Trump Suikastı ve Biden’ın Adaylıktan Çekilmesi: ABD Egemen Sınıfı Bunalımda!
Utku Kızılok, 1 Ağustos 2024

13 Temmuzda Trump’a düzenlenen suikast girişiminin arkasında kimin olduğu doğal olarak merak ediliyor. Elbette bu girişim bireysel bir tepkinin, ABD egemen sınıfının iç hesaplaşmasının ifadesi veya Trump’ı bir Mesih katına yükseltmek isteyenlerin bilinçli bir kurgusu olabilir. Fakat Marksist bakış açısına sahip olanlar kafayı suikast girişiminin arkasında kimin olduğuna takmak yerine, bugün ABD’yi buraya getiren tarihsel ve toplumsal dinamiklerin neler olduğuna odaklanırlar. Hem Donald Trump’a suikast girişimi hem de ondan bir hafta sonra (21 Temmuz) Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesi ABD egemen sınıfı içindeki bunalımın/krizin yeni görünümleridir.

ABD egemen sınıfı içindeki görüş ayrılıkları ve kavgalar, olağan bir dönemde iki düzen partisi (Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti) etrafındaki konumlanmanın çok ötesine geçerek büyük bir krize dönüşmüştür. Bu ülkedeki burjuva siyasetinin, ABD demokrasisinin mabedi sayılan Kapitol’ü basıp hükümet darbesi yapmaya çalışan Trump ile ileri yaşından dolayı bunamaya başlayan Biden arasında sıkışması bu krizin sonucudur. Emperyalist sistemin en tepesinde dünyaya yön vermeye çalışan ABD emperyalizminin başkanı, 9-11 Temmuzdaki NATO zirvesinde Ukrayna devlet başkanı Zelenski’yi savaşta olduğu Rusya’nın devlet başkanı Putin diye kürsüye davet etti. Biden bununla da kalmayıp başkan yardımcısı Kamala Harris’e Trump deyiverdi. Keza Trump ile birlikte katıldığı televizyon programında son derece sönük kaldı ve çoğunlukla ne yapacağını, ne konuşacağını bilemedi. Böyle bir kişinin ABD’nin başında bulunması ve üstelik başkanlığa yeniden aday olması ve ancak suikast girişimi sonrasında güçlenen Trump karşısında tutunamayacağı iyice anlaşılınca geri çekilmesi, ABD emperyalizminin tarihsel düşüş sürecinin en çarpıcı ifadelerinden biridir. Bu son durum, burjuva demokrasisinin nasıl bir kabuğa dönüştüğünü, bildiğimiz anlamda bile burjuva demokratik süreç ve mekanizmaların işlemediğini, kitlelerin pasif konuma itildiğini ve siyaseti bir avuç para babasından/tekelci finans kapitalden oluşan plütokratların belirlediğini bir kez daha göstermiş oldu.

Cinsiyetçi, bağnaz ve faşist zihniyetli Trump’ın 2016’da iktidara gelmesi, ABD egemen sınıfı içindeki krizin ilk keskin ve şaşırtıcı dışavurumuydu. Trump’ın iktidarda kaldığı süre boyunca toplum keskin bir şekilde kutuplaştırılırken, egemen sınıf içindeki kavga ve yarılma da ilerledi. Fakat Trump’ın seçim sonuçlarını tanımaması ve örgütleyip kışkırttığı faşist kitlenin 6 Ocak 2021’de ABD Kongre binasına (Kapitol) baskın düzenlemesiyle egemen sınıf içindeki yarılma ve kriz doruk noktasına çıktı. Sonuçta bir hükümet darbesiyle iktidar iplerini elinde tutmak isteyen Trump başarılı olamadı. Trump, hem Kapitol baskınını örgütlemekten hem de birçok suçlamadan dolayı mahkeme karşısına çıkartıldı, yargılandı ve fakat önü kesilemedi. Böylece bir kez daha Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı olarak geri döndü. Üstelik Pensilvanya’da mitingde konuşurken kulağını sıyırıp geçen “Allah’ın lütfu” kurşun, Trump’ı daha da güçlendirdi ve kendisini “tanrı tarafından seçilmiş kimse” olarak sunabileceği bir hikâye için de çok etkili bir malzeme sağladı.

