Latin Amerika’da “Kurtarıcılar” ve Caudillolar-1
Utku Kızılok, 1 Temmuz 2006

1.bölüm

Kimin “devrimi”?

Dünya sosyalist basını şöyle bir incelendiğinde görülecektir ki büyük bir çoğunluğu Latin Amerika’da “devrim”den ve “21.yüzyılın sosyalizmi”nden söz etmektedir. Özellikle Venezuela üzerine kitaplar yayınlanıyor, dergiler Latin Amerika’yı dosya konusu yapıyor, edebiyat dergileri “devrimin” kültürel dönüşümlerinden söz ediyor, “devrimi” anlamak üzere kıtaya geziler düzenleniyor ve konferanslar veriliyor. Kısacası dünya sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu ortada bir proleter devrim ve bir işçi iktidarı olmamasına karşın kendini “devrim”e kaptırmış bulunuyor!

Latin Amerika’da devrimci bir yükseliş yaşandığı doğrudur; 2001’den başlayarak Arjantin, Ekvador, Bolivya ve Venezuela’da devrimci durumlar yaşandı. Fakat işçi sınıfı iktidarı alamadı ve bu ülkelerin tamamında burjuva sol partiler ve onların sol popülist liderleri devrimci kitlelerin üzerine basarak iktidara yükseldiler. Şimdilerde, Arjantin’de Kirchner, Brezilya’da Lula, Uruguay’da Vazqez, Bolivya’da Morales ve Venezuela’da Chavez, Latin Amerika’da “sol dalga”nın ya da “yeni devrimin” önderleri olarak selamlanıyorlar. Bu tip liderlerin işçi sınıfına nasıl da ihanet ettiğini ve esas rollerinin devrimci süreçleri soğutarak kontrol altına almak olduğunu yenilgilerle dolu devrim tarihi bolca yazmaktadır. Yukarıda ismi geçen liderler, bir kıyas yapılacak olursa, İkinci Enternasyonal’in liderlerinden çok daha sağ bir çizgide yer almaktalar ve unutmayalım ki, İkinci Enternasyonal’in liderleri önce işçi sınıfını savaşta burjuvazinin kuyruğuna taktılar ve bilahare gelişen devrimleri bizzat boğdular.

Bununla birlikte kızıl gömleğe bürünen Chavez, diğer tüm liderlerden önde yürüyor ve Venezuela’da “21. yüzyılın demokratik sosyalizmini inşa edeceğini” söylüyor. Chavez’e göre “devrimci demokrasi 21. yüzyılın sosyalizmine, Bolivarcı, Venezuelalı, Latin Amerikalı damgasını taşıyacak bir sosyalizme doğru bir yol, bir köprü, bir geçiş oluşturmaktadır.” Ne var ki, tepeden bir kısım burjuva reformların hayata geçirilmesi, yani devlete ait toprakların bir kısmının 136 bin köylüye dağıtılması, petrol gelirlerinden sağlık ve eğitime daha fazla pay ayrılması, yoksullara gıda yardımı yapılmasından başka bir şey değil sözü edilen “devrim”! Beri yandan, “işçi yönetimi” olarak yutturulmaya çalışılan şey, kapitalistlerin kapattığı kimi fabrikaların devletleştirilmesi ve hisselerin yarısının kurulan işçi kooperatiflerine devredilmesidir. Bu ne devrim ne sosyalizmdir, işçilerin ya da daha çok işçi bürokrasisinin kooperatifler aracılığıyla işletilecek şirketlere bir hissedar olarak ortak edilmesidir. En iyi ifadeyle denilebilir ki, bir buçuk asır önce Proudhon’un başını çektiği ve esas olarak kooperatiflere dayanan küçük-burjuva sosyalizmi şimdilerde yeniden diriltiliyor!

