Yeni Boyutlar Alan Üçüncü Dünya Savaşı, 1 Eylül ve Barış
Gülhan Dildar, 1 Eylül 2024

Bugün 1 Eylül… 1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül, korkunç boyutlarda yıkıma ve acıya yol açan, halkların asla unutmaması gereken İkinci Dünya Savaşının başladığı gün olarak kabul ediliyor.[1] Barışa hasret ezilen halklar ve dünya emekçileri, 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak anıyor, meydanlarda barış taleplerini haykırıyor; kitlesel ölüm, acı, kahır, gözyaşı demek olan haksız ve emperyalist savaşların son bulmasını istiyorlar.

Barış, ezelden beri insanlığın özlemlerinin başında gelir. Barışın yanına özgürlüğü, mutluluğu ve bolluğu da koymak lazım. Fakat güvercinde simgeleştirilen –böylece temiz, sevecen, mutlu ve özgür olanı temsil eden– barış, bir türlü insanlığın bahçesine inip savaşı kovamıyor. Sömürülü toplumlar ve kapitalizm yaşadığı müddetçe, insanlığın bu özlemi bir ideal olarak kalmaya da devam edecek. Kapitalizmle birlikte savaşın araçları öylesine tahripkâr bir boyuta yükselmiştir ki, meydana gelen yıkımlar insanlığın hayal gücünün önünde yürümeye başlamıştır. Yaşanan iki emperyalist dünya savaşı on milyonların canını almış, milyonları sakatlamış, kentleri yerle yeksan etmiş ve milyonları yerinden yurdundan göçe zorlamıştır. Lakin insanlığın böylesine tarifsiz acılar çekmesine ve nükleer silahların yarattığı yıkımın deneyimine rağmen, emperyalist savaşlar devam ediyor. Uzun bir süredir bölgesel savaşlar biçiminde kendini dışa vuran bir üçüncü emperyalist savaş sürmektedir.”[2] Kapitalizmin tıkanıp tarihsel ölçüde bir sistem krizine girdiği ve dünyanın dört bir yanının ateş çemberine alındığı günümüz dünyasında, insanlığın barış ve özgürlük özlemini derinden hissettiği bir dönemden geçiyoruz. Barış, tüm dünyada ve Türkiye’de can yakıcı, acil bir sorun olarak önümüzde duruyor.

Kapitalizm ve savaş: Birinci, İkinci ve şimdi de Üçüncü Dünya Savaşı!

19. yüzyılın sonuna gelindiğinde sömürge elde etmek üzere yapılan savaşlar son bulmuş, toprak paylaşımları tamamlanmıştı. Ancak modern kapitalist dünyanın büyük güçleri, bu kez paylaşılmış toprakları yeniden paylaşmak üzere savaşa tutuşacaklardı. Lenin’in dediği gibi emperyalizm çağı savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağıydı. Emperyalizm çağında savaş, doğal olarak önceki çağlardaki savaşları misliyle aşıp geçen bir yıkıcılığa sahiptir. Savaş, kapitalist sömürü düzeninin işleyişinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur ama asla insanlığın kaderi değildir. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları savaşın bir gereklilik olduğu fikrini egemenlerin zihnine yerleştirir ve öyle bir an gelir ki hükümetiyle, ideologlarıyla, medyasıyla egemen sınıf koro halinde savaşın kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Dört bir koldan kitleleri savaşa hazırlarlar. Nitekim kitleler Birinci Dünya Savaşı öncesinde de uzun bir süre boyunca “özgürlüğü, vatanı ve uygarlığı savunmak” yalanıyla savaşa hazırlandı ve milyonlarca asker egemenlerin çıkarları için ölüme gönderildi. 11 milyonu asker ve 7 milyonu sivil olmak üzere 18 milyon insanın hayatını kaybettiği, o güne kadar yaşanmış savaşların en korkuncu olan Birinci Dünya Savaşı 1917 Ekim Devrimiyle son buldu. Batılı emperyalist egemenler, Rusya’daki işçi devriminin kendi ülkelerine sıçramasından ve başarıya ulaşmasından duydukları ölesiye korkuyla, aralarındaki paylaşım kavgasına apar topar ara vermek zorunda kaldılar.[3] Ekim Devrimi, insanlığın savaşsız, sömürüsüz, özgürlük ve barış dolu dünyaya adım atma idealinin gerçekleşebileceğinin somut kanıtıydı.

İnsanlık, Birinci Dünya Savaşına tanıklık ettikten ve korkunç sonuçlarıyla yüzleştikten sonra bir daha asla böylesine savaşların yaşanmasına izin verilmeyeceği düşünülüyordu. “Tarihten ders çıkardık” diyerek kitleleri aldatan burjuva egemenler, yirmi yıl gibi kısa bir sürenin ardından bir kez daha ve üstelik çok daha korkunç bir yıkımın eşiğine getirdiler insanlığı. Paris Düşerken adlı romanında İlya Ehrenburg, İkinci Dünya Savaşının başladığı sıralarda topluma hâkim olan düşünceyi şöyle yansıtır: “İki savaş arasında sanki topu topu bir tek gün akıp geçmişti. Birinci savaştan sonra bütün insanların daha bir akıllandığı düşünülmüştü. Bundan böyle savaşa sebep olanların hepsine hadlerini bildireceklerine inanılıyordu. Kimi Wilson’a[4] güvenmiş, kimi de bütün inancını ve umudunu Lenin’e bağlamıştı. O zaman onlara yirmi yıl sonra bu savaş belasının tekrar sofraya getirileceğini söyleselerdi insanlar başka türlü davranırlardı!

