Kaotik Dünya, Belirsiz Gelecek: Çıkış Nerede?
Utku Kızılok, 1 Temmuz 2024

Bir: Dünyanın neresine bakarsak bakalım aynı şeyi görürüz: Her geçen gün daha fazla büyüyüp derinleşen istikrarsızlık ve kaos! Tarihsel sınırlarına ulaşarak tıkanan kapitalist sistem, toplumsal ve çevresel sorunları çözme kapasitesini yitirdiği için hemen her şeyi krize dönüştürüyor. Emperyalist hegemonya krizi ve bunun bir ifadesi/dışavurumu olan Üçüncü Dünya Savaşı, kapitalist sistemin uluslararası kurumlarının altını oyup onları adeta bir boşluğa fırlatıyor. Serbest ticarete, piyasa egemenliğine, burjuva demokrasisini yücelten liberal kapitalist ideolojiye dayalı emperyalist-kapitalist sistemin uluslararası kurumları ve kuralları neredeyse ıskartaya çıkmış durumda. İsrail’in dünyanın gözü önünde Filistin’de uyguladığı soykırım bir kez daha gösterdi ki Birleşmiş Milletler büyük ölçüde bir kabuğa dönüşmüştür. ABD ve Çin arasında sürüp giden ticaret savaşı nedeniyle Dünya Ticaret Örgütü işlemezken, IMF de eski gücünü kaybetmiştir.

İki: Tam da bu yüzden The Economist 9 Mayıstaki başyazısında “liberal uluslararası düzen yavaş yavaş parçalanıyor” diye yakınıyordu. Esasında uzun bir süredir burjuva kurumlar ve ideologlar benzer tespitler eşliğinde kapitalist düzenin yüz yüze kaldığı tehlikeye dikkat çekiyorlar. Mesela Şubat 2019’da 55. Münih Güvenlik Konferansının teması dünya düzeninin dağılmasıydı. “Büyük Puzzle: Parçaları Kim Birleştirecek?” temasıyla yapılan konferansta Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger, liberal düzenin dağıldığını, siyasi krizlerin her yere yayıldığını, nüfuz alanlarındaki çatışmanın kalıcılaştığını, Çin ve Rusya’yı kast ederek yeni büyük güçlerin yükseldiğini ve ufukta büyük güçler arası çatışmanın olduğunu ifade ediyordu.[1] Kuşku yok ki İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım, Ukrayna ve Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaş, Afrika’dan Latin Amerika’ya her alanda kızışan nüfuz mücadeleleri, sistemin her alanda kriz üretmesi, aşırı sağ/faşist hareketlerin yükselmesi vb. tarihsel sınırlarına dayanan kapitalizmin çıkışsızlığıyla bağlantılıdır.

Üç: Kapitalist düzenin yol açtığı emperyalist savaş kızışıp genişlerken, insanlığın üzerinde nükleer silahların gölgesi dolaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, nükleer silahların kullanılması riskinin “Soğuk Savaş”tan bu yana görülmemiş boyutlara ulaştığını ifade etti. ABD ordusu kıtalararası balistik füze testleri gerçekleştirirken, Rusya da Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna’daki savaşa daha fazla dâhil olmasının önüne geçmek için nükleer silah kartını sıkça dile getiriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından ABD-İngiliz bloku öncülüğündeki Batı emperyalizmi savaşa Ukrayna ordusu dolayımıyla dâhil oldu. Bir taraftan Ukrayna ordusunu silahlandırıp eğitirken, öte taraftan Rus ekonomisini yıkıma uğratmak üzere kapsamlı ve yıkıcı yaptırımları devreye soktular. Bu emperyalist blokun en büyük arzusu Ukrayna ordusunun Rus ordusu karşısında güçlü bir direniş göstermesi ve Rusya’nın içinden çıkamadığı, Putin rejiminin ise içeride siyasal ve toplumsal krizle boğuştuğu bir çıkışsızlığa sürüklenmesiydi. Ancak böyle olmadı: Kuşkusuz Kiev’i kuşatan ve hızlı bir şekilde Ukrayna yönetiminin çökmesini amaçlayan Rusya planlarını hayata geçiremedi ama Batı emperyalizminin ekonomik, siyasi, askeri, kültürel savaşı karşısında da dize gelmedi. Özellikle Çin’in yardımıyla uluslararası izolasyonu kırarken, bir süre küçülen Rus ekonomisi askeri sanayi üzerine basarak yeniden toparlandı.