Venezuela’nın “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ilerlediğini, “Venezuela’da yeni tipte bir devrim” yaşandığını, “yeni bir sosyalizm projesi”nin söz konusu olduğunu söyleyenler, esasında işçi sınıfından umutlarını kesmiş olduklarını ve kapitalizmin bir proleter devrim tarafından alaşağı edilemeyeceğini utangaç bir dille de olsa ifade etmiş oluyorlar. Bu meyanda, bu sosyalist çevreler kendilerini Chavez gibi bir “kurtarıcı” caudillonun kollarına atarak savunuyor göründükleri proleter devrimci fikirlerin “ağırlığından” da kurtulmuş oluyorlar. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin ne tür bir şey olduğunu Chavez’in kendisi açıklamıştı aslında: “demokratik, barışçıl, insancıl, kansız bir devrim, tıpkı İsa’nın devrimi gibi” bir devrim! Aslında Chavez açısından her şey çok net; o nasıl bir devrim istediğini ve kimleri örnek aldığını gizlemiyor. Elbette Marx, Engels veya Lenin’i değil, Simon Bolivar gibi burjuva milliyetçi önderleri referans alıyor. Şimdi soralım: tüm bu olanların 1917 Ekim Devrimiyle, yani kapitalist sömürü düzenine son veren, burjuva devlet aygıtını parçalayarak onun yerine doğrudan demokrasinin organları olan sovyetleri geçiren proleter devrimle uzaktan yakından bir ilişkisi, benzerliği var mı?

Elif Çağlı, “Tehlikenin Ortasında” adlı yazısında, Chavez gibi milliyetçi sol popülist bir liderin “devrim önderi” olarak takdim edilmesinin yarattığı bilinç çarpılmasına ve gelmekte olan tehlikeye dikkat çekiyordu. Uzun bir dönemdir geri çekilmiş bulunan sınıf mücadelesi dalgası yeniden yükseliyor. Dünya işçi sınıfı, üzerindeki ölü toprağını yavaş da olsa atıyor ve burjuvazinin karanlığına karşı Latin Amerika’dan başlayarak mücadele bayrağını yeniden yükseltmeye başlıyor. Avrupa’da ve dünyanın pek çok bölgesinde işçi sınıfı kitleleri ve özellikle genç yığınlar arasında sosyalizm yeniden sempati topluyor. Böylesi bir uyanma ve ileri atılma sürecinde Chavez gibi Latin milliyetçilerinin “devrim önderi” ve büyük “sosyalist insan” katına yükseltilerek, sosyalizme gözlerini açan kitlelere takdim edilmesi utanç verici bir durum; ve gelecek açısından gerçekten de tehlikeli. Sosyalizm referansı Chavez olan geniş yığınlar, devrimci yükselişin öne ittiği bu Bonapart tarafından yarı yolda bırakıldıklarında demoralize olup geri çekilmekle kalmayacaklar, sosyalizme olan inançlarını belki de tümden yitireceklerdir.

Lenin’in İkinci Enternasyonal liderlerini eleştirirken ifade ettiği üzere sosyalizm, milliyetçiliğin üzerini kapatan bir maske değildir. Chavez’in sosyalizm söylemiyle maskelediği Latin milliyetçiliğini, sırf ABD emperyalizmine karşı çıkıyor diye anti-emperyalizm olarak göklere çıkaranlar fena halde yanılıyorlar. Aynı Chavez, ABD’ye karşı atıp tutarken, Avrupalı emperyalistlerle ve dünyanın diğer hegemonik güçleri Çin ve Rusya’yla “dostane” ilişkiler kurmaktan ve burjuvazisi adına ticari anlaşmalar yapmaktan geri durmuyor. Chavez’in Amerikan emperyalizmine dönük salvoları, belki ABD emperyalizmine haklı nefret duyan kitleleri hoşnut edebilir, ama bunun anti-emperyalizm olmadığı bilinmelidir. ABD emperyalizmine karşı ulusalcı-kalkınmacı bir çizgi izleyen Chavez’in amacı, Venezuela’yı Latin Amerika ölçeğinde belirleyici hegemon bir güç haline getirmektir. “Bolivar Devrimi”nin özü tastamam bu içerikle belirlenmiştir. Gerek alt kıtada, gerekse dünyanın diğer bölgelerinde gelişen anti-Amerikancı tepkiyi Chavez, böyle bir hedef doğrultusunda yedekleme peşindedir. Fakirlerin “babası” pozlarında Amerikalı ve Avrupalı yoksullara bedava petrol dağıtarak prestij toplamaya çalışması hep bu amacın bir parçasıdır.

