İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler
Utku Kızılok, 26 Eylül 2024

7 Ekim 2023’ten beri Filistin’de soykırım uygulayan ve Lübnan’da Hizbullah ile kontrollü bir savaş yürüten Siyonist İsrail devleti, savaşı çok daha üst boyutlara çıkartmak ve Lübnan’ı sınırsızca yakıp yıkmak üzere harekete geçmiş durumda. Son birkaç gündür katil İsrail devletinin dizginsizce ve kudurgan bir şekilde Lübnan’ı bombalaması sonucunda yüzlerce insan katledilirken binlercesi de yaralandı. İsrail, Gazze’de devreye soktuğu dehşetengiz savaş politikalarını şimdi de Lübnan’da uyguluyor: Bir taraftan savaş/yıkım makineleri asker sivil ayrımı yapmadan Lübnan’ı bombalarken, öte taraftan da faşist İsrail yönetimi sınır bölgeleri dâhil Hizbullah’ın etkili olduğu yerleşim alanlarındaki Lübnan halkının evlerini terk etmesi için çağrı yapıyor, insanların telefonlarına mesaj gönderiyor. Siyonist İsrail devleti ölüm kusarak Lübnan halkıyla birlikte tüm bölge halklarını korkutup sindirmek istiyor. Öyle ki bu amaçla faşist Netanyahu özel olarak bir video bile hazırladı. Bu savaşın Lübnan halkına değil Hizbullah’a karşı verildiğini iddia eden faşist başbakan Netanyahu, hemen ardından halkın yaşadığı toprakları derhal terk etmesi çağrısı yaptı ve gözdağı verdi. Nitekim şu ana kadar yarım milyondan fazla Lübnanlı evini terk etmek zorunda kaldı. Lübnanlılar ve Suriye’deki savaştan kaçıp Lübnan’a sığınan Suriyeliler, şimdi İsrail’in ölüm makinalarından canlarını kurtarmak için Suriye’ye göç ediyorlar.

İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve Lübnan’ı yok etmeye girişmesi, tarihsel sınırlarına dayanarak çürüyen kapitalizmin insanlığı nasıl karanlık bir tünele soktuğunun veya kapkaranlık bir geleceğe ittiğinin çarpıcı bir örneğini sunuyor. Siyonist devletin dizginsizce katliam yapmasında, zulüm biçimlerinde, küstahlıkta, kibirde ve hatta faşist yöntemlerde sınır tanımamasının nedeni, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin devasa askeri, siyasi, ideolojik, kültürel gücünü arkasına almasıdır. Bu devasa yıkıcı güce yaslanan İsrail yönetimi dünyanın gözü önünde işlediği soykırımı, kentleri bombalarla yok etmeyi veya en vahşi eylemi bile son derece meşru görürken, zulüm makinesine karşı gelişen direnişi ise kendisine saldırı, sivil halkın haklarının ihlali, antisemitizm olarak damgalıyor. İsrail 23 Eylülde, yalnızca bir günde yüzlerce sivili katletmesine ve binlercesini yaralamasına rağmen, Hizbullah’ın sivillerin olduğu alanları bombaladığını söyleyerek BM’ye güçlü bir kınama çağrısı yapabildi! Utanmazlıkta, küstahlıkta ve ikiyüzlülükte sınır duvarlarının nasıl yıkıldığının bir örneğini de İsrail ordusunun basın sözcüsü sergiledi: Lübnan’ın bombalanmasından dolayı insanların ölmediğini, bombalanan alanlarda veya evlerde Hizbullah mühimmatının olduğunu ve bunların ikinci bir patlamaya yol açarak insanların canını aldığını, kendilerinin bundan sorumlu olmadığını söyledi! Bir Lübnanlının ifade ettiği gibi “İsrail taş ile insan arasında ayrım yapmıyor” ve bölgedeki halklar bu alçak yalanlara kanmıyor!