Dört: Batı’nın yoğunlaşan askeri ve ekonomik desteğine rağmen Ukrayna ordusu Rusya karşısında geriletici olamadı. Tersine, zaman ilerledikçe Ukrayna ordusu yıprandı, dağılma gösterdi, ekonomi ve altyapı daha fazla çöktü. Batı emperyalizmi Ukrayna’nın yenilgisini önlemek amacıyla uzun menzilli ve daha etkili silahlar vermeye başlarken, bu silahların işgal altındaki alanların ötesinde kullanılmasının ve doğrudan Rusya topraklarının vurulmasının önünü açtı.[2] Keza NATO’nun Ukrayna askerlerini eğitmesi ve askeri yardımları yönetmek üzere merkezi bir koordinasyon kurması da gündemde… İşte bu noktada Rusya nükleer silah tehdidini daha fazla dillendiriyor. 5 Hazirandaki konuşmasında “Rusya’nın nükleer silahları asla kullanmayacağını” sanan Batı yanılıyor diyen Putin, Batı silahlarıyla Rusya topraklarını vurmanın küresel bir çatışmayı tetikleyebileceğini söyledi. Dış ve Savunma Politikaları Konseyi üyesi Dmitry Suslov ise daha açık konuşuyor: “Eğer Batı’nın Ukrayna’daki çatışmaya daha fazla dâhil olması şu anda durdurulmazsa, o zaman Rusya ile NATO arasında tam teşekküllü bir «sıcak» savaş kaçınılmaz hale gelecektir. Üstelik ABD ve NATO’nun konvansiyonel silahlar alanındaki üstünlüğü nedeniyle bu savaş mutlaka nükleer boyuta taşınacaktır.”

Beş: Nereden bakarsak bakalım Rus emperyalizmi ile ABD-İngiliz blokunun temsil ettiği Batı emperyalizmi arasındaki gerilim büyüyor. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un 2029 yılına kadar Rusya ile savaşa hazırlanmaları gerektiğini söyleyerek zorunlu askerliğin geri getirilmesi çağrısı ve Avrupa’nın savaş histerisine tutulması gerilimin düzeyine işaret ediyor. Aynı günlerde Putin önce Çin’i, daha sonra da Kuzey Kore’yi ziyaret etmesi Batı kampındaki telaşı artırmış durumda. Putin ile Şi Cinping arasındaki görüşmenin ardından yapılan açıklama ve imzalanan ortak bildiri, yürüyen Üçüncü Dünya Savaşında Çin ve Rusya’nın ABD-İngiliz-AB emperyalist bloku karşısında bir başka emperyalist bloku temsil ettiğini bir kez daha teyit etmiş oldu. Rusya ile Kuzey Kore arasında ise “birimize yapılan saldırıyı ikimize de yapılmış olarak kabul edeceğiz” anlamına gelen bir anlaşma yapıldı. Bu hamlesiyle Rusya, nükleer silah sahibi olan Kuzey Kore’nin Asya Pasifik’te ABD için sınır çizen bir denge unsuru olmasını ve Ukrayna’da daha ileri gidilmesini önlemeyi amaçlamaktadır.