Belirtmek gerekiyor ki, ABD emperyalizmine karşı milliyetçi bir çizgi izleyen ve Latin Amerika’nın ulusal kaynaklarının ulusalcı-kalkınmacı bir temelde kullanılmasını savunan ilk kişi Chavez değildir. Latin Amerika tarihi, ABD emperyalizmi karşısında daha ulusalcı bir çizgi izlenmesi gerektiğini savunan onlarca milliyetçi askeri darbeyle doludur. 1960’larda askeri darbelerle başa geçen milliyetçi subaylar, cahil ve yoksul halk kitlelerini kurtarmaya gelmiş “kurtarıcı” pozlarında sosyalizmden, toplumsal kurtuluştan dem vurmakta, tepeden reformlara girişmekte ve hatta ABD’ye karşı Chavez’den daha sert milliyetçi bir çizgi izlemekteydiler. Geçmişine libertadorların (“kurtarıcı”) ve caudilloların (güçlü adam, silahlı şef) damga bastığı Latin Amerika’da, yoksul halk kitleleri, kurtuluş vaat eden bu tip darbelerin liderlerini veya Chavez gibileri “kurtarıcı” kabul ederek bağırlarına basmışlardır. Bugün de, bağımsız bir sınıf bilincinden ve iktidar perspektifinden yoksun Venezuelalı işçi-emekçi kitleler, “Mesih” edasıyla sosyalizmden söz eden, bazı reformlar yapan ve ABD’ye kafa tutan Chavez’i yoksulların “babası” ya da “kurtarıcı” olarak görüyor ve devrimci hareketi onun kişiliğiyle özdeşleştiriyorlar. Bundan ötürü, 1960’larda yaşanan milliyetçi askeri darbelere ve tepeden reformlara bakmadan önce, kıtanın “kurtarıcı” caudillocu geçmişine bakmak Latin Amerika gerçeğinin kavranması açısından elzemdir.

Libertadorlar ve caudillolar[i]

Sömürgecilerin kılıçlarından geçirilen, köleleştirilen, açlık ve yoksulluğa terk edilen çaresiz yığınların neden kendilerini Tupac Amaru ve Simon Bolivar gibi “kurtarıcı”ların kollarına attığı anlaşılmaz değildir. Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları “uygarlaştırıcı Avrupa”nın kılıçlarından geçirilerek yakılıp yıkılmış, taş üstünde taş bırakılmamış ve milyonlarca insan katledilmiştir. Kızılderililer köleleştirilerek topraklarından kovulmuş ve çalıştırılmak üzere altın ya da gümüş madenlerine sürülmüşlerdir. Korkunç bir zorbalıkla, olmadık işkenceler uygulanarak madenlere gönderilen Kızılderililer 5-6 yıl içinde can veriyorlardı; nitekim yeterli işgücü kalmadığından ötürü, ilerleyen yıllar içinde yerli kölelere Afrika’dan getirilen 10 milyondan fazla köle de katılacaktı. Bazı kaynaklara göre bir zamanlar bu üç uygarlıkta 70 ilâ 90 milyon arasında bir nüfus yaşamaktaydı. Bir buçuk asır sonra bu üç uygarlıktan geriye yalnızca 3,5 milyon yerli kalmıştı. (Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yay., Kasım 1983, s.52)