Dünya halkları için umut olan 1917 Ekim Devrimi, özellikle Batılı ülkelerin işçi sınıfını etkisi altına almış, isyanlar ve devrimler Avrupa’ya yayılmıştı. Fakat ne yazık ki imparatorlukların çöküşü gibi büyük ve tarihsel değişimlerin önünü açsa da işçilerin iktidarı ele almasıyla sonuçlanmadı. Almanya örneğinde olduğu gibi devrim yenilgiye uğradı. İşçi sınıfının iktidarı ele geçiremediği ama burjuvazinin de normal/olağan yöntemlerle kitleleri kontrol altına alıp düzen kuramadığı; ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlerin birbirini izlediği bu dönem faşizmle sonuçlandı.[5] İtalya’da, Almanya’da, İspanya ve Portekiz’de faşist rejimler kuruldu ve hemen sonra insanlık yeniden savaşa ve yıkıma sürüklendi. Faşist rejim altında tepeden tırnağa silahlanan ve muazzam bir ekonomik-askeri güç haline gelen Alman emperyalizmi, İtalya ve Japonya’yı da yanına alarak[6] birinci savaştaki yenilgisinin öcünü almak, Avrupa’yı ve SSCB’yi ezerek ve ABD’nin önünü keserek tüm dünyaya mutlak anlamda hâkim olmak istiyordu.

Sonunda Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombalarının dahi pervasızca kullanıldığı İkinci Dünya Savaşında, 21-25 milyon askerin yanı sıra 50-55 milyon sivil katledildi. Bunca acı, kayıp burjuvazinin zerrece umurunda değildi. İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmedik bir yıkıma ve gaddarlığa neden olan ikinci emperyalist savaş sonucunda hegemonya krizi çözülmüş, emperyalist kapitalist dünyanın hâkim gücünün kim olacağı belirlenmişti. İleri sanayisi, üretim kapasitesi, finansal gücü ve nükleer silahlarıyla sistemin hegemon gücü olduğunu ispatlayan ABD, tartışmasız düzen kurucu oldu. ABD, savaşta yerle yeksan olan Avrupa’nın yeniden inşası için finansal destek sunarak, Sovyetler Birliği ve “komünizm tehlikesi” karşısında caydırıcı nükleer güç olarak kapitalist dünyayı kendi hegemonyası altına almayı başardı. Böylece bir yanda emperyalist ve kapitalist devletlerin ABD’nin arkasında sıralandığı, diğer tarafta ise sözde sosyalist Doğu bloku ülkelerinin SSCB’nin arkasında saf tuttuğu iki kutuplu yeni bir dünya düzeni kuruldu. Bu iki kutup arasında sürüp giden gerilimler ise “soğuk savaş” olarak adlandırılacaktı.

“Sonsuz barış”tan “sonsuz savaş”a

Savaşın ardından,  “Uluslararası barış ve güvenliği,  ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliğini sağlamak” amacıyla Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler (BM) örgütü kuruldu. Bu burjuva örgüt sayesinde sonsuz bir barış döneminin başlayacağı yalanını pompalayan emperyalist kapitalist egemenler, emekçileri bir kez daha aldatmaya başladılar. Oysa İkinci Dünya Savaşı henüz sonlanmış olmasına rağmen, sonsuz barış propagandası eşliğinde ABD emperyalizmi çeşitli bölgelerde yeni savaşlara, katliamlara, askeri darbelere girişti. İkinci Dünya Savaşının dehşetini yaşamış dünya halkları, bu kez de Kore ve Vietnam Savaşında milyonlarca emekçinin canını alan, son model yıkıcı silahların kullanıldığı yeni bir savaşın dehşetine tanıklık ettiler.

“Sonsuz barış” yalanı, Doğu Blokunun bürokratik diktatörlükleri ve SSCB çöktüğünde bir kez daha toplumsal alanı kaplamaya başladı. Emperyalist merkezlerde üretilip dünyaya yayılan burjuva ideolojisine göre kapitalizmin ebedi sistem olduğu ispatlanmıştı! İkiyüzlülükte ve utanmazlıkta sınır tanımayan burjuva ideologlar, artık sonsuz barış ve refah döneminin başlayacağını söylüyorlardı! Oysa SSCB’nin çöküşüyle dünyadaki mevcut siyasi dengeler ve ittifaklar ortadan kalkmış, yeni bir dönemin kapıları açılmıştı. Krizlerle, çalkantılarla yüklü kaotik, belirsiz bir dönem dünya kapitalizmini bekliyordu. Nitekim Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte, o güne kadar ABD hegemonyasını koşulsuz kabul eden AB ülkeleri (özellikle Almanya ve Fransa) artık ABD’nin kadir-i mutlak olmadığını daha fazla sorguluyorlardı. ABD’nin liderliğindeki tek kutuplu dünya yerine kendilerinin de uluslararası siyasette daha fazla söz sahibi olacağı bir dünya istediklerini her zamankinden daha fazla dışa vuruyorlardı.[7]

Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası hükmünü icra etmiş ve geriden gelen kapitalist devletler sıçramalı şekilde büyümüş, Çin örneğinde olduğu üzere ABD’den çok daha yüksek büyüme oranları kaydederek emperyalist sistemin üst sıralarına oturmuşlardı. 1945’te dünya üretiminin neredeyse yarısını gerçekleştiren ABD, artık sadece yüzde 20’sini gerçekleştiriyordu. 2000’lerle birlikte Rusya, çöküş ve dağılma sürecini geride bırakarak emperyalist bir güç olarak atağa geçerek rekabet sahnesine çıktı. Daha da önemlisi dünyanın atölyesine dönüşen Çin, neredeyse 30 yıl boyunca rekor bir ekonomik büyümeye gerçekleştirdi. Muazzam bir sermaye birikimi ve teknolojik atılım yaparak ve askeri olarak güçlenerek ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisine ve emperyalist gücüne dönüştü.[8]  Keza 1990’lardan bugüne Hindistan’dan Brezilya’ya, Türkiye’den İran’a birçok ülke özellikle kendi bölgelerinde öne çıkarak emperyalist paylaşımdaki rekabete daha fazla dâhil oldular.

1990’lar boyunca Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Afrika’ya dek pek çok bölgede (Birinci Körfez Savaşı, Somali, Yugoslavya vb.) yürüyen savaşlar, yeni bir emperyalist dünya savaşının ön hazırlık evresi niteliğindeydi. 11 Eylül 2001’de ABD’nin New York kentindeki İkiz Kulelere yapılan saldırılar[9] ise, Üçüncü Dünya Savaşının ön hazırlık evresinin bittiğinin bir ifadesiydi. Nitekim ABD emperyalizmi bu saldırıları Ekim 2001’de Afganistan’ı ve Mart 2003’te ise Irak’ı işgal etmek için bahane olarak kullandı. Sarsılan hegemonyasını tahkim etmek ve giderek güçlenen rakiplerinin önünü kesmek için “sonsuz savaş” başlattığını açıklayan ABD, “uluslararası terörle savaş”, “önleyici savaş”, “özgürlük ve demokrasi götürme” gibi ideolojik argüman ve yalanlarla bu savaşı içeride ve dünya halklarının gözünde meşrulaştırmaya çalışacaktı. Böylece 10 yıllık bir hazırlık evresinden sonra ABD emperyalizminin startını verdiği Üçüncü Dünya Savaşı, doğal olarak başka ülkelere ve coğrafyalara sıçradı,  uluslararası siyaseti şekillendirmeye başladı.  Afganistan ve Irak’taki savaş cephesi Kuzey Afrika’dan Avrupa’nın doğusuna, Kafkaslar’dan Pasifiklere ve Orta Asya’ya dek genişledi.

Ortadoğu Savaşı: Üçüncü Dünya Savaşının en büyük ve karmaşık cephesi!

2000 yılı dönemeci esasında birçok şey için bir milat oluşturmaktadır. Birincisi, kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaşarak tıkanması ve tarihsel bir sistem krizine girmesi; ikincisi, hegemonya krizinin derinleşmesi ve onun bir ifadesi olan Üçüncü Dünya Savaşının kendine has/özgü yöntemlerle başlaması; üçüncüsü, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde ardı ardına patlayan ve halkalar biçiminde birbirine eklenen halk isyanları, ortaya çıkan devrimci durumlar ve böylece sınıf mücadelesinin keskinleşmesi! Bu tespitin de ortaya koyduğu üzere ABD’nin başlattığı Üçüncü Dünya Savaşı, emperyalist sistemin hegemonya krizinin bir sonucuydu. Fakat aradan geçen yıllar içinde emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi ve çekişme akıl almaz boyutlara ulaşmış, silahlanma yarışı alabildiğine hız kazanmış, 1945’ten sonra nükleer silahların kullanılması olasılığı ilk kez bu denli ciddi şekilde gündeme gelmiştir. Perdesi Afganistan ve Irak’ın işgaliyle açılan ve Ortadoğu’da yoğunlaşan, emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmeden “vekil güçler” üzerinden kozlarını paylaştıkları Üçüncü Dünya Savaşı, giderek yeni boyutlar almakta ve emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye itmektedir! Bu tablo da ortaya koyuyor ki yaşlanıp tıkanan, ekolojik krizden küresel göç krizine kadar her alanda kriz üreten, gün geçtikçe daha fazla çürüyen dünya kapitalizmi insanlığı yok oluşla tehdit etmektedir.

İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım, emperyalist ve kapitalist güçler arasındaki gerilim Ortadoğu’daki savaş cehenneminin daha da büyüyeceği bir noktaya doğru ilerliyor. İsrail ve İran’ın tarihte ilk kez doğrudan birbirlerine askeri saldırı düzenlemeleri, İsrail’in Hizbullah komutanlarını ve Hamas Lideri Haniye’yi bizzat İran’da öldürmesi “bölgesel savaş” korkusunu ve tartışmalarını beraberinde getirdi. Oysa bölgesel savaş demek olan Ortadoğu Savaşı uzun zaman önce zaten başlamıştır. 2014’te, Suriye’deki savaşı ve IŞİD’in ardı ardına gelen saldırılarını ele aldığımız yazımızda, şöyle demiştik: “Pazar, yatırım ve enerji kaynaklarının yeniden paylaşılması ve emperyalist kapitalist sistemin hegemonik gücünün yeniden tayin ve tesis edilmesi amacıyla başlatılan savaş, bugün esas itibariyle Ortadoğu’da yoğunlaşmış ve alabildiğine karmaşık bir Ortadoğu Savaşına dönüşmüştür.”[10] Bu tespitimizi birçok yazımızda da tekrar ettik. Bu bakımdan, İsrail ile İran arasında dolaylı bir şekilde sürdürülen savaşın doğrudan ve açık bir savaşa dönüşmesi, yeni bir bölge savaşının başlaması anlamına gelmeyecek. Zaten başlamış olan bölge savaşının yani Ortadoğu Savaşının çok daha yıkıcı bir boyuta yükselmesine neden olacak! Bu yeni boyut/evre, hem bölgedeki tüm ülkelerin hem de emperyalist güçlerin doğrudan bu savaşa dahil olmaları ve böylece açıktan karşı karşıya gelmeleri olaslığını içeriyor!

Şimdi Ortadoğu Savaşının ayrıntılarına ve görünümlerine daha yakından bakalım. Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesinin ardından, 2011’de Libya, Suriye ve daha sonra 2015’te Yemen savaş halkasına dahil edildi. 2011’de patlak veren halk isyanını fırsat bilen emperyalist güçler, Libya’da halkı Kaddafi zulmünden kurtarıp demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak yalanıyla iç savaşı kışkırttılar. Çok kısa bir süre sonra ise Fransa öncülüğünde Libya’ya gerçekleştirilen emperyalist saldırıyla Kaddafi iktidardan düşürüldü (linç edilerek öldürüldü) ve iktidar Libya Ulusal Geçiş Konseyine bırakıldı. Akbabalar gibi Libya’ya üşüşen emperyalist güçler, yeni kurulan iktidarla petrol anlaşmaları imzaladılar ve emperyalist yağmadan paylarını kaptılar. Fakat kaotik bir sürecin önünün açıldığı Libya’da hiçbir zaman merkezi bir hükümet kurulamadı, ülke ikiye ve hatta üçe bölündü, halk savaş ağalarının insafına terk edildi. Bu durum hâlâ devam ediyor.

Libya’da peyda olan cihatçı örgütler ve çok sayıda paralı silahlı çete, ABD’nin koordinasyonunda Suriye’de Esad rejimine karşı kullanılmaya başlandı. ABD ve Batılı emperyalist güçlerin, Türkiye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletlerin desteğini alan cihatçılar, Esad rejimi karşısında önemli mevziler kazandılar. Ancak Suriye savaşına Rusya’nın müdahil olmasıyla dengeler değişti, ABD’nin oyun planı bozuldu. Milyonlarca Suriyeli emekçinin göç etmek zorunda bırakıldığı bölgede, hırslı emperyal bir politika izleyen Türkiye, emperyalist yağmadan pay kapmak isteyen ve Esad rejiminin yıkılmasını isteyen ülkelerin başında geliyordu. Esasında Türkiye, kendi hırslarını hayata geçirmek için Suriye’de ABD’nin politikasını hedefe ulaştırmak istedi. Fakat ABD ve Batı bloku bir süre sonra Suriye politikasını değiştirdi ve Esad rejimini yıkma hedefinden vazgeçti. IŞİD Suriye’de geniş bir bölgeyi işgal edip halklara olmadık zulüm uygularken, Türkiye egemenleri bu canilerin Kürtleri katletmesini ve kentlerini yakıp yıkmasını izlediler, desteklediler. 2014’teki Kobané direnişi örneğinde gördüğümüz üzere Kürtler IŞİD karşısında tarihi bir direniş sergilerken, ABD de Suriye’de ve bölgedeki hedefleri doğrultusunda Kürt güçlerini desteklemeye başladı. Esad rejimini yıkarak Şam’daki Emevi Camiinde namaz kılma hayalleri suya düşen Türkiye’deki AKP iktidarı, tüm devletçi güçlerle ittifak halinde Kürtlerin kazanımlarını ezmek üzere Suriye ve Rojava topraklarını işgal etmeye başladı. Rojava’daki durum Kürtlerin Ortadoğu’da bir güç haline geldiğini ve Kürt sorununun uluslararası politikanın konusu olduğunu bir kez daha gösterdi. Aynı Filistin halkı gibi Kürt halkının kaderi de, Ortadoğu’da emekçi bir alternatif oluşmadığı koşullarda emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşı tarafından belirlenecek.

