Ekolojik Kriz Kapitalizmin Krizidir
Utku Kızılok, 11 Ağustos 2021

Kaliforniya’dan Türkiye’ye, İtalya’dan Yunanistan’a dünyanın birçok bölgesinde ormanlar yanıyor ve son derece şiddetli olan bu yangınlar uçsuz bucaksız toprakları sarıp canlılarla birlikte ne varsa kül ediyor. İki yıl önce Avustralya kıtası ve Brezilya’da Amazon ormanları aylarca yanmış, doğada ve yerleşim alanlarında büyük bir tahribata yol açmıştı. Bir tarafta ormanlar yanarken, öte tarafta da son örneklerini Türkiye’de Karadeniz bölgesinde gördüğümüz üzere yüzlerce insanın canını alan ve yerleşim yerlerini tahrip eden seller meydana geliyor. Kuşkusuz bu düzeyde yıkıcı bir boyuta ulaşan doğa olaylarına neden olan şey kapitalist üretim biçimidir ve bu yüzden felâketin sorumlusu da odur. Salgın, kasırga, yangın, deprem veya sel… Kapitalizm altında bir felâkete dönüşen bu doğa olayları karşısında insanlar kendilerini yalnız, çaresiz ve terk edilmiş hissediyorlar. Mesela 2005’te ABD’de siyahların yoğun olarak yaşadığı New Orleans eyaleti Katrina Kasırgasının şiddetiyle tarumar olurken, dönemin Bush yönetimi siyah emekçileri kaderine terk etmişti. Türkiye ve Yunanistan’daki orman yangınlarında bunu bir kez daha görmüş olduk. Koronavirüs salgını sürecinde kaderine terk edilmişlik duygusu yoğun olarak hissedilmişti ve her felâkette emekçiler burjuva devletin kendi yanlarında olmadığını daha fazla hissediyor, görüyorlar. Bu durum emekçilerin gerçeklerle yüzleşmesi sürecini hızlandırması ve kendi sorunlarına çare ararken dayanışma ağlarının gelişip güçlenmesine zemin hazırlaması bakımından son derece önemlidir.

Burjuvazi, son 40 yıldır neo-liberal politikalar temelinde toplumun ve emekçilerin yararına olan kamu harcamalarını kıstı ve büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Bir şiddet aygıtı olarak devlet aygıtı ise büyüdükçe büyüdü. Emekçiler, yangın felâketi karşısında “devlet nerede?” diye feryat ediyorlar ama devleti yanlarında değil karşılarında buluyorlar. Aynı Muğla’da olduğu gibi… Sermayenin doğa talanının karşısına dikilen emekçiler, orman yangınlarında yanlarında göremedikleri devleti anında karşılarında buldular. Genel olarak tüm dünyada baskı ve şiddet aygıtı olarak devlet büyümüş ve toplumu daha fazla nefessiz bırakmaya başlamıştır. Kapitalizmin tarihsel kriziyle bağlantılı olarak dünya genelinde otoriterleşme eğiliminin güçlenmesi, polis devleti uygulamalarının yaygınlaşması, faşizmin yükselişe geçmesi ve demokratik hakların budanıp yok edilmesi bunun göstergesidir. Türkiye’de ise totaliter bir rejim iş başındadır. Bu rejimin ekonomi politikası, işçi sınıfının iliklerine kadar sömürülmesinin yanı sıra, doğanın da sınırsızca yağmalanmasına ve sermayenin palazlandırılmasına dayanıyor. İşte bu yüzden Türkiye’de çevre sorunu, küresel iklim değişikliğinin ağır sonuçlarıyla birleşerek toplum tarafından giderek çok daha derinden hissedilip algılanmaya başlamış, işçi ve emekçilerin yakıcı mücadele konularının üst sıralarına oturmuştur.

Sermayenin ilksel birikiminin temelinde aynı zamanda doğanın zalimce talan edilmesi vardır ve Marx bunu Kapital’de ortaya koymuştur. Dolayısıyla tarih sahnesine çıktığı andan itibaren kapitalizm, doğayı talan etmekte ve sömürmekte sınır tanımadı. Ancak kapitalizmin yükseliş ve gelişme dönemlerindeki tahribat, hiçbir zaman bugünkü düzeyde hissedilmedi ve görülmedi. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi döneminde sömürü düzeninin doğada yarattığı yıkım şiddetlenerek hızlanmış ve son 250 yıllık dönemde kapitalist üretim biçiminin yarattığı doğadaki bozulma bir kırılma noktasına yükselmiştir; nicelik niteliğe dönüşmüştür. Küresel iklim değişikliğinin çok daha yıkıcı sonuçlarla kendini dışa vurması ile kapitalizmin tarihsel krize girmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Geldiğimiz evrede artık karşımızda bir ekolojik kriz bulunmaktadır. Bunun bir parçasını oluşturan küresel iklim değişikliği de çok daha tahripkâr sonuçlarla tüm dünyada kendini dışa vuruyor. Uluslararası burjuva kurumlar (son olarak BM), kürenin daha önce öngörüldüğünden daha fazla ısındığını, sıcaklıkların sanayi öncesi dönemin 1,5 derece üzerine çıkmasına az kaldığını rapor ediyorlar. Neredeyse tüm Batı medyası Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli vesilesiyle küresel iklim değişikliğini orman yangınlarıyla birleştirip manşete çekerken, sürecin geri çevrilemez olduğunu yazıyor. Ancak uluslararası burjuva kurumların, burjuva siyasetin ve medyanın bu sorunun çözümüne dair söyledikleri boş temennilerden öteye geçmemektedir. Zira sorunu yaratan kapitalist üretim biçimidir ve bu üretim biçimi değişmeden küresel ısınmayı ve iklim değişikliğini durdurmak, doğa felâketlerinin önüne geçmek mümkün değildir.