Altı: Geçmişteki iki dünya savaşından farklı olarak, şu anda Ortadoğu ve Ukrayna’da yoğunlaşan ama dünyanın birçok bölgesinde kızışan rekabet ve çatışmalar biçiminde kendini dışa vuran üçüncü dünya savaşı, modern çağın en karmaşık ve dolambaçlı savaşıdır. Hâlihazırda büyük emperyalist güçlerin doğrudan birbirlerine resmen savaş ilan etmediği, hatta kimi noktalarda paylaşımın söz konusu olduğu alanlar üzerinde birbirleriyle görüşüp kimi konularda, geçici de olsa uzlaştıkları garip bir savaş söz konusudur. Nitekim bu savaşın “vekâlet savaşı” biçiminde adlandırılması, aslında mevcut olgunun kendine has özelliğini de gözler önüne sermektedir. Esas güçlerin henüz doğrudan karşı karşıya gelmediği, onların vekili olarak temsili güçlerin savaş alanında karşı karşıya geldiği, ama arka tarafta ana güçlerin boy ölçüştüğü bir savaş! Fakat emperyalist ve bölgesel güçler arasında dolayım oluşturan tampon alanlar hızla ortadan kalkıyor, dolaylı savaşın doğrudan bir savaşa dönüşmesinin koşulları giderek daha fazla olgunlaşıyor. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve bunun Lübnan’ı da içine alarak yarattığı bölgesel gerilim, İsrail ile İran’ın ilk kez doğrudan birbirlerine askeri saldırı düzenlemeleri sürecin ne yöne doğru evirildiğine işaret ediyor. Keza Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna’daki savaşa daha fazla dâhil olması, asker göndermenin ve NATO’nun devreye girmesinin gündeme gelmesi, büyük güçler arasındaki savaş olasılığını güçlendiriyor.

Yedi: Kapitalist düzenin ürettiği çok yönlü ve çok katmanlı krizler dünya genelinde burjuva siyasetindeki gerici eğilimleri besleyip büyütürken, faşist parti ve liderlerin yükselmesinin önünü daha fazla açıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ/faşist[3] partilerin tüm ülkelerde oylarını artırmaları, Fransa’da birinci ve birçok ülkede ise ikinci parti olmaları dünya genelindeki sağ-faşizan yükselişin yeni bir ifadesidir. Bu yükselişin tarihsel-toplumsal arka planına baktığımızda şunları görürüz: Dünya burjuvazisinin son 40 yıldır uyguladığı neoliberal saldırı politikaları sonucunda “sosyal devlet” uygulamaları büyük ölçüde tırpanlandı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları kötüleşti, işsizlik ve gelecek kaygısı büyüdü. Tarihte ilk kez genç kuşaklar bu denli üretim sürecinin dışına itilirken, depresyon yayılıyor, oluşan maneviyat boşluğu derinleşiyor. Devrimci sosyalist hareketin örgütsüz ve etkisiz olduğu bugünkü koşullarda kapitalizmin yol açtığı toplumsal tepki düzene ve onun siyasal temsilcilerine yönelemiyor. Aşırı sağ/faşist partiler düzenin geleneksel sol ve sağ partilerini sert bir şekilde eleştirirken, kendilerini onların dışında bir alternatif olarak sunabiliyorlar. Huzursuz ve arayış içindeki kitleleri arkalarından sürüklemek için göçmenleri/mültecileri hedefe koyarak düşmanlığı ve milliyetçiği kışkırtıyorlar.[4]

Sekiz: Aşırı sağ/faşist partilerin göçmenleri/sığınmacıları hedefe koyarak kitlelerin tepkisini düzen içi kanallara çekmesi, esasında Batı’nın emperyalist burjuvazisini memnun etmektedir. Böylece hem toplumsal sorunların kaynağının kapitalist düzen olduğu gözlerden saklanıyor hem de bugünkü göç dalgasında emperyalist güçlerin rolü sorgulanmamış oluyor. Batı’ya ve özellikle de Avrupa’ya büyük göç dalgası, ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesiyle başladı. 2011’den sonra Libya, Suriye ve Yemen’in de emperyalist savaş cehennemine çekilmesi ve nüfuz alanlarındaki çatışmaların artması; Pakistan’dan Somali’ye, Afganistan’dan Libya’ya pek çok ülkede milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına, milyonlarca insanın mülteci haline gelmesine ve yüz binlerce insanın daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa yollarına düşmesine neden oldu.[5] Aşırı sağ/faşist partilerin bu durumu sorgulaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sorunlar üzerine basarak, küresel göç dalgasının arkasındaki nedenleri teşhir ederek, genç kuşakların içine itildiği maneviyat krizini bir kaldıraç olarak kullanarak emekçi kitleleri devrimci mücadeleye sosyalist hareket çekebilir. Ancak öncelikle Avrupa’dan Latin Amerika’ya kimlik ve çevreci siyasetin dar sınırlarına saplanan sosyalist hareketin buradan kurtulması gerekiyor. Gelişen toplumsal mücadeleler anti-kapitalist içerikle doldurulmadan ve sosyalist dünya mücadelesi perspektifiyle işçi sınıfı hareketiyle kesiştirilmeden başarıya ulaşılamaz!