ABD’nin tarihsel düşüşünün nedenleri

Uluslararası alanda düşülen gülünç durum, egemen sınıf içindeki krizin derinleşmesi, iç savaş söyleminin giderek daha fazla siyaset sahnesinde dillendirilmesi önümüzdeki dönemde ABD emperyalizminin sorunlarının daha da büyüyeceğine işaret ediyor. Nitekim tekelci Amerikan medyasının hem Trump’a düzenlenen suikast girişiminin hem de Biden’ın adaylıktan çekilmesinin ardından benzeri haber ve analizler yapması tesadüf değil: Toplumun daha da kutuplaşması, kargaşa, ufukta beliren kara bulutlar, belirsizlik!

Bir zamanlar emperyalist-kapitalist ülkeler piramidinin altlarından zirveye doğru tırmanmaya çalışan ABD, canlı ve güçlü potansiyellere sahipti. Bu açıdan 100 yıl öncesi ve sonrasını karşılaştırmak, bugünkü tıkanıklığı anlamak bakımından da çok yararlıdır. Lenin, 1915 yılında ABD’de kapitalizmi ve tarımı ele aldığı Tarımda Kapitalizmin Gelişimini Yönlendiren Yasalar Hakkında Yeni Veriler adlı broşüründe, ABD’nin sahip olduğu güçlü potansiyeller ve durdurulamaz yükselişi hakkında şunları yazıyordu: “ABD, yüzyılın başında kapitalizmin gelişme hızı veya hâlihazırda ulaşılan rekor düzeydeki kapitalist gelişme açısından rakipsizdir. En modern makinelerin kullanımıyla geliştirilen ve olağanüstü çeşitlilikteki doğal ve tarihi koşullara uyum sağlayan geniş topraklarının büyüklüğünde, siyasi özgürlüğünün kapsamı ve halkın kültürel düzeyi açısından da hiçbir rakibi yoktur. Bu ülke, gerçekten de birçok bakımdan burjuva medeniyetimizin modeli ve onun idealidir.”[1] Benzeri bir değerlendirmeyi daha sonra Troçki de yapacaktı: “Tarihsel bir niteliğin paha biçilmez sayısız avantajına ek olarak, Birleşik Devletlerdeki gelişim, Almanya ile karşılaştırılamayacak kadar büyük ulusal zenginliğin ve sınırsız genişlikteki toprakların üstünlüğünden yararlandı. Kuzey Amerika Cumhuriyeti, bu yüzyılın başında Büyük Britanya’yı gözle görülür şekilde geride bırakarak dünya burjuvazisinin baş kalesi haline geldi.”[2] Aynı çalışmasında Troçki, ABD sanayisinin 1920 ilâ 1930 arasında yüzde 50 büyüdüğünü ifade ediyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşının ardından emperyalist sistemin zirvesine oturan ABD, yeni hegemon güç olarak emperyalist-kapitalist sistemi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı.[3]

Peki, bugün büyük ustaların analiz ettiği gibi bir ABD mi var karşımızda? Hayır. “SSCB’nin çökmesiyle birlikte, emperyalist güçleri ABD’nin arkasına sıralayan tarihsel-nesnel koşullar ortadan kalktı. Böylece eski siyasal dengeler ve dolayısıyla bu dengeler üzerinde yükselen ittifaklar fiilen geçerliliğini yitirdi. Uçsuz bucaksız topraklar kapitalizme entegre olurken, emperyalist güçler arasında yeni rekabet ve çatışma alanları hızla boy verdi. Daha da önemlisi, milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizm tarihsel bir krizin içine yuvarlandı. Böylece Amerikan emperyalizminin ekonomik ve siyasi gerileyişini hızlandıran koşullar daha fazla olgunlaştı.”[4] Kuşkusuz ABD hâlâ en büyük ekonomik ve askeri güç olarak emperyalist sistemin tepesinde oturuyor ama eski konumunu da koruyamayarak aşağıya doğru iniyor. Aşağıya doğru inişini durduramadığı için uluslararası alanda eski belirleyiciliğini kaybediyor ve bu da kaçınılmaz olarak içeride krizlerle sarsılmasına neden oluyor. Kapitalizmin tarihsel sınırlarına gelip çıkmaza girmesi ile ABD’nin hegemonyasını eskisi gibi sürdürememesi ve emperyalist sistemin bir hegemonya krizine sürüklenmesi birbirinin üstüne oturmuştur. Bu anlamda, bir zamanlar emperyalist sistemin hegemon gücü olan İngiltere’nin düşüşe geçtiği koşullar ile ABD’yi aşağı doğru çeken tarihsel-toplumsal koşullar farklıdır.