Mısır’dan Libya’ya, Suriye’den Yemen’e (Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan devasa bölgede) emperyalist güçler kozlarını paylaşırken, savaş giderek karmaşık bir boyut almaya başladı. ABD ve Batı bloku, “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk isyanlarını bölgeyi kendi arzusu temelinde dönüştürmek üzere kullanmaya başladı. Bu güçler, ılımlı İslamcılar üzerinden bölgeyi dönüştürmek istiyorlardı. “Bu kapsamda Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim) Mısır’da iktidara gelmesine de göz yumuldu. Ne var ki İhvan’ın ABD ve Avrupalı emperyalistlerin talep ettiği politik çizginin dışına çıkması ve bu arada Türkiye ile birlikte görece bağımsız tutum geliştirmesi, bu güçlerin tepkisiyle karşılaştı. İhvan’ın kendi projelerini topluma dayatması ve otoriter bir rejim kurmaya heves etmesi ise içeride geniş kitlelerin itirazına neden oldu. Tam da bu siyasal birleşim noktasında generaller, Batılı emperyalist güçlerin de desteğini alarak, yükselen halk hareketinin üzerine basıp bir askeri darbeyle İhvan’ı iktidardan indirdiler. Batılı emperyalistler, askeri rejim altında İhvan’ın kanlı bir şekilde tasfiye edilmesini de desteklediler.”[11] Bu dönemde küresel ölçekte düzen kurucu olduğu iddiasındaki AKP Türkiyesi’nin durumuna bakmak ilginç olurdu ama burada yerimiz yok. Türkiye, Üçüncü Dünya Savaşının Ortadoğu cephesinde çok arzu ettiği hedeflere ulaşamamış, büyük ölçüde yenilmiş ve kaybetmiştir. Bu konuda sitemizde yer alan birçok yazı incelenebilir.

Belirttiğimiz üzere hem Filistin hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesi emperyalist hegemonya mücadelesiyle ve Ortadoğu Savaşıyla iç içe geçmiştir. Bu iki halkın kendi kaderini tayin etme mücadelesi, tüm karmaşıklığıyla Ortadoğu’daki emperyalist savaşın bir parçası konumundadır. Nitekim özellikle 7 Ekim 2023’ten beri İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım, İran destekli Lübnan Hizbullah ile düşük yoğunluklu bir savaşta olması, İran ile İsrail arasındaki gerilimin Ortadoğu’daki savaşı küresel boyuta taşıyacak dinamiklere sahip olması bu gerçeğin ifadesidir.[12] Gazze’de soykırım sürerken İsrail, Suriye ve Lübnan’a saldırılar gerçekleştirmeye, Lübnan’daki Hizbullah’la çatışmaya devam ediyor. Keza Yemen’deki Husi güçlerinden gelen saldırılara yönelik ABD, İngiltere ve İsrail güçleri karşı saldırılarla cevap veriyor. Son olarak Lübnan’da Hizbullah’ın önemli askeri liderlerinden biri olan Fuat Şükür’ün ve İran’da Hamas lideri Haniye’nin birkaç saat arayla öldürülmesi savaşın geldiği kritik aşamayı bir kez daha göstermektedir. Suikastın öncesinde Netanyahu’nun ABD kongresinde boy gösterdiği sıralarda, Çin, El Fetih ve Hamas dâhil 14 Filistinli grubu bir araya getirerek ortak bir bildiri yayınlatmış, ateşkes mutabakatına varılmıştı. Gerçekleştirilen suikastla, Çin’in hamiliğini küçük düşürücü bir hamle yapan İsrail, bir kez daha ateşkes niyeti olmadığını ve savaşı daha da körükleyeceğini ortaya koymuştur.

Hizbullah’ın Fuat Şükür için İsrail hedeflerine misilleme yapmasıyla karşılıklı saldırılar artarken, İran’ın nasıl bir misilleme yapacağı belli değildir. Kuşku yok ki İran ve İsrail’in doğrudan savaşması, Rusya ve Çin bloku ile ABD-İngiltere blokunu da devreye girmeye zorlar. Zira Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Yemen’de nüfuz sahibi olan İran’ın düşmesi ya da geriletilmesi, İsrail/ABD kampının elini muazzam ölçüde güçlendirebilecektir. Böyle bir durumda ABD ve Batılı emperyalist güçler, Rusya ve Çin emperyalist bloku karşısında baskın bir üstünlük elde ederler. Rusya ve Çin bloku buna izin vermek istemeyeceğine göre, İran’ın Ortadoğu Savaşından elimine edilmesi hiç de kolay değildir. Şurası açık ki liderlerin niyeti, maceracılığı, aptallıkları vs. savaşın gidişatında çeşitli taktik değişikliklere yol açsa da esas belirleyen kapitalizmin keskinleşen çelişkileridir.

Ukrayna cephesi

2022’nin Şubatında Rusya gibi nükleer silahlara sahip büyük bir emperyalist gücün, doğrudan komşusu olan bir Avrupa ülkesinin topraklarını işgal etmesiyle başlayan Ukrayna savaşı, Üçüncü Dünya Savaşını kritik bir aşamaya getirdi. Ukrayna savaşına kadar Batılı emperyalist güçler, savaşı Avrupa’dan uzak bölgelerde bir vekâlet savaşı olarak yürütmeyi tercih ediyorlardı. Ancak Avrupa ülkeleriyle Rusya arasında tampon oluşturan Ukrayna’da başlayan savaşla birlikte, Balkanların ardından ilk kez savaş Avrupa’nın kapılarını bu kadar ciddi şekilde çalmış oldu. Bu durumun farkında olan Ukrayna yönetimi, Üçüncü Dünya Savaşının başladığını söyleyerek Avrupalı devletleri daha fazla savaşın içine çekmeye çalışıyor. Üçüncü Dünya Savaşının çoktan başladığını söyleyen Zelenskiy’in resmi sözcüsü, “Brüksel’de Amsterdam’da kafelerde oturup Netflix izliyor, savaşın size dokunmayacağını sanıyorsunuz” diyerek, Avrupa halkı üzerinden Avrupalı emperyalistlere mesaj vermişti. Avrupalı egemenler ise yalnız Rusya’yı ve Putin’i suçlayarak kendi günahlarının üzerini kapatma siyaseti izliyorlar. Bir taraftan Ukrayna’yı silahlandırarak ve her türlü desteği vererek, öte taraftan da Rusya ile bir savaşa hazırlanmak gerektiğini söyleyerek yangına körükle gidiyorlar. Savaş her zaman ki gibi emekçileri vuruyor ve her iki ülkeden yoksulların canını alıyor. Nitekim savaşın başlamasıyla milyonlarca Ukraynalı göç yollarına düştü. Gıda, enerji fiyatları hızla yükseldi, hayat pahalılığı tüm dünya emekçilerinin yaşamını ağır bir biçimde etkilemeye başladı.