Dokuz: Buradan Türkiye’ye doğru ilerleyelim. 31 Mart yerel seçimlerinin ardından AKP/rejim ve CHP kanalından gündeme sokulan “yumuşama”, “normalleşme” tartışmaları devam ediyor. Kavramların da çağrıştırdığı üzere Türkiye’de olağan/normal olmayan bir rejim işbaşındadır. Bugünkü tartışmaların sağlıklı anlaşılabilmesi için 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından ortaya çıkan siyasal durumu kısaca hatırlamak gerekiyor. Bilindiği üzere Erdoğan bu seçimlerin sonuçlarını tanımadı. Kanlı ve kaotik birkaç ayın ardından yeniden yapılan seçimlerde (1 Kasım) AKP bu kez çoğunluğu elde etti. Fiili yetkilerle en tepede oturan Erdoğan liderliğinde kurulmakta olan Bonapartist rejim, 15 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL’le birlikte yeni bir evreye geçti. Parlamenter rejim ve onun kurumları tasfiye edilirken, Anayasa değiştirilerek tüm yetkiler tek kişide toplandı. Böylece 2017 başkanlık referandumunun ardından faşist rejim kendi kurum ve kuruluşlarıyla hayata geçti. 2015 dönemecinde AKP, MHP, devletin Ergenekonucu/Avrasyacı kesimlerinin ittifakıyla şekillenen rejim şu üç kaldıraç üzerinde yükseliyordu. 1) Erdoğan iktidarının garanti altına alınması ve Erdoğancı sermaye kesimlerinin devlet kaynaklarını sınırsızca yağmalamaya devam etmesi. 2) İçeride ve dışarıda Kürt halkının demokratik taleplerinin ve tarihsel kazanımlarının ezilmesi. 3) Erdoğan liderliğinde çerçevesi yeniden çizilen hırslı, gerçeklikle örtüşmeyen ve ayakları yere basmayan emperyalist politikanın devam ettirilmesi ve Türkiye’nin Ortadoğu’da yürüyen emperyalist yağmadan pay kapması!

On: Ancak bu rejim hiçbir zaman Almanya ve İtalya örneğinin temsil ettiği geleneksel faşist rejimlerin gücüne ulaşamadı, daima kırılgan bir yapıya sahip oldu. Kuşkusuz bunun birçok sebebi var. 1) Her şeyden önce bu rejim, uzun yıllar iktidarda olan bir partinin geleneksel faşist-devletçi kesimlerle ittifak yapmasıyla kuruldu. Elbette bir sivil kitle desteğine sahiptir ama klasik faşizmleri doğuran kaotik bir dönemin içinden, umutsuz kitlelerin üzerine basarak iktidara yükselmiş de değildir. 2) Türkiye’nin güçlü bir ekonomiye ve güçlü sermaye birikimine sahip olmaması rejimin sağlam zemin üzerinde hareket etmesinin daima önüne geçti ve onu uluslararası alanda sonu gelmez bir sıkışıklığın içine soktu. Unutmamak lazım ki Türkiye ekonomisi Batı kapitalizmine derinden entegre olmuş, özellikle geleneksel büyük sermaye Batı’nın tekelci sermayesiyle iç içe geçmiştir. Devlet ve özel şirketler dâhil 500 milyar dolarlık dış borcun kaynağı Batı ülkeleridir. 3) Türkiye’nin ABD ve Batı ittifak çizgisinden Rusya’ya doğru kayması, S-400 füzelerini vb. alması, Doğu Akdeniz dâhil bölgesinde hırslı ve ayakları yere basmayan emperyalist bir politika izlemesi rejimin uluslararası alandaki sıkışıklığını daha da artırdı. Rejimin Türkiye’yi Rusya’ya doğru çekmesinin amacı ABD’yi dengelemek, Suriye’de kendisine alan açmak ve Kürt halkının kazanımlarını bastırmaktı. İzlediği dış siyaset nedeniyle rejim, bir dönem uluslararası alanda nerdeyse tümden yalnızlaştı ve bu yalnızlaşma ekonomideki kırılganlıkla birleşerek üzerindeki baskıyı çok daha fazla artırdı. 4) Rejim toplumdaki muhalefeti hiçbir zaman ezip bastıramadı ve en güçlü olduğu dönemde bile toplumun en az yarısı onun karşısında yer aldı. Uluslararası alandaki sıkışıklık ve ekonomik alandaki açmaz her zaman bu rejimin yumuşak karnı oldu. Bu yüzden demokratik süreç ve mekanizmaların işlediği, meşruiyetini sandıktan aldığı algısını gösterme ihtiyacındaki rejim seçimleri ortadan kaldıramadı.