ABD emperyalizminin 2001 yılında Bush yönetimi altında sonsuz bir savaş başlatmasının amacı, tam da bugün uluslararası alanda ve içeride karşı karşıya kalınan durumun önüne geçmekti. Afganistan ve Irak’ı işgal ederek cehenneme çeviren ABD’nin amacı, “önleyici savaş stratejisi”yle ön almak ve rakipleri güçlenmeden onları durdurmak, önlerini kesmekti. Büyük Ortadoğu Projesiyle bölgedeki eski siyasi dengeleri yıkarak dönüştürmek, ekonomik ve siyasi dengeleri kendi hegemonyası altında yeniden oluşturmak ve bu arada İsrail’in varlığını garantiye almak istiyordu. Fakat savaşın üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra görüldü ki ABD emperyalizmi bazı hedeflerine ulaşsa da planladığı ve ulaşmak istediği asıl hedeflerinin çok uzağındadır! Yine görüldü ki bir stratejiye sahip olmak demek, onu istenen zamanda ve hiçbir sorunla karşılaşmadan hayata geçirmek demek değildir. Zira söz konusu proje ve stratejinin başarısını belirleyecek olan emperyalist savaştaki güçler dengesidir. Nitekim yıllar içinde Çin muazzam bir ilerleme kaydederek dünyanın ikinci süper ekonomik gücü konumuna yükseldi ve ABD’nin karşısına dikildi. Beri taraftan uzun yıllar SSCB’nin çöküşünün getirdiği sorunlarla boğuşan Rusya, toparlanıp emperyalist savaş sürecine müdahil oldu ve Suriye’de gördüğümüz üzere ABD’nin planlarını bozdu.

Bu noktada ABD’nin Afganistan’daki başarısızlığını kısaca hatırlayalım. ABD başkanı Biden, Afganistan’da başarısız olmadıklarını göstermeye çalışırken, hiçbir zaman ulus inşa etmek gibi bir dertlerinin olmadığını ve esas hedeflerinin terör saldırılarının önüne geçmek olduğunu söylüyordu. Oysa dünya âlem gerçeğin böyle olmadığını biliyor. O günlerde çekilme sürecini ele alan ABD’nin eski Kabil büyükelçisi P. Michael McKinley, Afganistan gerçeğinin yanlış okunduğunu, sürekli hata yapıldığını ve ulus inşa etme (nation building) hedefinde başarısız olduklarını itiraf ediyordu. ABD açısından Afganistan, sonsuz savaş diye kodladığı emperyalist savaşta rakiplerini kuşatmak ve sıkıştırmak için önemli bir kesişim noktasıydı. Burada emperyalist savaş makinesinin yıkıcı gücüyle istikrarlı, ekonomik olarak gelişen ve dünya pazarına entegre olmuş bir ülke inşa etmeyi planlıyordu. Böylece ABD emperyalizmi hem burada nüfuzunu kalıcılaştırıp derinleştirebilecek hem de sürdürdüğü savaşı bu yolla meşrulaştırabilecekti. Lakin kibirle yoğrulmuş bu plan başarısızlığa uğradı. Kimileri diyebilir ki ABD’nin birinci hedefi emperyalist paylaşıma konu olan coğrafyalardaki siyasal rejimleri ve o güne kadar oluşan dengeleri yıkmaktır. İnşa süreci ise esasen emperyalist savaşın sonuca ulaşmasıyla başlar. Fakat böyle düşünmek hata olur. Çünkü bu yıkımın ardından şu ya da bu ölçüde söz konusu ülkede istikrar sağlanamaz ve dünya kapitalizmine entegrasyon süreci ilerletilemezse kalıcı nüfuz da kurulamaz. Bu açıdan, Irak’tan Afganistan’a ABD emperyalizminin durumu başarısızlıktır. Güney Kürdistan hariç Irak’ı büyük ölçüde İran’a kaptıran ABD, Afganistan’da da bir düzen kuramamış ve sonunda geri çekilmek zorunda kalmıştır.[5]