SSCB’nin çöküşünün ardından ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler, eski Sovyetler Birliği ülkeleri üzerinde hâkimiyet kurmayı arzu ediyorlardı. Daha da önemlisi Rusya’yı baskı altına alıp uluslararası siyasette etkisini kırmak ve emperyalist hegemonya mücadelesinin bir aktörü haline gelmesinin önüne geçmek istediler. Bu doğrultuda Rusya’nın arka bahçesi olarak gördüğü eski Sovyetler Birliği ülkelerinde toplumsal çelişkileri, baskı ve yasakları, kitlelerin özgürlük arayışını kullanarak “renkli devrimler”le kendilerinden yana iktidarlar kurmaya çalıştılar. 2003’te Gürcistan’da, 2004’te Ukrayna’da, 2005’te Kırgızistan’da hayata geçirilmek istenen “renkli devrimler”, neticede başarısız oldu. Fakat özellikle ABD-İngiliz bloku, Doğu Bloku ülkelerini ve Baltık ülkelerini NATO’ya alarak ve Karadeniz’de gerilimi yükselterek Rusya’yı daha fazla kuşatmaya devam etti. Rusya ise ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist güçlerin kuşatmasını yarma hamleleri yaparak emperyalist hegemonya mücadelesinden dışlanamayacağını gösterdi. 2008’de Gürcistan’a saldırması, Suriye ve Libya’da savaşa dâhil olması, 2014’te Ukrayna’ya bağlı Kırım’ı ilhak etmesi, Donetsk ve Luhank bölgelerinin ayrılmasını desteklemesi bu yıllardaki Rus emperyalizminin ataklarına örnektir. Neticede Rusya ve NATO arasındaki gerilim giderek yükselmiş ve Ukrayna savaşının başlamasına neden olmuştur.

Artan silahlanma yarışı ve nükleer savaş tehdidi!

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başta ABD ve SSCB olmak üzere büyük güçler arasında nükleer silahlanma yarışı başlamış ve şehirleri yerle yeksan edebilecek güçte atom bombalarının ardından nükleer füzeler geliştirilmişti. Her iki rakip kutup arasında kurulan dengeye, ellerinde bulundurdukları korkunç silahlardan dolayı “dehşet dengesi” deniyordu. SSCB çöktü ancak nükleer silahlar toprağa gömülmedi, aksine ülkeler sahip oldukları nükleer silahları modernize etti, daha da güçlendirdi. İnsanlık bugün tüm dünyada çok daha dehşet verici bir silahlanma artışıyla karşı karşıyadır.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre, 2023 yılında toplam küresel askeri harcamalar 2022’ye göre reel olarak yüzde 6,8 oranında artarak 2 trilyon 443 milyar dolarla rekor seviyeye ulaştı. Bu, 2009’dan bu yana en keskin yıllık artışı temsil ediyor. Tahmin edileceği üzere emperyalist rakip güçler ABD, Çin ve Rusya askeri harcamalarını arttıran ülkeler arasında başı çekiyor! ABD, 2023 yılında savaş harcamalarını yüzde 2,3 arttırarak 916 milyar dolara (bu, toplam NATO askeri harcamalarının yüzde 68’ine denk geliyor) çıkarttı. Çin, 296 milyar dolar ile ikinci sırada yer alırken, Rusya ise askeri harcamalarını yüzde 24 arttırarak 109 milyar dolara yükseltti.[13] Tüm dünyayı bir anda alev topuna dönüştürecek silahlara daha fazla sahip olma yarışı, emperyalist devletler arasındaki keskinleşen hegemonya krizini ve rekabeti çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

Dünyanın en büyük silah ihracatçısı olmaya devam eden ABD’nin silah ihracatı, 2019-23 döneminde yüzde 17 oranında arttı ve ülkenin toplam küresel silah ihracatındaki payı yüzde 34’ten yüzde 42’ye yükseldi. Önceki beş yıllık döneme göre çok daha fazla ülkeye silah sevkiyatı yapan ABD, bu dönemde 107 ülkeye büyük çaplı silah sevkiyatı yaparak rekor seviyeye ulaştı. Fransa ise silah ihracatını 2014-18 ve 2019-23 yılları arasında yüzde 47 oranında arttırarak ilk kez Rusya’nın önüne geçti. Hindistan, Katar ve Mısır’a yapılan savaş uçağı ihracatları bu artıştaki en büyük kalemi oluşturdu. Fransa’nın yanı sıra İtalya da silah ihracatını yüzde 86 oranında yükseltti. Küresel silah ihracatında 11. sırada yer alan Türkiye ise 2014-18 dönemine göre 2019-23 yıllarında küresel silah ihracatındaki payını iki katına çıkardı. Silahlanmanın çarpıcı şekilde arttığı diğer bir bölge ise, Çin’e karşı ABD’nin egemenlik kurmak istediği Asya ve Okyanusya’dır. Hindistan, Japonya ve Güney Kore’nin silah ithalatı hızla artmaktadır. Silahlanmanın artmadığı tek bir bölge olmazken, Avrupa’da silah ithalatı nerdeyse iki katına çıkmış oldu.[14]