Geçmişte Hitler Almanyası’nın toplama kamplarında ama büyük ölçüde kitlelerin gözünden ırakta uyguladığı insanlık dışı faşist yöntemleri, İsrail dünyanın gözü önünde, iletişim teknolojisinin bu denli geliştiği ve herkesin izlediği bir çağda uyguluyor. 2 milyon 3 bin insanın yaşadığı Gazze’nin tamamen moloz yığınına dönüştürülmesinin ve bir halkın bir taraftan bombalarla öte taraftan da aç bırakılarak yok edilmesinin örneği yok tarihte. Siyonist devletin ABD ve Batı emperyalizmine yaslanarak soykırım yöntemlerinde sınır tanımaması, özellikle İsrail toplumunun sağcı kesimlerinin hızla faşistleşmesine, her türlü insani değerin ayaklar altına alınmasına ve toplumsal çürümenin derinleşmesine neden oldu. Askerlerin katlettikleri Filistinlilerin cansız bedenlerini yüksek binalardan atarak veya araçların arkasına bağlayıp sürükleyerek işkence etmeleri, faşist kesimlerin Gazze’ye yardım gitmesini engellemeleri, işgalci yerleşimcilerin ellerinde silah Filistin halkına zulüm etmeleri faşist kudurganlığın ve insanlıktan çıkma durumunun örneklerdir. Şüphe yok ki İsrail toplumunun bir kesimi insanlıktan çıkmış, hastalanmıştır! Soykırım, sınırsızca yakıp yok etme eylemleri askerlerin önemli bir kısmında psikolojik sorunların baş göstermesine neden olmuştur.

Fakat beri taraftan faşist Netanyahu yönetiminin ülkeyi yok oluşa sürüklediğini söyleyen toplum kesimleri ve Siyonizme karşı olan Yahudi toplulukları savaşın son bulması için protesto gösterileri düzenliyorlar. Siyonist şiddet makinesi gece gündüz ölüm yağdırmasına rağmen Filistin halkı direniyor. İnsanlığın ilerici değerlerini temsil eden sosyalistler, sınıf bilinçli işçiler, vicdan sahibi insanlar, demokratlar dünyanın dört bir tarafında İsrail soykırımının son bulması için mücadele ediyorlar.

Lübnan’a dijital saldırı ve Üçüncü Dünya Savaşının yeni biçimleri

Siyonist İsrail devleti, Hizbullah’ı ezmek üzere savaşı yeni bir boyuta taşımadan hemen önce, dijital araçları yıkıcı savaşının bir parçası olarak kullandı. 17 Eylülde Hizbullah’ın denetiminde olan Beyrut’un güney kesiminde, marketlerden sokaklara kadar geniş bir alanda peş peşe patlamalar meydana geldi. Hizbullah üyelerinin ve militanlarının kullandığı küçük çağrı cihazlarının şiddetli şekilde patlaması, birçok yerde yangın çıkması ve insanların acılar içinde kıvranması şok etkisi yarattı. Kimisinin cebinde veya o an elinde bulunan küçük cihazların patlamasının yarattığı dehşet dalgası devam ederken, bir gün sonra bu kez de telsizler bir bomba gibi insanların üzerinde patladı. Her iki patlama sonucunda onlarca insan yaşamını kaybederken, 3 binden fazlası yaralandı ve birçoğu da sakatlandı.