Tam da bu başarısızlıktan dolayı ABD egemen sınıfı ve ordu üst yapısı içinde büyük tartışma baş göstermiştir. Başlattığı savaşla düşüş sürecini tersine çeviremeyen ABD emperyalizminin, özellikle Çin’in yükselişiyle birlikte hegemonyası artan ölçüde aşınmaya devam etmiştir. Bu yeni koşullarda ABD emperyalizmi için eski planları değiştirmek veya savaş stratejisini güncellemek kaçınılmazdı. Nitekim daha Obama döneminden başlanarak Asya Pasifik’e yani Çin’i kuşatmaya odaklanan bir strateji devreye sokuldu. Biden’dan Trump’a esas büyük meselenin Çin olduğu konusunda ABD egemen sınıfı içinde bir tartışma ve farklı düşünce yoktur. Mesela Ukrayna konusunda Biden liderliğinde izlenen siyaseti değiştireceğini ve Rusya ile anlaşma yoluna gidebileceğini açıklayan Trump, yeniden Çin’e odaklanacağını söylüyor. Zira Çin, yalnızca ABD’nin ensesinde soluğunu hissettiren dev bir ekonomi değil, aynı zamanda giderek daha fazla uluslararası siyasete müdahil olan bir güçtür!

Özgürlük ve demokrasi kavramları dünya emekçileri için baskı ve zorbalıktan kurtulmak, yönetim süreçlerine katılmak, söz sahibi olmak anlamına gelir. Bunun kapitalist düzen altında bir hayal olması, bu kavramların sahip olduğu değeri ortadan kaldırmaz. Nitekim bu kavramların bu içeriklerinden dolayı ABD emperyalizmi, Afganistan’dan Irak’a, Libya’dan Suriye’ye Ortadoğu’yu yakıp yıkarken demokrasi ve özgürlük söylemiyle emperyalist işgali ve savaşı meşrulaştırmaya çalışıyordu. Lakin son 20 yılda ABD’nin emperyalist ipliği öylesine pazara çıktı ki artık bu kavramları eskisi gibi suiistimal edemiyor. Bunu yapamadığı gibi, İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırımın en büyük destekçisi ve suç ortağı olarak dünya halklarının gözünde teşhir olmuş durumda. Soykırımcı İsrail’in katil başbakanı Netanyahu’nun Kongrede konuşturulması ve ayakta alkışlanması asla unutulmayacak! ABD’nin dünya emekçilerinin gözünde teşhir olup meşruiyet kaybetmesi, onun rakiplerinin elini güçlendirmektedir. Zira hegemon bir devlet, sadece ekonomik ve askeri gücüne yaslanarak emperyalist sisteme yön veremez. ABD’nin emperyalist sisteme ideolojik, siyasal, kültürel, bilimsel gelişmeler alanında eskisi gibi öncülük edip belirleyici olamaması yaşadığı tarihsel gerilemenin ve bunalımın sonucudur.

ABD uluslararası siyasal alanda zemin kaybederken, Çin emperyalizmi kendisine daha fazla alan açarak güçlenmektedir. Çin ve Rusya bloku, BRICS ve ŞİÖ kanalıyla daha fazla devleti yanına çekerken, ABD ve Batı emperyalizmiyle çıkarları örtüşmeyen güçler için yaslanacak alternatif bir blok anlamına gelmektedir. Eğer uluslararası siyasette böyle bir tablo oluşmasaydı, çok açık ki Güney Afrika İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı Uluslararası Adalet Divanına kolayca taşıyamaz ve büyük destek görmezdi. Keza İran, Çin ve Rusya blokunun bir parçası olduğu için İsrail ve ABD henüz doğrudan bir savaşı göze alamıyorlar. Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerilimin yumuşatılmasına aracılık eden Çin, geçtiğimiz günlerde de El Fetih ve Hamas dâhil 14 Filistinli grubu bir araya getirerek ortak bir bildiri yayınlattı. Geçtiğimiz yıl Ukrayna savaşına son vermek üzere kendi barış planını açıklayan Çin’e Zelenski yönetimi burun kıvırmış ve hatta Rusya’nın çıkarlarını savunduğunu söylemişti. Fakat savaş uzadıkça Ukrayna’nın yıkımı büyüdü ve toprak kaybı arttı. ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizminin Ukrayna’ya olan ekonomik ve askeri yardımında tıkanmalar baş gösterdi. Batı bloku içinde Rusya ile bir anlaşmaya varılması düşüncesi giderek daha fazla dile getirilirken, Ukrayna Dışişleri Bakanı Çin’in yolunu tuttu.