On bir: Özellikle son birkaç yıldır rejimdeki çürüme her alanda kendini dışa vuruyor. Devletin tepesinden gazetecisine, bürokratından kapitalistine kadar rejim yolsuzluğa batmış durumda. Bu rejimle birlikte devlete hâkim olan güçler keyfilikte sınır tanımazken, devlet kaynaklarının yağmalanması, yolsuzluk, rüşvet, mala çökme yani gasp ve çürüme alabildiğine hızlandı. Kriz, işsizlik ve derinleşen yoksulluk, toplumsal ve çevresel sorunlar karşısında boş vermişlik, tümüyle sermayenin kayrılmasına odaklanma, rejimin parçası olan kesimlerin har vurup harman savurması emekçi kitlelerdeki eşitsizlik ve adaletsizlik duygusunu arttırdı. Her alanda birikip patlayan sorunlar kaçınılmaz olarak rejim içindeki çelişkileri ve rekabeti büyüttü. Rejimin iç kenetlenmesindeki çözülme belirgin bir şekilde artı. 6 Şubat 2023 depremlerinden sonra rejimin nasıl bir yağma sürdürdüğü ve kitleleri umursamadığı çok daha çarpıcı şekilde açığa çıktı. Bilhassa bu dönemde muhalif kitleler başta olmak üzere toplumun çoğunluğunda bir değişim arzusu kendisini dışa vurdu. Ancak CHP liderliğindeki muhalefetin parçalı ve dağınık yapısından, mücadeleyi seçim sandığına indirgeyen çizgisinden, cesaretsiz ve korkak tutumundan dolayı rejim kitlelerdeki değişim arzusunu boğdu. Kitleleri korkutup sindirmek için tüm devlet imkânlarını ve elindeki medya tekelini kara propagandası için seferber ederek ve her türlü hileye başvurarak 14-28 Mayıs seçimlerini kendi lehine çevirdi.

On iki: 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra muhalefet moral bozukluğunun kuyusuna düşerken, rejim içindeki çelişkiler kısmen yumuşadı ve çözülmeye neden olan çatlaklar daha fazla büyümedi. Fakat bu durum rejimin ekonomik ve uluslararası siyasal alanda yüz yüze kaldığı sıkışıklığı aştığı anlamına gelmiyordu. Ekonomik alandaki sıkışmayı aşmak üzere Erdoğan, ABD-Batı ittifakının geleneksel çizgisine doğru tekrar yöneldi. Maliye ve Hazine Bakanlığına oturtulan Mehmet Şimşek, Türkiye’nin ödemeler krizine doğru sürüklenmesini önlemek, kredi bulmak ve ülkeye sıcak para girişini sağlamak için uluslararası sermaye tekellerinin ve onlarla iç içe geçmiş geleneksel sermaye kesimlerinin programını uygulamaya, bu kapsamda kredi faizlerini yükseltmeye başladı.[6] Yüksek faizlerden dolayı kredi kullanmanın giderek zorlaşması, enflasyonun tırmanışını sürdürmesi, emekliler başta olmak üzere emekçilerin alım gücünün daha fazla düşmesi, genç kuşakların çıkışsızlığının doğurduğu tepki tüm diğer toplumsal sorunlarla birleşerek 31 Mart seçimlerinde açığa çıktı. 41 yıl sonra CHP birinci parti olurken, rejim partileri tam anlamıyla hezimete uğradı ve Erdoğan’ın yenilmezliği algısı kırıldı.

