Bir Müzisyenin Öldürülmesi ve Faşist Güç Zehirlenmesi
Gülhan Dildar, 9 Ekim 2022

Ankara’da müzisyen Onur Şener’in katledilmesi, faşizmin insana ve hayata düşmanlığını çarpıcı bir şekilde anlatan Swing Kids filmindeki müziğe tutkulu Arvid’in yaşadıklarını anımsatıyor. Baskı ve zorbalığın hüküm sürdüğü, özgürlüklerin yok edildiği Nazi Almanyası’nda kendilerini Hitler’le özdeşleştiren faşist lümpen kesimler, bulundukları her alanda birer Hitler kopyası gibi davranıyorlardı. Canlarının istediğini yapmaktan, dilediklerine saldırmaktan ve hatta öldürmekten çekinmiyorlardı. Nasıl olsa tüm güç ve iktidarı elinde bulunduran faşist rejim arkalarındaydı ve dilediklerini yapmakta serbestlerdi. Faşist rejimden aldıkları güçle nobranlıkta, zalimlikte sınır tanımıyorlardı.

Müziğe tutkulu bir genç olan Arvid’in dinlediği caz sanatçılarının müzikleri Naziler tarafından “Zenci, Yahudi” müziği ilan edilerek yasaklanmıştı. Arvid elinde yasaklı bir müzik plağı ile yürürken Hitler Gençliği tarafından yolu kesilir ve “Zenci, Yahudi aşığı” denerek öldüresiye dövülür. Bir daha gitar tutamaması için parmakları kırılır acımasızca… Arvid için yaşam pınarının kurutulması olan bu düşmanlığı yapan ise bir zamanlar kendisi gibi Swing müziği dinleyip, dans eden bir tanıdığıdır ama artık o Hitler Gençliğinin bir ferdi olarak karşı saftadır! Ancak lümpen faşist sürüleri Arvid’in içindeki ateşi söndüremez, Arvid iyileştikten sonra iki parmağıyla da olsa yeniden gitar çalmaya başlar. Bir akşam arkadaşlarıyla birlikte müzik kulübünde sahne aldığı sırada Nazi hava kuvvetlerinden subaylar, bir Alman şarkısı çalmasını isterler. Elbette Arvid çalmayı reddeder. Bu sadece bir şarkı isteğini reddetmek olarak düşünülmemeli. Artık yaşananlara, yakınındaki arkadaşları dâhil toplumun genel olarak sessiz kalmasına tahammülü kalmamıştır Arvid’in. Sırtını faşist rejime dayayanların ve güç zehirlenmesi yaşayanların her istediklerini yapamayacaklarını, sessizliğin faşist güçlerin işini daha da kolaylaştırdığını gösterme ve faşist baskıya “artık yeter” deme isteğidir bu. Arvid kıyımlara, baskı ve zorbalığa, haksızlığa olan öfkesini şöyle haykırır: “Avusturyalıları öldürüyoruz. Sırada Çekler ve Polonyalılar var. Çingeneler ve Yahudilerden bahsetmeye gerek bile yok. Lafı bile olmaz. Bizzat siz yapmıyorsunuz diye bunun bir parçası olmadığınızı mı sanıyorsunuz! … Biri moralinizi düzeltmeli ama ben olmayacağım.” Arvid birileri tarafından öldürülmedi ancak faşist rejim tarafından yaratılan toplumsal atmosferde nefessiz bırakılarak intihara sürüklendi.

O dönemde faşist rejimin tabanı haline gelen, sorgulamayan, itaatkâr Hitler gençliği iktidarın nimetlerinden faydalanabiliyor, tatil gibi çeşitli olanaklara sahip olabiliyordu. Bu durum bir kitle psikolojisi yaratıyordu. Toplumda çelişkiler derinleşiyordu. Alman faşizmindeki toplumsal doku bozulması durumunu bugün Türkiye’de de gündelik yaşamın çeşitli alanlarında, türlü biçimlerde görüyoruz. Sırtını faşist iktidara dayayanlar tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi kendilerini küçük birer “Reis” olarak hissediyorlar ve istedikleri her şeyi elde edebilecekleri ruh hali içerisindeler. Onur Şener’in kendisinden isteneni reddetmesi üzerine devlet kurumlarında çalışan kişilerce öldürülmesi de bu durumu ortaya koyan son örneklerdendir.