Hizbullah’ın kontrol ve manipüle edilmesi daha zor olan çağrı cihazlarını kullanmasının nedeni, İsrail istihbaratının Lübnan’ın akıllı telefon ağlarına sızarak dinleme ve manipülasyon yapmasını, militanların yerlerini tespit etmesini önlemekti. Ancak Siyonist devlet, ulusal ve uluslararası alandaki gücünü kullanarak düşük teknolojili iletişim araçlarını etkili bir silaha dönüştürmekten geri durmadı. Hâlihazırda ortaya çıkmış bulunuyor ki çağrı cihazları ve telsizler, İsrail istihbarat servisi Mossad’ın kurduğu paravan şirketler tarafından üretilmiştir. İçine küçük patlayıcılar yerleştirilen bu cihazlar, yine başka paravan şirketler üzerinden, orijinal kaynaktan geliyormuş gibi Hizbullah’a satılmıştır. Kuşkusuz tüm bu süreçlerde İsrail devleti ve Mossad daima ABD emperyalizmine güvenmekte, sırtını ona yaslamaktadır. Birer bombaya dönüştürülen çağrı cihazlarının patlatılmasından ABD’nin haberinin olmaması düşünülemez. Yahudi kökenli tekelci kapitalistlerin kültürel/ideolojik alandan teknolojiye nasıl Amerikan toplumunda belirleyici olduğunu, daha da önemlisi bu tekellerin oligarşik bir yapı oluşturan burjuva siyaset dünyasıyla ve ABD devletiyle nasıl iç içe geçtiğini sayısız örnek üzerinden biliyoruz. Keza ABD ve İsrail askeri/sınai kompleksi de büyük ölçüde iç içe geçmiştir. Birçok askeri savunma ve teknolojileri birlikte geliştirmekte, füze sistemlerini vb. birlikte üretmekte, kendi aralarında istihbarat paylaşımı yapmaktadırlar. ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı konumunda olan İsrail, ona yaslanarak Filistin’de ve Lübnan’da sınır tanımadan katliam yapmaktadır!

Çağrı cihazlarının patlatılmasıyla yaratılan dehşet dalgasının ardından, İsrail 20 Eylülde bu kez bir binayı bombalayarak toplantı halinde olan üst düzey 12 Hizbullah komutanını öldürdü. Başta İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant olmak üzere Siyonist devletin yöneticileri “savaşta yeni bir aşamaya geçildiğini” açıkladıktan sonra, Lübnan savaş uçaklarıyla yakılıp yıkılmaya başlandı. İsrail sözcüleri kibirli bir edayla, Hizbullah’ın binlerce roketini, füze fırlatma sistemlerini vurduklarını ve 20 yılda yaptığı hazırlığı yok ettiklerini iddia ediyorlar. Yüzlerce insanın canını alan bu saldırılar, faşist savunma bakanına göre bir “başyapıt” niteliğindeymiş! Kuşku yok ki Hizbullah önemli bir darbe almıştır. Nitekim Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah da “Direniş ve Lübnan tarihinde benzeri görülmemiş büyük bir güvenlik darbesine ve askeri darbeye maruz kaldığımız konusunda şüphe yok” diyerek durumu kabul ediyor. Fakat İsrail’in tüm askeri üstünlüğüne ve geniş kapsamlı saldırılarına rağmen verili durumda Hizbullah saldırı kapasitesini kaybetmiş değil. Gazze’yi kelimenin gerçek anlamıyla cehenneme çeviren Siyonist devlet, şimdi aynısını Lübnan’da da yapmayı, tüm Ortadoğu ülkeleri ama özellikle İran karşısında caydırıcı bir güç olmayı hedefliyor. Ne var ki İsrail’in kudurganlıkta sınır tanımaması, hem Ortadoğu Savaşının genişlemesine neden oluyor hem de bu savaşı kontrolden çıkartacak dinamikleri daha fazla harekete geçiriyor. Zira Hizbullah’ın İsrail’in arzu ettiği tarzda ezilmesi yalnızca İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzuna ağır bir darbe indirmeyecek, aynı zamanda Rusya-Çin emperyalist blokunun etkisini de azaltacaktır. Yani savaş yalnızca Hizbullah ile İsrail arasında yürümediği gibi, Hizbullah’ın yok edilmesi de kolay değildir.