On üç: İşte “yumuşama” ve “normalleşme” tartışmalarına böyle gelindi. Seçimlerde yenilmiş ve kitle desteği zayıflamış Erdoğan’ın amacı CHP’yi de yanına alarak Mehmet Şimşek’in kemer sıkma programını birlikte uygulamaktır. Hazırlanan kemer sıkma programında sermaye sınıfının kârlarına dokunulmazken, “tabana yayma” adı altında emekçilerden daha fazla vergi alınacak. Kapitalistlerden alınan kurumlar vergisinin ise cüzi miktarda artırılacağı, bunun da “muafiyet” ve “teşvik” benzeri yollarla geri ödeneceği açıktır. Emekçilerin sırtındaki vergi yükünün arttığı, asgari ücrete ara zam yapılmadığı, enflasyon karşısında alım gücünün dibe vurduğu, emeklilerin daha fazla sefalete itildiği koşullarda rejime karşı tepkilerin büyümesi kaçınılmazdır. Erdoğan, kitlelerin rejime karşı biriken tepkisini CHP’yi kullanarak yumuşatmayı amaçlıyor. Burjuva siyasetinin birbirine karşı yumuşamasını ama işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı birlikte sertleşmeyi öneriyor. Nitekim “yumuşama”/“normalleşme” söylemi gündemi işgal ederken, düzmece Kobani davasında Selahattin Demirtaş’ın da içinde olduğu Kürt halkının temsilcilerine ve sosyalistlere ağır cezalar yağdırıldı, faşist güç gösterisi yapıldı. Ardından Hakkâri Belediyesine kayyum atanarak Kürt halkının iradesini yok sayma siyasetinin devam edeceğinin işareti verildi.

On dört: Şu hususun altını kalınca çizmek lazım: Bir taraftan “yumuşama” veya “normalleşme” olması ama aynı zamanda bu rejimin olduğu gibi varlığını sürdürmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Ekonominin acil ihtiyaçları, ulusal ve uluslararası sermayenin baskı ve istekleri doğrultusunda “yumuşayarak” CHP ile yapılacak bir ittifakın anlamı MHP’yle olan ittifakın bozulmasıdır. Böylesi bir değişim durumunda (Şayet iç ve dış faktörlerin baskısı altında söz konusu ittifak şu ya da bu biçimde gerçekleşirse), faşist rejimin aynı bugünkü gibi devam edemeyeceği ve bir çözülme sürecine gireceği açıktır.[7] Aslında tam da bu yüzden Bahçeli bir kez daha tehditler savuruyor; “Cumhur İttifakı Türk milletinin ruh köküdür ve kararlılıkla yoluna devam edecektir” diyerek “yumuşama”/“normalleşme” kavramlarını küfür sayıyor. Hatırlanacağı üzere 31 Mart 2019 Mart seçimlerinin ardından Erdoğan “Türkiye İttifakı” konusunu gündeme getirmiş ve kısa da olsa benzeri tartışmalar yaşanmıştı. Bahçeli ise “Türkiye İttifakı’ndan bahsetmek kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır… Bizim bildiğimiz Cumhur İttifakı’dır. İnandığımız milli birlik ve beraberliktir. Amacımız milli bekayı sonsuza kadar yaşatmaktır” demişti. Aynı günlerde Kılıçdaroğlu Ankara Çubuk’ta saldırıya uğramış ve siyasal gerilim alabildiğine tırmandırılarak “Türkiye İttifakı” tartışmaları bitirilmişti. Elbette bugünkü koşullar birebir aynı değil. İçişleri Bakanlığındaki gelişmelerin ve Sinan Ateş cinayeti örneğinin de sergilediği üzere son zamanlarda rejim içindeki çatlaklar genişlemiş durumda. Fakat bu rejimi var eden ve yukarıda sıraladığımız üç ana husus olduğu yerde duruyor. Diğer taraftan Filistin’de soykırım uygulayan İsrail’in Lübnan savaşına hazırlandığı ve Ortadoğu savaşının İran’ı da içine alarak genişleme sinyalleri verdiği kaotik koşullar, çürüyüp lime lime dökülen bu rejime taze nefes üfleyebilir.