Esasında Amerika kıtasının keşfi Avrupa’da kapitalizmin doğuş sürecinin bir parçasıydı. Avrupa’da ticari kapitalizm liman kentlerinde gelişmesine rağmen henüz baskın bir üretim biçimi haline gelmiş değildi; kıtanın keşfiyle birlikte yüz binlerce ton altın ve milyonlarca ton gümüş Avrupa’ya akmaya başlamış, bununla birlikte, Amerika’nın hammadde kaynakları tam anlamıyla yağma edilerek tüm doğal zenginlikler Avrupa’ya yığılmıştır. Böylece sermaye birikiminde büyük bir atılım yaşanmış oluyordu; fakat ne pahasına? Bu dönemin canlı tanıklarının aktardığı anekdotlar, sömürgecilerin kıta halkını ne denli korkunç bir sömürüye tâbi tuttuğuna ve gelecekte “kurtarıcı”ların nasıl bir toplumsal zeminde yükseldiğine de ışık tutmaktadır. Bir rahip şöyle anlatıyor: “bu zavallı Kızılderililer denizdeki sardalyalardan farksız. Öteki balıklar nasıl yiyip yutmak için sardalyanın peşine düşerse, bu topraklardaki herkes de talihsiz Kızılderililerin peşinde.” Bir maden ocağı sahibi ise şunları anlatıyor: “çaresiz Kızılderili, tıpkı altın ve gümüş gibi, gereksinimlerin karşılanmasında kullanılan bir değişim aracıdır. Altınla gümüşten tek farkı çok daha kullanışlı olmasıdır.” (age, s.53). Bir başka tanığın gözlemleri: “çalışırken ter içinde yüzüyorlar, ayakları ya soğuk toprağın, taşların üzerinde ya da suyun içinde. Dinlendikleri ya da yemek yedikleri sırada derideki gözenekler kapanıp buz tutuyor. Bu yüzden de kapmadıkları hastalık kalmıyor. Kanama, zatürre, felç, zatülcenp bunlardan yalnızca birkaçı.” (age, s.65) Kızılderili ve Siyahderili köleler için hastalığın hızla ilerlemesi ve çekilen acıların ölümle son bulması tek kurtuluş yoluydu. Kaçtıkları takdirde peşlerine düşülüyor ve kaçanları yakalayıp kafasını kesip getirenlere ödül veriliyordu. Kapitalizmin o ışıltılı uygarlığının arkasında işte böylesine bir geçmiş vardır.

Kuşkusuz “kurtarıcı”ların Latin Amerika’da yaygın bir şekilde zemin bulmasının pek çok nedeni vardır; örneğin, kıtanın Asyatik üretim tarzına sahip bir geçmişi olması belirleyici temel etmenlerden biridir. Toprakta özel mülkiyetin olmadığı Asyatik toplumlarda, toprak üzerinde üreticilik yapan veya yaşamlarını benzeri şekillerde sürdüren insan toplulukları, her şeyin üzerinde yükselen ve devleti de kendi kişiliğiyle cisimleştiren despotların (hükümdarların) tebaası konumundadır. Maya, Aztek ve İnka’da üretici komünler, toprakları tarıma elverişli hale getirmiş, sulama kanalları yapmış, imparatorlara tapınaklar veya Mısır piramitlerinin benzerlerini yükseltmiş, İnka dağlarına teraslar inşa etmiş, sazlık bölgelere toprak doldurarak Aztek şeflerine “yüzen bahçeler” yaratmışlardır. Ancak uygarlığı parlatan geniş yığınlar devlet işlerine karıştırılmamış ve sadece basit üreticiler ya da imparatorun tebaası olarak kalmışlardır. Tıpkı diğer Asyatik-despotik uygarlıklarda olduğu gibi bu uygarlıklarda da, “en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot (hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi topluma”. (Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/3, Marksist Tutum, no 9, s.6)

Asyatik üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucu olarak tebaayı oluşturan kitleler devlet ilişkilerinden, politikadan, bilim ve sanattan tamamen uzaklaştırılarak, kendi içlerine kapalı bir yaşama hapsedilirler. Böyle bir toplumda, halk kitleleri her şeyi “tanrısal bir güce” sahip kutsal devletten ya da devlet ile somutlaşmış despottan beklemeye alışkındırlar. Latin Amerika’ya kapitalist ilişkilerin vahşi bir tarzda girmesi eski toplumsal-kültürel yapıyı söküp atamamış, sömürgeci vahşet “kurtarıcı”lara dönük beklentiyi daha bir beslemiştir. Tebaa ile “kadiri mutlak” despot arasındaki ilişki zaman içinde biçim ve görünüm değiştirerek yerini, acılara gark olmuş köleler ile onu kurtarmaya gelen “kurtarıcı” arasındaki ilişkiye bırakmıştır.

Alt kıtadaki ilk köle ayaklanmasını 1522’de başlatan siyahlar, ayaklanmanın başını çeken şeflerinin ölümsüz olduğuna inanıyorlardı; lakin en tanınmış olanlarından Zumbi, kendi adamlarının ihanetine uğradı ve sömürgeciler tarafından yakalanarak öldürüldü. Ancak kıtada ne “kurtarıcı”ların ölümlü olduğuna inanıldı ne de onlara duyulan ihtiyaç ortadan kalktı. Devam eden yıllarda yeni “Mesih”ler ortaya çıkacak ve kendilerine karşı sonu gelmez bir kıyım uygulanan köleler, acılarını dindirecek yeni “kurtarıcı”ları takip etmekten geri durmayacaklardı.