Sınırsız şiddet dalgasıyla bir halkı yok eden ve tepeden tırnağa suça gömülen ABD/Batı destekli İsrail, istese de geri adım atamayacağı koşullar yaratmış durumda. İsrail, neredeyse bir yıldır Gazze’yi devasa bir moloz yığınına dönüştürmesine rağmen Hamas’ı yok edebilmiş değil. Hem bu durum hem de İran destekli Hizbullah’ın kontrollü şekilde İsrail’i hedef alması ve bunun bir sonucu olarak Lübnan sınırındaki yüz binlerce İsraillinin evlerini terk etmesi İsrail’in bölgede yarattığı caydırıcılığın/dokunulmazlığın yıpranmasına, geçerliliğini yitirmesine neden oluyor. İsrail 2006’da Hizbullah’ı ezip yok etmek istemişse de başaramamış ve geri basmak zorunda kalmıştı. Karizması çizilen İsrail, Hizbullah’ı ezmek, ABD’yi arkasına alarak İran’ı etkisizleştirmek ve bölgedeki dokunulmazlığını yeniden inşa etmek istiyor. Böyle bir durumda Gazze’deki soykırımın Batı Şeria’yı içine alarak daha da genişleyeceğine şüphe yok! İsrail’in şu ya da bu nedenle geri adım atması durumunda ise bölgedeki dokunulmazlığı daha fazla sorgulanacaktır. Keza başta Netanyahu olmak üzere bugünkü İsrail yönetiminin akıbetinin belirsiz olması bir yana, egemen sınıf içindeki yarılmanın alabildiğine derinleşmesi ve içeride kaotik bir sürecin önünün açılması kaçınılmaz olur. Bu durum, başta faşist Netanyahu olmak üzere Siyonist İsrail yönetimini daha ileri gitmeye zorluyor.

İran destekli Iraklı Şii grupların İsrail’i hedef almaya başlaması ve İsrail’in Lübnan’a kara harekâtına hazırlanması, Ortadoğu’daki emperyalist savaşın giderek daha fazla genişleyeceğine ve çok daha fazla yıkıcı hale geleceğine işaret ediyor. Savaşın güçlü bölgesel dinamikleri, her geçen gün küresel dinamikleri daha fazla zorlayarak emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye itmektedir. Bir hususa önemle dikkat çekmek gerekiyor: Sonuçlarından bağımsız olarak, şu ya da bu nedenle savaş geçici olarak dursa bile, bugünkü savaşı yaratan koşullar ve dinamikler giderek keskinleştiği için yeniden başlayacaktır. Zira bugünkü savaşa neden olan Filistin sorunu veya İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım değildir. Tersine, Ortadoğu ve Ukrayna’da yoğunlaşan üçüncü emperyalist dünya savaşı nedeniyle Filistin sorunu giderek daha karmaşık bir boyut almış, ABD/Batı destekli İsrail koşulların kendisinden yana oluştuğuna karar vererek soykırıma girişmiştir.

Emperyalist savaş alevlerinin Lübnan’ı daha fazla sarmasıyla birlikte, burjuva devlet yöneticilerinden burjuva ideologlara ve sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede, Üçüncü Dünya Savaşına doğru büyük bir adım atıldığı değerlendirmesi yapılıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından daha fazla gündeme giren üçüncü savaş konusu, İsrail’in Filistin’de giriştiği soykırım ve İran ile gerilimle birlikte uluslararası siyasetin diline kalıcı olarak yerleşti. Oysa bundan 30 yıl önce burjuva egemenler “sonsuz barış” yalanıyla emekçileri kapitalizmin Alis harikalar diyarına davet ediyorlardı. Bugün üçüncü savaş meselesinin uluslararası siyasetin en güçlü tartışmalarından birisi haline gelmesi, hem kapitalizmin insanlığı nasıl karanlık bir tünele sürüklediğinin anlaşılması hem de artık bunun saklanamadığını göstermesi bakımından önemlidir. Fakat hâlâ herkesin gözü önünde cereyan eden olayların tam olarak neye tekabül ettiği anlaşılmış ve olgunun adı tam olarak konmuş değil. Gerçek şu ki ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırısını bahane ederek Afganistan’ı işgal etmesinden ve “sonsuz bir savaş” başlattığını açıklamasından beri insanlık bir Üçüncü Dünya Savaşının içindedir.