On beş: Bir konunun altını daha çizmek gerekiyor: CHP’nin, Mehmet Şimşek’in ulusal ve uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda uyguladığı kemer sıkma programıyla bir sorunu yoktur. Geçtiğimiz günlerde bir burjuva iktisatçı, yüksek faize para yatıran uluslararası sermaye temsilcilerinin “erken seçim” tartışmalarından ürktüğünü dile getiriyordu. Bu yüzden CHP, rejimi sert bir şekilde sıkıştırmak yerine “ılımlı” bir çizgi izlemektedir. Fakat bu programın toplumda doğuracağı tepkinin hedefi de olmak istememekte ve hatta mücadeleci bir görünüm çizmeye çalışmaktadır. Mitingler yaparak veya kemer sıkma programında kimi saldırıların törpülenmesini rejim bakanlarına ileterek mücadele ediyormuş havası yaratmakta ve aslında kitlelerin tepkisini yumuşatmaktadır. Emekçilerin boğazını daha fazla sıkacak olan saldırı programına karşı “talep ileterek” veya “normalleşme” söylemiyle rejimi normalleştirerek mücadele edilemez. Bu durum da gösteriyor ki burjuva muhalefetinden rejime karşı kapsamlı, tutarlı ve kararlı bir demokratik mücadele beklenemez. Rejime karşı tutarlı ve kararlı demokrasi mücadelesini yalnızca sosyalist hareket öncülüğünde örgütlü işçi sınıfı, emekçiler verebilir.

On altı: Tarihsel olarak tıkanmış kapitalizm kriz üstüne kriz üretirken, Üçüncü Dünya Savaşında emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelme olasılığı artarken ve insanlığın üzerinde nükleer silahların gölgesi dolaşırken dünya sosyalist hareketi örgütsüz ve dağınıktır. İletişimin bu denli geliştiği, dünyanın bu denli birbirine bağlandığı tarihsel şartlarda sosyalist örgütlenmelerin birbirinden kopuk olmasının temel nedeni, 1900’lerin başlarında olduğu gibi dünya sosyalist hareketini tek bayrak altında toplayacak bir gücün/otoritenin olmamasıdır. Ulusal ve uluslararası alanda oluşan otorite boşluğunda sosyalist örgütlenmeler içe kapanıyor, birer sekte-tarikata dönüşüyor, “en iyi olan biziz”, “en doğru tespitleri biz yapıyoruz” ayinleriyle tatmin oluyorlar. Oysa insanlığın üzerinde dolaşan kapitalizmin kara bulutlarını dağıtmak, emperyalist savaşı durdurmak, nükleer silah tehlikesini bertaraf etmek, soykırımcı İsrail’den hesap sormak ve olası yeni soykırımların önüne geçmek için sosyalist hareketin içinde bulunduğu öldürücü sarmaldan çıkması gerekiyor. Eksik olan dünya emekçilerinin mücadelesi değil; eksik olan işçi sınıfına, ayağa kalkan emekçilerin ve gençlerin mücadelesine önderlik edecek devrimci bir liderliktir. Özellikle 2000 yılından bu tarafa dünya isyan dalgalarıyla, ayağa kalkan emekçilerin yarattığı devrimci durumlarla sarsılıyor. İşte bir kez daha Arjantin’den Kenya’ya emekçiler kemer sıkma programına, yoksulluğa, özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına karşı ayağa kalkıyorlar. Özellikle Batı ülkelerinde her hafta yüz binler meydanlara çıkarak İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırımı lanetliyor ve savaşa karşı çıkıyor. Din, dil, ulus ayrımlarını aşarak hak ve özgürlükleri savunan, insanlığın ilerici değerlerini sahiplenen, “evrensel insan” olma bilinciyle savaşa ve soykırıma karşı duran emekçilerin mücadelesi umudu büyütüyor.[8]

A Chaotic World, an Uncertain Future: Where’s the Way Out?