SIPRI’nin araştırma ve raporlamalarına göre nükleer silaha sahip Birleşik Krallık, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’in bulunduğu dokuz devlet arasında Rusya ve ABD dünya genelindeki nükleer silahların neredeyse yüzde 90’ına sahiptir. Bu silahlar dünyayı birkaç kez ortadan kaldırabilecek kapasitededir. Nükleer cephaneliğini hızla artıran Çin’in de artık Rusya ve ABD gibi nükleer savaş başlıklarını yüksek operasyonel alarmda tuttuğu iddia ediliyor. Her yıl operasyonel nükleer savaş başlıklarının sayısı artarken, Hindistan’ın, Çin’in önemli hedeflerini vurabilecek uzun menzilli silahlara sahip olması dikkat çekicidir. SIPRI Kitle İmha Silahları Programı Direktörü Wilfred Wan, “Soğuk Savaştan bu yana nükleer silahların uluslararası ilişkilerde bu kadar öne çıktığını görmedik” derken, SIPRI Direktörü Dan Smith ise “İnsanlık tarihinin en tehlikeli dönemlerinden birindeyiz” diyerek nükleer savaş tehlikesine dikkat çekiyor.[15]

Kaotik Dünya, Belirsiz Gelecek: Çıkış Nerede?” başlıklı yazımızda, Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte nükleer savaş tehdidinin önceki dönemlere göre daha sık gündeme geldiğine dikkat çekmiştik. “Kapitalist düzenin yol açtığı emperyalist savaş kızışıp genişlerkeninsanlığın üzerinde nükleer silahların gölgesi dolaşıyor.”[16] Rus ve ABD temsilcilerinin, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin veya SIPRI direktörlerine varıncaya dek geniş yelpazeden düzen sözcülerinin nükleer savaşa dair uyarıları tesadüf değildir. 23 yıl önce kendine has yöntemlerle başlayan Üçüncü Dünya Savaşı, kapitalizmin derin çelişkilerinin de etkisiyle katlamalı yıkıcı sonuçlar doğurarak ilerliyor. Kapitalist düzenin bağrındaki dinamikler emperyalist güçleri doğrudan açık bir savaşa daha fazla iterken, nükleer silahların kullanılması riski de giderek daha fazla artıyor. Elbette nükleer savaş tercih edilebilir bir seçenek değildir ama sermaye düzeninin yarattığı çelişkiler ve basınç, egemenlerin zihin dünyasını belirlemekte ve en akıl almaz görünen şey günü geldiğinde son derece rasyonal gözükebilmektedir. Bu bakımından, nükleer silahların yıkıcılığından hareketle emperyalist egemenlerin bu silahları kullanmayacağına güvenmek çocukluk olur! Dolayısıyla bugün emperyalist küresel güçlerin çeşitli tatbikatlar, denemeler yoluyla birbirlerine karşı caydırıcı bir tehdit unsuru olarak kullandıkları nükleer silahları, ilerleyen süreçte asla devreye sokmayacaklarının garantisi yoktur. Kaldı ki “taktik nükleer silahlar” adı altında, şiddetini ve kapsadığı alanı daraltarak nükleer silahları kullanmaya dönük hazırlık uzun zamandır sürdürülüyor. Bu tablo, insanlığın karşı karşıya kaldığı “ya sosyalizm ya yok oluş” ikileminin ne denli ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Kapitalizm altında savaşların son bulmayacağı ve çözümün sosyalist bir dünya mücadelesinden geçtiği gün gibi ortadadır.

Utku Kızılok’un Emperyalist Savaş, Ekim Devrimi ve Barış yazısında belirttiği gibi; “Geliştirilen türlü kimyasal silahların yanı sıra diğer savaş makinelerinin yıkım gücü de alabildiğine artmaktadır. İnsanlığın sınıflı toplum ve kapitalizm deneyimi şunu berrak bir şekilde ortaya koyuyor: Kapitalizm yıkılmadan ve sınıfsız bir toplum kurulmadan savaşlar asla son bulmayacak ve kalıcı barış gelmeyecektir! Nükleer silahların insanlığı gezegen üzerinden silebileceği tehlikesi kapitalistlerin umurunda bile değildir. Unutmayalım ki kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır baskın olan ve bu yasalar burjuvaları körleştirir, çirkinleştirir, vicdansızlar haline getirir.”[17] Barışa ihtiyacı olan dünya emekçileridir ve barış mücadelesinin yegâne temsilcisi işçi sınıfıdır. Barış mücadelesi, aynı zamanda işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesidir. Barış mücadelesi, sosyalizm mücadelesidir. Çok iyi biliyoruz ki kapitalist sömürü düzeni yıkılmadan savaş son bulmaz ve dünyada barış sağlanamaz!