Bugün tüm dünyayı derinden etkileyen, Suriye’den Ukrayna’ya milyonları göçmen haline getiren, başta emperyalist güçler olmak üzere sayısız devleti dolaylı ya doğrudan çatışma ve gerilim içine sürükleyen emperyalist hegemonya krizi ve onun neden olduğu savaştır. Kapitalizmin tarihsel sınırlarına geldiği bir dönemde yaşanan bu hegemonya krizini aşmak üzere ABD’nin başlattığı savaş, doğası gereği emperyalist bir savaştı ve asla bölgesel kalamazdı. Nitekim Afganistan ve Irak’taki savaş cephesi Suriye ve Libya’ya genişlemiş, oradan Avrupa’nın doğusuna ulaşarak Ukrayna’yı içine almış, halkalar halinde büyümüştür. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor: Afrika’nın derinliklerinden Latin Amerika’ya, Kafkaslar’dan Asya Pasifiklere kadar uluslararası siyaseti, emperyalist güçler arasındaki nüfuz mücadeleleri belirliyor. Her geçen gün derinleşen emperyalist hegemonya krizi, bir taraftan sıcak savaş halkasına yeni ülke ve bölgelerin eklenmesine neden olurken, öte taraftan da dünya ekonomisini vuran ticaret savaşları, emperyalist güçler arasında daha fazla askeri gerilim ve siyasi kriz biçimleri almaktadır. Tüm dünyayı kaosa sürükleyen bu gelişmeleri ancak Üçüncü Dünya Savaşının varlığıyla açıklayabiliriz.

Fakat bugünkü dünya savaşının son 20 yıldır aldığı biçim aldatıcı oluyor ve olguya adının konmasının önüne geçiyor. Tarihsel olarak tıkanan ve bağrında korkunç çelişkiler barındıran kapitalizmin insanlığı nasıl uçuruma sürüklediğini burjuva siyasetçileri veya ideologları açıklayamazlar. Ancak Marksistler açısından sorun biçimlere indirgenmeden ele alınabilmeli, değişen koşullara göre savaşın biçimlerinin de değiştiği kavranabilmelidir. Marksistler çok iyi bilirler ki şeylerin görünüm biçimi ile özü doğrudan örtüşmez. Marx’ın dikkat çektiği gibi, şeylerin görünüm biçimi ile özü doğrudan örtüşseydi bu durumda tüm bilim gereksiz olurdu. Bilindiği üzere insan zihni biçimler veya kalıplar oluşturmaya çok meyillidir. Zira insan biçimler/kalıplar oluşturarak daha hızlı düşünür, etrafında olup bitenleri bu kalıplardan hareketle daha hızlı anlamlandırır. Ancak bu biçimler, aynı zamanda insan zihnini tutsak alabilmekte, daha özgür düşünmesinin ve gözünün önünde gerçekleşeni nesnel temelde değerlendirmesinin önüne geçebilmektedir. Yerleşik biçimlere alışkın insan aklı, yeni bir durumla karşılaştığında derhal ve kaçınılmaz olarak alıştığı ve ezberlediği biçimleri arar, onları referans alır. Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşına, bu savaşların aldığı biçimlere bakanlar, bugünkü savaş birebir aynı biçimlere bürünmediği için onu bir Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlamaktan uzak duruyorlar. Peki, bu tanımın yapılabilmesi için illa emperyalist güçlerin aynı anda ve doğrudan karşı karşıya gelmesi mi gerekiyor? Her çağda ve her durumda savaşların aynı biçimleri alması gibi bir zorunluluk mu var? Üstelik bugünkü savaş da önceki iki savaş gibi dünya sahnesinde yaşanmakta, geniş bir coğrafyayı etkisi altına alarak dünyanın gidişatını ve halkların kaderini belirlemektedir.