Mundo Caótico, Futuro Incierto: ¿Dónde Está la Salida?

[1] Bkz, Utku Kızılok, https://gelecekbizim.net/burjuva-zirvelerde-firtina-korkusu/

[2] Politico dergisi, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın Ukrayna yönetimine “Batı silahlarını her yerde, Rus topraklarının derinliklerinde de kullanabilirsiniz” dediğini yazdı.

[3] Fransız Marine Le Pen’i ve onun Ulusal Birlik Partisini faşist değil de aşırı sağcı olarak tanımlamak eşyayı adıyla çağırmamak olur. Aşırı sağ olarak adlandırılan partiler özde ve gerçekte faşisttirler. Faşist demek yerine “aşırı” denerek gerçekliğin/olgunun üzeri örtülüyor. Üstelik burjuva düzenin merkezinde yer alan geleneksel sağ partiler de giderek daha fazla sağcılaşmakta ve kimi noktalarda faşist partiler ile aralarındaki sınır çizgisi kaybolmaktadır. Kuşkusuz bu, geleneksel sağ partilerin faşistleştiği anlamına gelmiyor. Mesela ABD’de Cumhuriyetçi Parti henüz faşist bir parti değildir ancak içindeki faşist güçlerin etkisi hızla artmakta ve faşist bir lider olan Trump partiyi dönüştürmektedir. Aşırı-sağ/faşist partilerin ortaya çıktığı tarihsel koşullar ile geleneksel faşist partilerin ortaya çıktığı koşullar da kuşkusuz aynı değildir. Geçmişte Almanya, İtalya, İspanya vb. örneklerde kapitalist düzen ekonomik ve siyasi krizlerle, devrimci durumlarla derinden sarsılmaktaydı. Burjuva siyaseti parçalanmıştı ve düzen krizini olağan yolla aşamıyordu. Ancak sosyalist hareket de bu krize devrimci bir yanıt verip kapitalizmi alaşağı edemiyordu.  Bu kaotik dönemde geleneksel faşist partiler çok daha net ve keskin bir söyleme sahiptiler. Bugünkü faşist hareket ve partiler ise henüz aynı ölçüde keskin bir söyleme sahip değiller. Ancak düzenin çıkışsızlığı ciddi boyutlara geldiğinde, bu partilerin hızla militaristleşmesi ve çok daha keskin bir dil kullanmaları, kudurgan bir milliyetçiliğe ve ırkçılığa başvurmaları kaçınılmaz olacaktır.

[4] Utku Kızılok, İslamofobi ya da Milliyetçilik: Marksizm Ne Diyor?, https://gelecekbizim.net/853-2/

[5] Utku Kızılok, Savaş, Suriyeli Göçmenler ve Milliyetçilik, https://gelecekbizim.net/savas-suriyeli-gocmenler-ve-milliyetcilik/; Gülhan Dildar, Mülteci Sorununda Burjuvazinin İkiyüzlülüğü, https://gelecekbizim.net/multeci-sorununda-burjuvazinin-ikiyuzlulugu/

[6] Kara para aklama, rüşvet ve terörizmin finansmanı nedeniyle gri listeye alınan ve uluslararası sermaye açısından güvenilir bulunmayan Türkiye bu listeden 28 Haziran 2024’te çıkabildi.

[7] İçinden geçtiğimiz bu kaotik dönemde bu rejimin yerine neyin geleceği ise önemlidir ama başka bir tartışmanın konusudur.

[8] Gülhan Dildar, Soykırımcı İsrail’e Karşı Dünya Emekçilerinin Mücadelesi Umudu Büyütüyor, https://gelecekbizim.net/soykirimci-israile-karsi-dunya-emekcilerinin-mucadelesi-umudu-buyutuyor/

Trump Suikastı ve Biden’ın Adaylıktan Çekilmesi: ABD Egemen Sınıfı Bunalımda!

Bugünkü Savaşın Farkını Kavramak

İlgili yazılar