Trump ve faşist MAGA hareketi

Vurguladığımız üzere Trump, ABD’nin emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının sarsılmasına, eski gücünü koruyamayarak zayıflamasına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Trump’ın kaba, megaloman tutum ve davranışları, bizzat ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası kurumları ve ilişkileri sarsacak adımlar atmaktan çekinmemesi Amerikan egemen sınıfının bir kesiminin söz konusu gerilemeye verdiği tepkiden bağımsız düşünülemez! Burjuva tarihçiler ve ideologlar, tarihsel-toplumsal gelişmeleri kişilere/liderlere indirgeyerek açıklamaya pek meraklıdırlar. Oysa Hitler, Mussolini, Putin, Erdoğan veya Trump türü liderler ne kadar ihtiraslı ve çılgın olurlarsa olsunlar, eğer onların üzerinde hareket edecekleri uygun siyasal ve toplumsal koşullar yoksa hiçbir şey yapamaz, onlarla özdeşleşen rollerini oynayamazlar. Kuşkusuz bu açıklama tarihte liderlerin rolünü inkâr etmek anlamına gelmiyor, sadece birinci koşulun vazgeçilmezliğine dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa krizlerin ve olağanüstü koşulların diktatörleri öne çıkartmasıyla, onların kişisel ve politik hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir ilişki vardır.[6]

Mesela Hitler’in çılgınlığı ile yenik Alman emperyalizmini ayağa kaldırmak isteyen devlete hâkim güçlerin ve tekelci sermayenin çılgınlığı örtüşüyordu. Bugün de “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” (Make America Great Again-MAGA) diyen Trump’ın bu sloganda ifadesini bulan emperyalist programı ve siyaseti, ABD egemen sınıfının bir kesiminin tepkisine aracılık etmektedir. Trump ile geleneksel ABD siyasetinin savunucuları arasında, emperyalist sistemin uluslararası kurumlarına yaklaşımdan ekonomik alanda hangi adımların atılacağına, dış politikanın nasıl yürütüleceğinden savaşta hangi taktik adımların izleneceğine kadar birçok konuda görüş ayrılığı yaşanmaktadır. Hatırlarsak, Trump iktidar koltuğuna oturduktan sonra, ABD’nin hegemonyası altında şekillenmiş uluslararası kurumları baltalayacak tarzda hareket etti. Çünkü Trump bunların aslında işlevini doldurduğunu ve ABD’nin sanki hâlâ bu kurumlar üzerinden dünyaya yön veriyormuş gibi hareket etmesinin yanlış olduğunu düşünüyor. Birleşmiş Milletlerden Dünya Sağlık Örgütüne, Dünya Ticaret Örgütünden IMF’ye birçok kurum uluslararası siyasette tuttukları ağırlığı kaybederken, ABD’nin de eskisi gibi bu kurumlar üzerinde mutlak belirleyiciliğinden söz etmek mümkün değil. Fakat eskisi gibi ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeyen bu kurumların baltalanması, aynı zamanda ABD’nin emperyalist sistemin hegemon gücü rolünü oynamayı reddetmesi anlamına gelir. Trump ile Demokrat Parti ve hatta Cumhuriyetçi Partinin bir kesimi ve elbette devlet aygıtının üst kesimleri arasındaki çelişki buradan doğmaktadır. Nitekim iktidara geldikten sonra G7 zirvesinde “ABD geri döndü” diyen Biden, ABD’nin eski geleneksel siyaset tarzına işaret ediyordu.

