burjuvazinin bir parçası olan askeri bürokrasi olmuş, neyin iyi ya da kötü olduğuna o karar vermişti. Her ne kadar yapılan reformlar sanayi burjuvazisi lehine ise de, bu dönemde burjuvazi siyasi olarak mülksüzleştirilmişti.

Temmuz 1970’te yürürlüğe giren Sanayi Yasası da, burjuvaziye rağmen, ama burjuvazinin çıkarları için çıkartılmıştır. Bu yasaya göre sanayi işçileri çalıştıkları işyerlerinde yönetime katılacaklar ve böylece “toplumsal uyum” sağlanmış olacaktı. Bu kapsamda, işçi ücretleri de dahil olmak üzere, yıllık kârın %15’i kurulacak “sanayi toplulukları”na aktarılacaktı. Ancak yasa, fondaki paranın %50’sinin tekrardan şirkete yatırılmasını da zorunlu koşuyordu. Burjuvazi “işçi katılımı”nı öngören bu düzenleme nedeniyle ortalığı velveleye verdi: “reformlar üretim araçlarının mülkiyetinden doğan meşru hakların tanıdığı sınırlar içinde” kalmalıydı! Gerçekte söz konusu yasa ne işçi yönetimi ya da denetimine varan bir “işçi katılımı”nı içeriyordu ne de mülkiyet düşmanıydı. Milliyetçi hükümet, bu yasayla, bir taraftan yükselen sınıf mücadelesini yumuşatıp işçi sınıfını kontrol altına almak isterken, öte taraftan da, korporatif bir tarzda, sanki gerçekten de fabrikalar işçilerinmiş gibi bir yanılsama yaratmak istemekteydi.

Lakin yasa hiçbir zaman istenen düzeyde uygulanamadı. 1973’te patlak veren dünya ölçeğindeki ekonomik kriz, milliyetçi hükümeti her alanda bir sıkışıklığın içine soktu. Aynı yıl içinde Şili’de gerçekleşen faşist darbe, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin hükümete karşı muhalefetini daha da şiddetlendirdi. Sanayi burjuvazisi “işçi katılımı” uygulamasının işçileri cesaretlendireceği korkusuna kapılarak burjuvazinin diğer kesimlerinin oluşturduğu muhalefete katıldı. Gerek ekonomik kriz gerekse burjuva kesimlerin yürüttüğü muhalefet, Peru’da rejimi bir bunalıma sürükledi ve milliyetçi hükümet 1975’te bir başka askeri darbeyle devrildi. Bir yıl sonra da Ekvador’daki askeri yönetim devrilecekti. Bolivya’da ise, bu yıllar içinde askeri darbeler birbirini izlemiş ve Ovando yönetimi daha 1970’te alaşağı edilmişti.

Burada asıl dikkat çekilmesi gereken husus, Latin Amerika solunun bu tür milliyetçi yönetimlere karşı gerekli uyanıklığı gösterememesi ve işçi sınıfının bilincini bulandırmasıdır. Bugün olduğu gibi, o günlerde de, milliyetçi hükümetlerin giriştiği tepeden reformlar alkışlanıyordu. “Sanayi toplulukları”nın “kapitalist mülkiyeti sınırlandırıcı” nitelikte olduğunu söyleyen Peru Komünist Partisi, Velasco yönetimini desteklemekten geri durmamıştı. Yukarıda değindiğimiz üzere, uygulanan reformların ne devrimle ne anti-emperyalizmle ne de anti-kapitalizmle bir ilişkisi vardır; milliyetçi hükümet, giriştiği reformların önüne yükselen bir işçi hareketinin dikilmemesi için, işçi sınıfını burjuvazinin boyunduruğuna sokan korporatist politikalar geliştirmiştir. Örneğin 1966’daki grev seviyesine bir daha ancak 1973’te ulaşılabilmiştir. Milliyetçi hükümet, bir taraftan devrimden ve sosyalizmden dem vururken, öte taraftan da işçi sınıfına karşı baskıyı sürdürmüştür. İşçilerin iyi niyetlerle, kendiliğinden kurdukları “devrimi koruma komiteleri” dağıtılmış ve bu komitelerin gerçek bir proleter devrime esin kaynağı ve örgütsel temel oluşturmasının önüne geçilmiştir. İşçilerin kendi devrimci komiteleri üzerinde yükselmesini SİNAMOS’lar aracılığıyla engelleyen Velasco yönetimi, işçileri doğrudan devletin denetimine girmeye zorlamıştır.

Bu tür yanlışlara Bolivya’da da pek çok kez düşülecekti. İşçilerin fabrikalara kâr ortağı olacağını açıklayan milliyetçi Ovando yönetimi, bazı maden ocaklarını ve Bolivan Gulf Oil’i devletleştirdiğinde, Bolivya İşçi Konfederasyonundan hiç ummadığı bir destek bulmuştu. 1970’te devrilen Ovando’nun yerini alan general Torres, düşürülen işçi ücretlerine %40 zam yapınca işçilerin yoğun ilgisine mazhar oldu. Sendikalar, sol partiler ve öğrenciler Torres’in başını çektiği 4 Ekim 1970 darbesine destek vermişlerdi. Bugün Bolivya’da Morales’in önerdiği kurucu meclis, o gün de sol partilerin ve sendikaların talebiydi. Torres böyle bir meclisin oluşturulmasını kabul etmesine etmişti, ama bir başka askeri darbe, solun burjuva kurucu meclis hayalini suya düşürdü.

Bugün Latin Amerika’da yükselen anti-Amerikancılık ve uygulanan tepeden reformlar ilk olmadığı gibi, ne yazık ki solun tutumu da yeni değildir. Latin Amerika solu geçmişte işçi-emekçi kitleleri nasıl ki, milliyetçi burjuva reformcuların peşine taktıysa, bugün de aynı yanlışı tekrarlıyor. Geçmişte Velasco, Ovando, Torres, Lara vb. vardı, bugün de, Chavez, Morales, Kirchner, Lula, Vazqez var ve onlara şimdilerde Meksika’da Obrador da katılma telaşında. Eduardo Galeano’nun 1970’te kaleme aldığı ünlü eseri Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ndaki şu sözleri gerçekten de çarpıcıdır. “Latin Amerika bir sürprizler paketidir. Dünyanın bu ezilen bölgesinde şaşırtıcılık potansiyeli bitmez tükenmezdir. And’larda, askeri milliyetçilik uzun zaman toprak altında kalmış bir ırmak gibi birden şiddetle çıkmıştır ortaya. Bugün sert bir tutumla ve reform politikasıyla ülkeyi yöneten generaller, iktidarı ele geçirmeden kısa süre önce gerillacıları ortadan kaldırmışlardı.” (s.167)

1 Ağustos 2006

İlgili yazılar