İnka imparatorunun soyundan gelen melez Tupac Amaru, İspanyol sömürgeciliğine karşı ayaklanmayı başlatan ve ona önderlik eden ilk “kurtarıcı”lardan biriydi. Başlayan isyan kısa zamanda yayılacak ve Tupac Amaru bir efsane haline gelecekti. Kuşattığı kentlere beyaz atının üzerinde mağrur bir “kurtarıcı” edasıyla girdiğinde, Kızılderili ve Siyahderililer tarafından trampet ve pututoslarla (borazan olarak kullanılan içi oyulmuş boynuzlar) karşılanıyordu. Amaru, kurtardığı bölgelerde kölelere özgürlüğünü tanıyor ve bütün vergileri kaldırıyordu. Özgürlüğünü kazanan köleler, “bütün yoksulların, sefillerin ve öksüzlerin babası” unvanıyla taçlandırılmış Tupac Amaru’ya katılıyorlardı. “Kurtarıcı”, söylevlerinde savaşta emrinde ölenlerin, sömürgeciler kovulup da kıta insanı eski zenginliğine kavuştuğu gün yeniden dirileceklerini vaaz ediyordu. Yakalandığında ziyaretine gelen bir İspanyol yetkiliye şöyle seslenecekti: “bu olayda yalnızca iki suç ortağı var: sen ve ben; sen zorba, ben de kurtarıcı olarak ölümü hak ettik.” (Eduardo Galeano, age, s.57)

19. yüzyıl başlarında, Fransız Devriminin “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” sloganıyla Latin Amerika’nın ulusal birliğini sağlamak ve toprak reformu yapmak üzere harekete geçtiklerinde, Simon Bolivar ve Jose Artigas gibi burjuva devrimciler de aynı Tupac Amaru gibi “kurtarıcı” olarak karşılandılar. Köylüler, toprak ve özgürlük vaat eden bu “kurtarıcı”ların peşine düşmekten elbette geri durmayacaktı. Simon Bolivar, bugünkü Bolivya, Peru, Kolombiya ve Venezuela’dan oluşan “Büyük Kolombiya” devletini kurarken, Artigas, Uruguay’ı ve Arjantin’in bir kısmını içine alan büyük toprakları elinde bulunduruyordu. Fakat bu iki burjuva devrimcisi ne kıtanın birliğini sağlayabildiler ne de yaptıkları toprak reformu kalıcı hale gelebildi. Farklı çıkarlara sahip burjuva kesimlerin çatışması, birden çok ulus-devletin oluşumuna can verdi; toprak oligarşisi, toprak reformuna şiddetle tepki gösterdi ve toprakların bölünmesine izin vermedi.

Latin Amerika ülkeleri 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen 20. yüzyılın başlarına dek, gerçek anlamda ne ulusal birlik sağlanabilmiş ne de merkezi bir otorite kurulabilmiştir. Sadece Arjantin birkaç iç savaş yaşadıktan sonra ulusal birliğini sağlayabilmiş ve Buenos Aires’in kopması ancak böyle önlenebilmiştir. Böyle bir ortamda, “kurtarıcı”lardan sonra sahneye çıkan caudillolar sonu gelmez bir savaşa tutuşmuş ve kıta tam anlamıyla bir keşmekeşe sürüklenmiştir. Güçlü adam, silahlı şef anlamına da gelen caudillo ile “kurtarıcı” kimliği bu dönemde özdeşleşmiş ve caudillolar “kurtarıcı” pozlarına girerek kurum satmışlardır. Bağımsızlık orduları içinden onlarca “general”-caudillo kişisel ordusunu kurarak veya emrindeki birlikleri peşine takarak iktidar kavgasına tutuşmuştur. Sözü edilen “general”lerin çoğunluğu meslekten asker olmayıp, esas olarak kurtuluş mücadelesi sürecinde orduya katılmış sivil kökenli kimselerdir. Şerit ve yıldızlarını bizzat savaş alanlarında gözü pek savaşçı olmalarıyla kazanan ve “general” rütbesiyle taçlandırılan böyle onlarca caudillo, kendi hikâyelerini yaratarak efsane haline geldiler. Gerçekten de bir dönem boyunca, silahları elinde tutan ve güçlü olan iktidara gelip oturmuştur. Bolivya’yı 1879’a kadar babacanlıkları ve bağışlayıcılıklarıyla efsane haline gelen caudilloların yönetmiş olması, ne denli etkili olduklarının çarpıcı bir ifadesidir.