NATO’nun Almanya ve Fransa dâhil AB ülkelerini Rusya karşısında savunmayacağını söyleyen Trump’ın esas amacı ABD’nin mutlak denetiminde olan bu emperyalist askeri aygıtı işlevsizleştirmek istemesi değildi. Almanya gibi NATO ülkelerinin ulusal bütçelerinin yüzde 2’sini silaha ayırmasını, daha fazla silahlanmalarını ve bu silahları da ABD’den almalarını istiyordu. Böylece hem NATO daha fazla güçlenmiş olacak hem de ABD silah endüstrisi ve dolayısıyla ekonomisi dinamizm kazanacaktı. Trump’ın bu yolla yapamadığını Biden yönetimi Ukrayna savaşını kullanarak yapmış, AB ülkelerini ABD-İngiliz blokunun arkasına sıralamış ve ülke bütçelerinden silahlanmaya ayrılan miktar artırılmıştır. Ancak Trump, Rusya konusunda ABD geleneksel çizgisinin izlediği siyaseti benimsemediği yönünde açıklamalar yapıyor. Zira Ukrayna savaşının ve aynı zamanda Ortadoğu’ya fazladan odaklanmanın ABD’yi esas hedefi olan Çin’den uzaklaştırdığını ileri sürüyor. İktidarda kaldığı süre boyunca Trump, ABD’nin emperyalist stratejisinin belirlenmesi ve dış politikasının tayin edilmesinde merkezi konuma sahip Dışişleri ve Savunma (Pentagon)  Bakanlıklarıyla sıkça çelişkiye düştü. Olası yeni bir Trump döneminde de benzeri çelişki ve anlaşmazlıkların yaşanması kaçınılmazdır. Fakat bunun anlamı, bugün Türkiye’de kimilerinin iddia ettiği gibi Trump’ın savaşa karşı çıkması değildir. Küreselci olarak adlandırılanların karşısına “içe kapanmacı” olarak konuşlandırılan Trump, gerçekte savaşı her türlü yolla sürdürmek isteyen politik bir çizginin temsilcisidir.

Nitekim onun savaşçı çizgisini ekonomik alanda izlediği politikalardan da anlayabiliriz. Trump, ABD’nin eski gücüne ve konumuna ulaşması için öncelikle ekonomik alanda çok daha fazla güçlenmesi ve dünya ticaretinde üstünlüğü yeniden ele geçirmesi gerektiğini düşünüyor. Uzun zamandır ihracatta birinci olan Çin, dünya ticaretinde de üstünlüğü ele geçirerek ABD’yi geride bırakmıştır. Mesela 2018’de 2 trilyonu aşan Çin ihracatı, bugün 3,5 trilyona ulaşmıştır.[7] Trump, Çin’in ekonomik yükselişini frenlemek, dünya pazarında daha fazla hâkimiyet kurmasını ve ülkeler üzerindeki nüfuzunu pekiştirmesini engellemek için iktidara gelir gelmez çok sert bir ticaret savaşı başlattı. Çin mallarına çok yüksek gümrük vergileri getirdi ve bununla da yetinmeyip ABD’nin geleneksel müttefikleri olan Japonya, Almanya, Fransa ve birçok AB ülkesinin mallarına da gümrükler koyarak dünya ekonomisini sarstı. Birçok ekonomik ve ticari ortaklıktan çekilirken, NAFTA’nın yeniden ABD lehine revize edilmesini sağladı. ABD ekonomisini frenlediği gerekçesiyle Paris İklim Anlaşmasından çekildi vb. Bu hamlelerin sermayenin önündeki tüm sınırların yıkılmasının ve serbest ticaretin önünün açılmasının baş savunucusu olmuş ABD’den gelmesi, küreselleşmenin bittiği ve içe kapanma sürecinin başladığı yönünde değerlendirmelere neden oldu. Oysa küreselleşme ya da dünya ekonomisinin girift ilişkiler ağı oluşturması günümüz dünyasında kapitalizmin varoluş biçimidir. Eğer tarihsel ömrünü doldurarak tıkanmış kapitalizmin bugünkü koşullarında 1930’lardaki gibi bir içe kapanma dönemi başlarsa, şüphe yok ki bu tüm sistemin çöküşünü tetikler.