Esasında genel olarak devlet kurumlarında çalışanlarda, hele bir de daha üst bürokraside vs. çalışıyorsa, devlet otoritesini arkasına alma ve onunla özdeşleşme durumu oluşur. “Ben devletim” özdeşliği kurulur. Kişide büyüklük hastalığı gelişir. Faşist iktidarlar altında ise bu özdeşlik ve güç zehirlenmesi adeta bir üst aşamaya evrilerek yaşanır. Mesela “Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte özdeşlik bu kez onunla kurulmaya başlandı. Umutsuz kitleler kendilerini Führer ile bir hissetmeye, hayalinde kendini onun yerine koymaya ve onun özelliklerini yansıtmaya başladılar. Her Nazi kendisini «küçük» bir Hitler olarak hissetmekteydi. Bu özdeşleşme eğilimi, güya «Alman ulusunun büyüklüğünden» ileri geliyor ve ulusal kendini beğenmişliğin bir ifadesi sayılıyordu. Gerici küçük-burjuva kendini Führer’de ve otoriter devlette keşfediyor, bu özdeşleşmeye dayanarak kendini «ulusallığın», ulusun savunucusu olarak duyumsuyordu.

“Ne yazık ki liderle özdeşleşme bugün de kitlelerde yansımasını bulan bir psikoloji. Bugün sokakta, işyerlerinde kişiler sanki tepedekinin bir kopyası halini almakta. Meselâ bir genel müdürün kendisine bağlı çalışan müdürlere kurmaylarım şeklinde hitap etmesi, Erdoğan’ın «bakanlarım, valilerim» vs. hitabının örnek alınması, içinden geçtiğimiz gerici atmosferin, insanların tepedekini nasıl takip ettiğinin, toplumun psikolojisinin nasıl belirlendiğinin bir göstergesidir.”[1]

Mart 2017’de kaleme alınan Faşizm ve Kitle Psikolojisiyazısında yer alan bu satırların üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçti. Bu süreçte zihinsel bir dağınıklık yaşayan faşist rejim kendi iç kenetlenmesinde bir çözülme ve taban desteğinde zayıflama yaşasa da durum toplumsal değerler, kitle psikolojisi açısından vahim boyutlardadır. Faşist rejim çürüdükçe toplumun da dokusunu bozuyor. Yalan, dolan, hırsızlık, yolsuzluk, gasp, üçkâğıtçılık, riyakârlık… Keza devlet kurumlarına yerleştirilen kadroların da liyakatsizlikleri bir yana ahlâki, sosyal pek çok açıdan her geçen gün daha da çürümekte olduğunu ve her yandan lime lime döküldüğünü görmekteyiz. Her gün yeni bir örnekle karşı karşıya kalıyoruz… Karısını öldüren ve ardından intihar eden Adalet Bakanlığı Destek Hizmetleri Dairesi Başkanı için HSK’nın –karısını öldüren bir psikopat değil de kaza sonucu ölen biriymiş gibi– resmi sitesinden taziye mesajı yayınlaması… Diyarbakır’da Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesinde kötü yemek çıkmasını protesto eden sağlık çalışanlarına hastaneye yemek veren şirketten birinin ateş açması, 2008’de AKP Gaziantep Merkez Şehitkâmil İlçe Başkanı olan Avukat Hüseyin Çolak’ın trafikte tartıştığı kişiyi silahıyla vurmasına rağmen daha sonra Kilis’te cumhuriyet savcısı olarak atanması… Liste uzayıp gidiyor.

Arka arkaya yaşanan her bir olay ülkedeki toplumsal yaşamın, kitle psikolojisinin vahim boyutlarda zarar gördüğünü gözler önüne sermektedir. Faşist iktidarla küçük-büyük fark etmeksizin bir çıkarı olanlar istedikleri gibi davranmakta özgür olduklarını hissediyorlar. Rejim tepeden tırnağa çürümüş durumdadır ve bu çürümenin toplumdaki olumsuz etkilerini her geçen gün daha fazla görmekteyiz. Bu durum dindarı seküleri, Kürdü Türkü, Alevisi Sünnisi toplumun pek çok kesimi tarafından görülmekte ve faşist iktidara tepki birikmektedir. Fakat toplumun çoğunluğu muhalif pozisyona geçmesine rağmen, ne yazık ki oluşan tepki henüz örgütlü bir güce dönüşemiyor ve bu da kitleleri pasif bir konuma itiyor. Elbette bu beklemeci durum burjuva muhalefetin “provokasyona gelmeyeceğiz, sokağa çıkmayacağız” söyleminde vücut bulan pasif politikalarıyla da beslenmektedir. Dolayısıyla toplumda bir itilim yaratacak ve değişimin önünü açacak enerji hâlihazırda açığa çıkmamaktadır. Rejim, konserleri ve festivalleri bile yasaklayarak kitlelerin moral bulmasını, ortak bir duygu birliğinin oluşmasını ve kendi güçlerinin farkına varmasını engellemeye çalışıyor. Yani her alanda korku iklimini daha da koyulaştırarak emekçi kitlelerin tepkisini bastırmayı hedefliyor. Bunun farkında olmak, insanların karamsarlığa sürüklenmesine izin vermemek, umudu büyütecek hareket tarzını yoğunlaştırmak büyük önem arz ediyor. Emeğin örgütlü cephesinin büyümesi ise emekçi kitlelerdeki umudu daha da büyütecektir. 


[1] Gülhan Dildar, Faşizm ve Kitle Psikolojisi

İlgili yazılar