Hemen tüm caudilloların ortak özelliği, kendilerini “kurtarıcı” zannetmeleri ve ileri düzeyde megalomaniye sahip bir kişilikte olmalarıdır. Caudilloların diğer bir özelliği ise, halktan biriymiş gibi davranmaları, onların duygularına seslenmeyi bilmeleri, babacan ve bağışlayıcı görünmeleridir. Libertadorlar ve caudillolar ister Bolivar gibi aristokrat bir aileden gelsin ister yoksul halk içinden sivrilerek yükselsin, bu özelliklerinden dolayı kitlelerin büyük sevgisine mazhar olmuşlardır. Bunlardan biri olan Isidoro Belzu, yerli ve melezleri horlayan soyluları dize getirmek amacıyla sadece yoksul halk kesiminden ve melezlerden oluşan bir ordu kurmuş ve soyluların emrindeki Santa Cruz’un ordusunu dağıtmıştır. Belzu efsanesi Bolivya halkı arasında hâlâ dolaşmakta ve bu caudilloya büyük sevgi beslenmektedir.

Bir İngiliz gezginci Uruguay’ın “kurtarıcı”sı Jose Artigas hakkındaki gözlemlerini şaşkınlıkla aktarır: “Ne görsem beğenirsiniz? Yeni Dünyanın yarısının ‘Eşi Bulunmaz Koruyucusu’, çiftliğinin çamurlu toprağı üzerinde yakılmış bir ateşin kenarında, bir öküz kafasının üzerine oturmuş, bir yandan ateşte et yiyor, bir yandan da bir boynuzdan cin içiyor! Çevresinde, paçavralar içinde on kadar asker…” (Eduardo Galeano, age, s.123). Ancak gezgincinin anlamadığı şey, paçavralar içinde on binlerce köylünün Artigas’ı takip etmesinin sırrının tam da onun şaşkınlığına neden olan şey olduğuydu.

20. yüzyıl boyunca Latin Amerika’nın diktatörleri caudillocu geleneklere sarılmayı ve yoksul yığınların duygularını okşayacak popülist bir söylem tutturmayı ihmal etmediler. Yoksulluk ve çaresizlik içinde kıvranan halk kitlelerinin duygularına seslenirken söylevlerinde, adeta bir dinin kutsal sözlerini terennüm ediyormuşçasına coşmaktaydılar. Bir taraftan işçi-emekçi yığınları baskı ve zorbalıkla yönetirken, öte taraftan da, kendilerini “kurtarıcı” “yol gösterici” ilan ediyorlardı. Dominik’in ünlü diktatörü Trujillo (1891-1961), kendisini “paşaların paşası” ilan ederken, aynı zamanda bir Benefactor, yani “kurtarıcı”ydı. Şöyle takdim edilmesi veya slogan atılması oldukça hoşuna gidiyordu: “Trujillo, sen bizim yol göstericimizsin”! Babacanlığını her fırsata gösteren Trujillo, köylü çocuklarına isim babalığı yapıyor ve onları himayesine alıyordu. Ne de olsa o bir “kurtarıcı”ydı. El Salvador’un diktatörü Hernandez Martinez (1882-1966) kendini “kurtarıcı”lığa o denli kaptırmıştı ki, radyo seansları yapıyor ve ruhlarla ilgili soruları yanıtlıyordu.