Anlaşılacağı üzere pervasız bir kapitalist olan Trump, ABD geleneksel siyasetinin yerleşik kural ve yöntemlerini aşarak kendi bildiği yoldan iş kotarmak istiyor. Amacı burjuva demokrasisinin getirdiği kuvvetler ayrılığı mekanizmalarını bir kenara iterek tüm devlet gücünü ele geçirmek ve totaliter bir rejim kurarak siyasal programının önündeki engelleri temizlemektir. Toplumu yaşam biçimi, kültür ve dini değerler temelinde bölüp kutuplaştırarak ve düzenin yarattığı toplumsal sorunları kullanarak kitleleri faşist programının arkasına yığmaya çalışıyor. Bir zamanlar nasıl ki Hitler sosyalistlerin, komünistlerin, Yahudilerin veya kozmopolit bir yaşamı benimseyen ve milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan halk kesimlerinin Almanya’yı yıkıma sürüklediğini propaganda ediyorduysa, Trump da aynısını yapıyor. Bu noktada özellikle vurgulamak lazım: MAGA yalnızca Trump’ın emperyalist program ve siyasetini ifade etmiyor, aynı zamanda bu program ve siyaset etrafında faşist bir hareketi ve örgütlenmeyi de ifade ediyor. Beyazların üstünlüğünü savunan, ırkçı, Güney’in köleci kültürel değerlerini sahiplenen, din, aile ve devleti kutsayıp kullanan, göçmen düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik bir ideolojiye sahip MAGA hareketi, hem içinde yer aldığı Cumhuriyetçi Partiyi dönüştürmektedir hem de onu aşıp geçen bir niteliktedir. Önerdiği program ve siyaset sayesinde ABD emperyalizminin tarihsel gerilemesinin durdurulabileceğini söyleyen Trump, elbette en başta Cumhuriyetçi Parti olmak üzere egemen sınıfı bu doğrultuda örgütlemeye, tekelci sermayenin geniş bir kesimini kurtuluşun kendi programında olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Son dönemde Elon Musk benzeri teknoloji sektöründeki tekelci sermayedarların Trump’a desteklerini açıklamaları, MAGA hareketi etrafında toplananların arttığını gösteriyor.

Bu tür faşist liderler, bir taraftan toplumu yapay temelde kutuplaştırırken, öte taraftan da bir parçası oldukları sömürü düzeninin yarattığı toplumsal sorunları kullanarak işçi sınıfı kitlelerinin desteğini almaya çalışırlar. Üstelik bunu yaparken emek ve emekçi vurgusunu öne çıkartarak yapar ve bilinçleri bulandırırlar. Tekelci bir kapitalist olan Trump, 2016’dan bu tarafa ABD’deki yerleşik düzeni Demokrat Parti ve onun içinde saydığı kozmopolit elitlerle özdeşleştiriyor; işsizlik dâhil ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunların sorumlusunun onlar olduğunu propaganda ediyor. Ucuz emek sömürüsü peşinde olan sermayenin Çin’e ve başka ülkelere gitmesinin, geleneksel sanayi bölgelerinin terk edilmesinin ve böylece işsizliğin artmasının nedeni olarak onları gösteriyor.[8] İşçi sınıfı kitlelerinin bilincini bulandırmak amacıyla MAGA hareketine monte edilen ve Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçilen JD Vance’in Cumhuriyetçi Partinin başkan adayını belirleme toplantısındaki konuşması oldukça dikkat çekicidir. Vance çocukluğunu, yoksul bir aileden gelmesini, annesini ve onun emeklerini, eşini ve çocuklarını da kapsayan, zaman zaman duygusal, etkili bir konuşma yaptı.Vance’in konuşmasının Trump’ın faşist MAGA hareketine ideolojik ve kültürel bir derinlik kazandırmak için kurgulandığına şüphe yok. Sermayenin yurt dışına gitmesinden, fabrikaların kapanmasından, ucuz Çin mallarının ülkeye dolmasından ve işsizlikten Biden’ı sorumlu tuttu. Şu cümle de ona ait: “Benimki gibi küçük kasabalarda, ülkemizin diğer eyaletlerinde işler denizaşırı ülkelere ve çocuklarımız da savaşa gönderildi. Ülkemiz ucuz yabancı işgücü ve etkisi gelecek on yıllarda duyulacak ölümcül ucuz Çin mallarının akınına uğradı. Irak’tan Afganistan’a, mali krizden büyük durgunluğa, açık sınırlardan, durgunlaşan ücretlere kadar bu ülkeyi yönetenler başarısız oldular.” Trump’ın işçiler için iş olanakları yarattığını ama Biden’ın bu işleri yok ettiğini söyledi. Konuşmasını emek, işçi sınıfı, işsizlik, ülkenin içine düştüğü aciz durum üzerine kurgulayan Vance, tüm konuşması boyunca sıkça Trump’ı bir kurtarıcı olarak sundu.Bir zamanlar nasıl da büyük ve harika olan ABD’yi içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak için Trump sahneye çıkmıştı! Her şey kötüye gidiyordu: “Ta ki Donald J. Trump adında bir adam ortaya çıkana kadar. Bizim, büyük şirketlerin cebinde olmayan, sendikalı ya da sendikasız çalışanlara hesap veren bir lidere ihtiyacımız var. Wall Street baronları ekonomiyi çökertti, Amerikalı inşaatçılar iflas etti. Ve sonra Demokratlar bu ülkeyi milyonlarca yasadışı yabancıyla doldurdu.[9]