Sınıflı toplum tarihinde, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte savaşın biçim, yöntem ve şiddeti de değişmiştir. Mesela antik dünyanın iki süper gücü olan Mısır ve Hitit arasında meydana gelen meşhur Kadeş Savaşının sonucunu belirleyen şey, atlı savaş arabaları olmuştu. Atlı savaş arabalarının devreye girmesiyle savaşların hızı ve şiddeti değişmiş, bu arabalara sahip olanlar ve bunları modifiye edip daha etkili şekilde kullananlar üstünlük elde etmişlerdir. Ancak değişen araçlara rağmen, o tarihten 19. yüzyılın ortalarına kadar savaş esas olarak devasa bir meydan dövüşü, bir meydan muharebesi olarak sürüp geldi. 1800’lü yıların ikinci yarısından sonra demiryollarının hızla gelişmesi, telgrafın icadı ve ulaşımla birlikte iletişimde yaşanan devrim, buharlı savaş gemilerinin, makineli tüfeklerin ve hafif topların üretilmesi savaşın hızı, şiddeti ve biçiminde büyük bir değişiklik yarattı. Birçok savaşta kullanılan bu araçların yanı sıra, tempolu şekilde gelişen ve motorlu taşıtların devreye girmesini sağlayan askeri teknolojinin savaşın biçimini daha fazla değiştireceği, şiddetini ve yarattığı tahribatı artıracağı anlaşılıyordu. Fakat yine de bir dünya savaşının nasıl bir şey olabileceğine dair kapsamlı bir fikir vermiyordu. Zira 1870 Fransa Prusya savaşı dâhil birçok savaş yaşanmasına rağmen, bunlar dünya ekonomisini, dünya siyasetini ve dünya halklarının kaderini belirleyecek nitelikte değildi. Bir dünya savaşının olabilmesi için kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesi gerekiyordu. 1914 öncesinde dünya toprak bakımından İngiltere ve Fransa başta olmak üzere büyük güçler tarafından paylaşılmıştı. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükselmesiyle, sistemin bağrında keskinleşen çelişkilerin patlamasıyla başlayan savaş kaçınılmaz olarak bölgesel olmaktan çıkıp dünyasallaştı.

Birinci Dünya Savaşı büyük ölçüde bir siperler savaşı olarak gerçekleşti ve mesela birkaç yüz metre ilerleyebilmek için binlerce insanın can vermesi gerekti. Savaşın sonuna doğru devreye sokulan tanklar ve uçaklar, ilerleyen yıllarda korkunç bir hızda gelişerek savaşın biçimini ve gidişatını kesin olarak belirledi. İkinci Dünya Savaşına bir tanklar, savaş uçakları ve yalnızca ABD kullanmış olsa bile nükleer silahlar savaşı demek doğru olur. Nitekim birinci savaşta 18 milyon, ikinci savaşta ise 70 milyon insanın can vermesine ve özellikle ikincisinde kentlerin yerle bir edilmesine bakarak da değişip gelişen savaş makinelerinin etkisini görebiliriz. Her iki savaş da dünya siyasetini, ekonomisini ve dünya halklarının kaderini derinden etkiledi. ABD, ikinci savaştan kapitalist dünyanın tartışılmaz hegemon gücü olarak çıkarak sistem üzerinde hâkimiyet kurdu.

Ancak dünden bugüne yalnızca savaş makineleri daha öldürücü hale gelmedi, aynı zamanda iletişim ve askeri teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak hem savaş biçimleri çeşitlendi hem de savaş bilgisi ve deneyimi birikti. Aradan geçen yıllar içinde emperyalist sistem üzerindeki hegemonyası aşınıp sarsılan ABD, geçmişteki deneyimlerden hareketle, kendisine meydan okuyabilecek rakip güçlerin erkenden önünü kesmek için önleyici savaş stratejisini devreye soktu. ABD’nin amacı rakipleri henüz zayıfken onları hazırlıksız yakalamak, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda belirlemek ve aşınıp yıpranan hegemonyasını yeniden tesis etmekti. Böylece hegemonya krizini kendi arzuları doğrultusunda çözmeye karar veren ABD emperyalizmi, 1990’dan itibaren sürdürdüğü bir on yıllık hazırlık evresinden sonra savaş düğmesine bastı.