Emperyalist Savaş, Ekim Devrimi ve Barış

 

[1] Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkeleri tarafından 1947’de “Dünya Barış Günü” olarak kabul edilen 1 Eylül, İkinci Dünya Savaşının yarattığı korkunç yıkıma ve barışın önemine dikkat çekmek için anılmaya başlanmıştır. Ancak yıllar sonra Birleşmiş Milletler, emekçilerin sahip çıktığı ve emperyalist-kapitalist egemenlerin yürüttüğü savaşları protesto ettiği 1 Eylül’e alternatif olarak 21 Eylül gününü “Dünya/Uluslararası Barış Günü olarak” ilan etmiştir. Her yıl BM Merkezindeki “Barış Çanı”nı çalmaktan ve bir şey yapıyormuş gibi görünerek kitleleri pasifize etmekten öteye barış namına bir adım atılmamaktadır.

[2] Utku Kızılok, Emperyalist Savaş, Ekim Devrimi ve Barış, https://gelecekbizim.net/emperyalist-savas-ekim-devrimi-ve-baris/

[3] Alman ve Fransız askerlerini isyana iten ve Almanya’da 8 Kasım Devriminin başlamasına neden olan 1917 Ekim Devrimiydi. Devrim ve onun tetiklediği isyanlar, özellikle Alman askeri cephelerindeki durumu diğerleri lehine değiştirmiştir. Nihayetinde Almanya 11 Kasımda yenilgiyi kabul etmiş ama diğer emperyalist güçler de devrim korkusu nedeniyle bu yenilgiden yararlanarak daha ileri gidememiş ve savaşı yarıda kesmek zorunda kalmışlardı.

[4] 8 Ocak 1918’de ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından açıklanan 14 ilkenin asıl amacı, emperyalist yağma savaşından çekilen, gizli diplomasiye karşı çıkarak belgeleri ifşa eden, ulusların/halkların kendi kaderini tayin hakkını hayata geçiren Lenin liderliğindeki işçi iktidarının dünya halkları üzerindeki nüfuzunu kırmaktı. Sömürgesi olmayan ABD emperyalizmi, birçok ülkeyi sömürgeleştirmiş İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler karşısında dünya siyasetinde kendine yer açmaya çalışıyordu.

[5] Akın Erensoy, Savaş, Devrim ve Faşizm Üzerine, https://gelecekbizim.net/savas-devrim-ve-fasizm-uzerine/

[6] Faşist Almanya ve İtalya devletleri, 1 Kasım 1936’da Roma-Berlin Güç Eksenini ilan ettiler. Daha sonra Almanya ve Japonya arasında 25 Kasım 1936’da Sovyetler Birliğine karşı Antikomintern Paktı imzalandı. Mussolini İtalyası da 6 Kasım 1937’de bu faşist paktın parçası oldu. Çok zaman geçmeden, özellikle İspanya iç savaşının Franco liderliğindeki faşistlerin lehine sonuçlanacağı belli olmuşken, Almanya ve İtalya 22 Mayıs 1939’da Mihver Devletleri ittifakını askeri hükümlerle resmi hâle getirdi. 27 Eylül 1940’ta, bu kez Almanya, İtalya ve Japonya Mihver ittifakı olarak bilinen Üçlü Pakt’ı imzaladı.

[7] Akın Erensoy, “Büyük Ortadoğu” ya da Genişletilmiş Emperyalist Paylaşım, https://gelecekbizim.net/buyuk-ortadogu-ya-da-genisletilmis-emperyalist-paylasim/

[8] Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları, https://gelecekbizim.net/kapitalizmin-tarihsel-cikmazinda-ticaret-savaslari/ Çin, dünya ticaretinde üstünlüğü ele geçirerek ABD’yi geride bırakmıştır. Mesela 2018’de 2 trilyonu aşan Çin ihracatı, bugün 3,5 trilyona ulaşmıştır. https://gelecekbizim.net/trump-suikasti-ve-bidenin-adayliktan-cekilmesi-abd-egemen-sinifi-bunalimda/

[9] Akın Erensoy, Berlin Duvarının Yıkılmasından 11 Eylül’e, https://gelecekbizim.net/berlin-duvarinin-yikilmasindan-11-eylule/

[10] Utku Kızılok, Ortadoğu Savaşı, https://gelecekbizim.net/ortadogu-savasi/

[11] https://gelecekbizim.net/libyada-kaos-derinlesiyor/

[12] Gülhan Dildar, Emperyalist Kapışmadan Filistin Halkının Payına Düşen: Soykırım!, https://gelecekbizim.net/emperyalist-kapismadan-filistin-halkinin-payina-dusen-soykirim/

[13] https://www.sipri.org/media/press-release/2024/global-military-spending-surges-amid-war-rising-tensions-and-insecurity

[14] https://www.sipri.org/media/press-release/2024/european-arms-imports-nearly-double-us-and-french-exports-rise-and-russian-exports-fall-sharply

[15] https://www.sipri.org/media/press-release/2024/role-nuclear-weapons-grows-geopolitical-relations-deteriorate-new-sipri-yearbook-out-now

[16] https://gelecekbizim.net/kaotik-dunya-belirsiz-gelecek-cikis-nerede/

[17] https://gelecekbizim.net/emperyalist-savas-ekim-devrimi-ve-baris/

İlgili yazılar