Özel olarak seçilmiş, hakkında kitap yazılarak film yapılmış bu adam, teknoloji milyarderi olarak bilinen Peter Thiel gibilerinin desteğini alarak senatör seçilmiş ve şimdi Musk’ın da desteğini alarak Trump’ın yardımcılığına getirilmiştir. Elbette amaç, özellikle beyaz işçilerin desteğini almak ve MAGA hareketine emekçi bir taban oluşturmaktır. Vance üzerinden faşist MAGA hareketinin emekçileri temsil ettiği algısı yaratılırken, aynı zamanda Trump sonrasında ona yeni bir lider hazırlanmaktadır. Hitler ve Nazilerin iktidara tırmanma sürecinde benzeri bir söylemle umutsuz emekçi kitleleri nasıl aldattıklarını hatırlayalım. Vance’in işçi sınıfı vurgusu bir sahtekârlık ve demagojiden öte bir şey değil. En basitinden, işçilerin haklarının ilerletilmesi için AFL-CIO başta olmak üzere sendikalara destek vermeyen Vance, sağlık ve sosyal hakların geliştirilmesi için de kılını kıpırdatmış değil. Tarihsel deneyimler de gösteriyor ki ABD’de sınıf mücadelesi daima sert bir karaktere bürünerek ilerlemiştir. Mesela pandemi ve George Floyd eylemleri sürecinde faşist güçlerin ağır silahlarla gövde gösterisi yapmasına siyahların da içinde yer aldığı emekçiler anında benzeri tarzda cevap vermişlerdi. Nereden bakarsak bakalım, dünya kapitalist sisteminin tarihsel tıkanıklığının ve Üçüncü Dünya Savaşını doğuran emperyalist hegemonya bunalımının ABD egemen sınıfı içinde yarattığı sorunlar ve toplumsal çelişkilerin çok keskin biçimler aldığı bu ülkede sınıf mücadelesi önümüzdeki süreçte daha da sertleşecektir.

[1] Lenin, New Data on the Laws Governing the Development of Capitalism in Agriculture, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1915/newdev/1.htm#v22zz99h-019

[2] Troçki, Zamanımızda Marksizm, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1939/04/marxism.htm

[3] Bu konuda bkz: Utku Kızılok Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları-2, https://gelecekbizim.net/kapitalizmin-tarihsel-cikmazinda-ticaret-savaslari-2/

[4] Utku Kızılok Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları-1, https://gelecekbizim.net/kapitalizmin-tarihsel-cikmazinda-ticaret-savaslari/

[5] Utku Kızılok, Kabil’in Düşmesi ve ABD’nin Çekilme Fiyaskosu Ne Anlama Geliyor?, https://gelecekbizim.net/kabilin-dusmesi-ve-abdnin-cekilme-fiyaskosu-ne-anlama-geliyor/

[6] Utku Kızılok, Bonapartların ve Hitlerlerin İktidara Tırmanış Süreci; https://gelecekbizim.net/bonapartlarin-ve-hitlerin-iktidara-tirmanis-sureci/

[7] https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/china/#economy

[8] ABD Kongresine Baskının Anlamı, https://gelecekbizim.net/abd-kongresine-baskinin-anlami/

[9] https://www.nbcnews.com/politics/2024-election/jd-vance-calls-big-tent-gop-vp-nominee-acceptance-speech-rcna161211

 

Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları/2

Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları

Kabil’in Düşmesi ve ABD’nin Çekilme Fiyaskosu Ne Anlama Geliyor?

 

Bonapartların ve Hitlerlerin İktidara Tırmanış Süreci

ABD Kongresine Baskının Anlamı

İlgili yazılar