Geçmiş dönemlerden farklı olarak ilk kez insanlık küresel düzeyde aynı yıkıcı sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Sel felâketiyle boğuşan Karadeniz’deki emekçi ile Almanya’daki sanayi işçisi ya da orman yangınlarına ve sermayenin talanına karşı mücadele eden Muğla’daki köylü kadın ile Brezilya’daki yoksul emekçi, küresel iklim değişikliğinin tahripkâr sonuçlarını aynı anda yaşıyor. İnsanlık, salgından küresel iklim değişikliğine ve oradan küresel göç sorununa kadar birçok evrensel sorunun yol açtığı krizlerle boğuşmaktadır. Fakat bu krizleri yaratan kapitalizmdir. Ekolojik kriz yarattığı yıkıcı sonuçlarla tüm insanlığı vurmaya başlamıştır ve çok açık ki bu soruna karşı mücadele etmek kapitalizme karşı mücadele etmekten geçiyor. Kapitalizm yıkılmadan çevre sorununun çözülemeyeceği ve çevre sorunu etrafında gelişen mücadelenin kapitalizme karşı mücadelenin bir parçası haline gelmesi gerektiği hiçbir dönem bugünkü kadar berrak olmamıştır. Kapitalizmin yol açtığı çevre sorunu, gerek dünyada gerekse Türkiye’de sınıf mücadelesinin güncel konusu haline gelmiştir. Bunu Türkiye’nin dört bir tarafında emekçilerin ormanlarına sahip çıkma mücadelesinde de görebiliriz. Bu durum, ekolojik krize karşı mücadelenin ancak gerçek muhataplarıyla buluştuğunda sağlam temellere kavuşacağını da gözler önüne seriyor.

Önümüzdeki yıllarda, tarihsel ömrünü doldurmuş kapitalizmin yarattığı devasa sorunların yıkıcı sonuçlarını insanlık daha ağır boyutlarda yaşayacak. Kuşku yok ki kapitalizme nefes aldırma çabaları ve bu doğrultuda atılacak adımlar sistemin bağrındaki patlayıcı çelişkilerin yol açtığı sorunların çözülmesini sağlayamaz. Tespit edip vurguladığımız gibi, son 20 yıldır dünya emekçilerin isyanlarıyla sarsılıyor. Ancak 2018’den beri isyan dalgası daha fazla kabarmaya başlamış; isyanların sayısı ve şiddeti artmış, süreklilik kazanmıştır. Dolayısıyla gelecek yıllar boyunca kapitalizmin yol açtığı sorunlar etrafında gelişecek yeni ve daha sert mücadele dalgalarının yükselmesi kaçınılmazdır.

Buradan Türkiye’ye geçecek olursak, şunu görürüz: Kışkırtılan Kürt ve göçmen düşmanlığından, egemen sınıf kesimlerinin yarattığı inanç ve kültürel temelli kutuplaşmaya kadar Türkiye işçi sınıfı mücadelesini zehirleyen ve olumsuz etkileyen sayısız etmen var. Ancak şu gerçeği de görmek lazım: Türkiye toplumu çok yönlü ve çok katmanlı bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Türkiye’deki rejim tüm hücrelerine kadar çürümüştür. Devletin en tepesinden gazetecisine, bürokratından kapitalistine kadar rejim tepeden tırnağa yolsuzluk bataklığına gömülmüştür. Kapitalizmin çürümesi derinleştikçe yolsuzluk, rüşvet ve yozlaşmanın da düzeyi artar. Ancak Türkiye’de çok özel bir durum söz konusudur. Faşist rejimle birlikte devlete hâkim olan güçler keyfilikte sınır tanımazken, devlet kaynaklarının yağmalanması, yolsuzluk, rüşvet, mala çökme yani gasp ve çürüme alabildiğine hızlanmıştır. Kriz, işsizlik ve derinleşen yoksulluk, salgın sürecinin yönetilememesi, orman yangınları karşısında sergilenen boş vermişlik ve vurdumduymazlık, tümüyle sermayenin kayrılmasına odaklanma ve emekçilerin kaderiyle baş başa bırakılması, esnafın çökmesi, rejimin parçası olan kesimlerin har vurup harman savurması emekçi kitlelerdeki eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunu arttırmaktadır. Bu koşullarda patlayan lâğımın üzeri kolayına kapatılamaz.

Nitekim Erdoğan eskisi gibi inanç ve kültürel kimlikler üzerinden toplumu kutuplaştıramıyor. Yıllar içinde sürekli kullanılan bu alet büyük ölçüde iş görmez hale gelmiştir. Keza Ay’a yolculuk, bulunduğu iddia edilen doğalgaz vb. de toplumun çoğunluğunu heyecanlandırmaya yetmiyor ve inandırıcı gelmiyor. İktidar blokunun üzerine bastığı zemin giderek zayıflıyor. Emekçi kitlelerde giderek büyüyen tepki ve toplumda ortaya çıkan değişim arzusu kaçınılmaz olarak işçi sınıfı mücadelesinde ve örgütlülüğünün gelişmesinde de yansımasını bulacaktır. Dolayısıyla asla umutsuzluğa kapılmadan, işçi sınıfının mücadelesini ve dayanışmasını güçlendirmeye devam etmek gerekiyor. Gelecek büyük mücadelelerin belirlenmesinde bu olmazsa olmazdır! 

11 Ağustos 2021

İlgili yazılar