1943’te Arjantin’deki askeri darbenin mimarlarından olan Çalışma Bakanı Peron, ordunun halka ne denli yakın olduğunu şu sözlerle anlatıyordu: “biz emekçilerden, kuramsal bilgiler temelinde sözetmiyoruz. Biz oğullarınızı ve kardeşlerinizi bağrımıza alıyoruz. Acılarınızı ve felâketlerinizi tanıyoruz. Ülkemizin insanlarının nasıl yaşadığını biliyoruz…” (Alain Rouquie, Latin Amerika’da Askeri Devlet, Alan Yay., Ekim 1986, s.113) İlerleyen yıllar içinde Peron, kendi adıyla bir siyasal hareket yaratacak ve yaptığı bazı sosyal reformlardan ötürü işçi-emekçi kitleler nezdinde “kurtarıcı” caudillo olarak yükselecekti. Aynı şekilde, karısı Eva Peron da işçilerin “anası” olarak ünlenecekti. İşin aslı şu ki, Peron, gelişen işçi hareketini popülist söylemiyle kontrol altına alarak bastırmış, Arjantin burjuvazisi içindeki çatışmayı dengeleyerek Bonapartist olağanüstü bir rejimin yerleşmesine hizmet etmiştir. Sonuç olarak Peron’un “kurtarıcı”lığı ve popülist söylemi kapitalizmi bir işçi devriminden kurtarmaktan öte bir anlam ifade etmemiştir.

Tupac Amaru’nun, Simon Bolivar’ın, Jose Artigas’ın ve San Martin’in “hayaleti” Latin Amerika halk kitlelerinin üzerinde hâlâ dolaşmaya devam ediyor. Kişiye tapma, onu “kurtarıcı” olarak yüceltme ve sembolleştirme geleneği silinip atılamamıştır. Şimdilerde yoksul halk yığınlarının Chavez’i “kurtarıcı” kahraman olarak bağırlarına basmalarının ardında böyle bir tarihsel geleneğin büyük rolü olduğu aşikâr. Elbette bir toplumun genel yapısı, sadece geçmişine bakılarak çözümlenemez; ancak bir toplumda yaygın bazı özelliklerin geçmişten köklenerek geldiği de bir gerçektir.

Libertadoizmo ve caudillizmo geleneğinin gerek küçük-burjuva devrimciliğinde gerekse burjuva siyasetinde temsilcilerini bulması, geçmişin günümüze ne denli etkide bulunduğunu göstermektedir. Bu gelenek, 20. yüzyılda en tipik temsilcilerini burjuva siyasetinde Juan Peron’un kişiliğinde somutlarken, küçük-burjuva sosyalizminde temsilcisini Fidel Castro’yla bulmuştur. Latin Amerika ülkelerinde küçük-burjuva devrimci örgütlerin kendilerine referans olarak aldıkları Tupac Amaru, yukarıda değindiğimiz üzere savaşta ölenlere dirilmeyi vaat eden bir “kurtarıcı”ydı. Latin Amerika’da küçük-burjuva sosyalizmi, ulusal kurtuluş hareketlerinin başını çekmiş pek çok libertador ve caudillodan etkilenerek şekillenmiştir. Nihayetinde Chavez’in “Bolivar Devrimi” adlandırması, kitlelerin tarihsel bilincinde ve gönlünde “kurtarıcı” olarak taht kuran Bolivar’ı kendisinde kişileştirme arzusunun bir tezahürüdür. Marx’ın şu sözleri yeterince manidardır: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yay., Mayıs 1976, s.477)

Kapitalist gelişmenin hızlanmasıyla Latin Amerika’da keşmekeşe neden olan caudillolar ortadan kaldırılmış ve merkezî devlet otoritesi güçlenerek şiddet tekelini kendi elinde toplamıştır. Ancak “kurtarıcı” ve “Mesih”ci gelenek yeni görünümlere bürünerek ordu içinde temsilcilerini bulmaya ve askeri caudillolar yaratmaya devam etmiştir.


[i] Caudillo kavramı Türkçede birebir “lider” anlamına gelse de, İspanyolcada askeri ve siyasi gücü kendisinde birleştirmiş, otoriter liderleri ifade ediyor. Askeri ve siyasi gücü elinde toplayan bu otoriter liderler, bir kurtarıcı edasıyla kitleleri peşlerinden sürüklemeyi başarırlar. Örneğin Latin Amerika’da Bolivar, tipik bir Caudillo’dur. Keza İspanya’daki faşist diktatör Franco da rejim tarafından Cuadillo olarak adlandırılıyordu.  

1 Temmuz 2006

İlgili yazılar