Fakat bu savaş, hem doğrudan rakip güçlere karşı başlatılmadığı hem de özgürlük ve demokrasi söylemiyle meşrulaştırılmak istendiği için başka topraklara ve bölgelere kaydırılmıştır. Zaten bugünkü savaşın kendine has biçimler almasına neden olan da budur. Irak’tan Afganistan’a, Suriye’den Libya veya Yemen’e kadar genişleyen bu yeni savaşta, emperyalist güçler doğrudan karşı karşıya gelmeden kozlarını paylaşmaktadırlar. “Uluslararası terörizm” maskesiyle örtülen ve yüzlerce insanın canını alan terör eylemleri, IŞİD ya da El Kaide türü örgütler veya yerel güçler bu savaşta rol aldılar, almaya da devam ediyorlar. Keza siyasi ve askeri liderleri öldürerek rakibe darbe indirmek için suikastlar düzenlenmesi, askeri veya enerji tesislerinin bombalanması, İsrail ve İran örneğinde olduğu üzere resmen savaş ilan etmeden ülkelerin birbirlerine saldırı düzenlemeleri Üçüncü Dünya Savaşının aldığı biçimlerdir. İnsansız hava araçlarından son derece hassas uzun menzilli füzelere, düşmanın silah üretim ağlarına virüs bulaştırılıp patlatılmasına kadar birçok noktada iletişim teknolojisinin etkisini bu savaşta görebiliriz. İsrail’in Hizbullah’ın kullandığı çağrı cihazlarını kitlesel bir şekilde patlatması, savaşın nasıl da yeni ve karmaşık boyutlar aldığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu şekilde telsiz veya çağrı cihazlarının yıkıcı bir silaha dönüştürülerek bir ülkenin kaosa sürüklenmesiyle, savaş uçaklarının bombalar yağdırarak aynı durumu yaratması arasında özde bir fark yoktur.

Afganistan’ı işgal ederek Üçüncü Dünya Savaşının startını veren ABD emperyalizminin sözcüleri, bu savaşın 15 yıl süreceğini açıklıyorlardı. Çünkü bu 15 yıl içinde rakiplerine üstün geleceklerini, nüfuz alanlarını istedikleri gibi düzenleyeceklerini ve ABD’nin sarsılan hegemonyasını yeniden tesis ederek hegemonya krizini çözeceklerini hesaplıyorlardı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Çin ve Rusya gibi büyük emperyalist güçler uluslararası siyasete daha fazla müdahale etmeye başladılar. Emperyalist savaş halkası her geçen gün genişlerken, ABD emperyalizmi belirlediği hedeflere ulaşmadı. Tarihsel olarak tıkanıp krize giren kapitalizmin açmazları, emperyalist hegemonya krizini alabildiğine derinleştirdi ve Üçüncü Dünya Savaşının yeni boyutlar almasına neden oldu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte savaş yeni ve çok daha tehlikeli bir mertebeye ulaştı. ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizmi, Ukrayna ordusunu kullanarak Rus emperyalizmiyle dolaylı bir savaş yürütüyor. Ancak hem İsrail kudurganlığı nedeniyle genişleyen Ortadoğu Savaşı hem de giderek alevlenen Rusya Ukrayna savaşı ve dünya ölçeğinde keskinleşen çelişkiler, emperyalist güçleri ve onların bölgesel müttefiklerini her geçen gün daha fazla doğrudan karşı karşıya gelmeye zorluyor. Özetle dünyanın gidişatını derinden etkileyerek yön veren Üçüncü Dünya Savaşı, adım adım birinci ve ikincisine benzer bir noktaya doğru ilerlerken, kapitalizm altında insanlığın yok oluşu tehdidi çok daha ciddi hale geliyor.

Yeni Boyutlar Alan Üçüncü Dünya Savaşı, 1 Eylül ve Barış

Kaotik Dünya, Belirsiz Gelecek: Çıkış Nerede?

İlgili yazılar