Amerika’da Siyah Öfkenin Tarihinden Yansıyanlar
Gülhan Dildar, 1 Şubat 2015

Ağustos ayında 18 yaşındaki Michael Brown adlı siyah bir gencin polis kurşunlarıyla infaz edilmesinin ardından Amerika’da isyan patladı. Siyahların katledilmesi, bir kez daha burjuva egemenlerin siyahlara karşı yürüttüğü ırkçı politikaların son bulmadığını gösterdi. 18 yaşındaki gencin beyaz polisler tarafından katledilmesi ne yazık ki ne ilk ne de son vaka oldu. Amerikan egemen sınıfının ırkçı zihniyeti, polise verilen yetkilerde ve gerçekleştirilen katliamlar sonrasında polislerin aklanmasında da yansımasını buluyor. Lakin siyahlar kendilerine yönelik yürütülen bu ırkçı politikalar karşısında sessiz kalmayacaklarını “adalet yoksa barış da yok” sloganıyla haykırıyorlar. Geçmişten bugüne her türlü haksızlığa, aşağılanmaya maruz kalan, sefalete itilen yoksul siyah emekçiler, eşitlik ve özgürlük çığlıklarını ABD’nin dört bir yanında yükseltiyor ve tüm işçi ve emekçileri ırkçılığa karşı mücadeleye çağırıyorlar. Siyah öfke, yalnızca ırk ayrımına karşı değil, aynı zamanda sınıf ayrımcılığına ve yoksulluğa karşı da yükseliyor.

Yüzlerce yıl köle olarak kullanılan, insan yerine konmayan siyahların öfkesi, ABD’de ilk kez bugün ortaya çıkmış değil. ABD tarihi, siyahların önemli mücadelelerine tanıklık etti. Siyahlar yüzyıllardır özgürlük ve eşitlik mücadelelerini sürdürüyorlar. Kimi zaman başkaldırıları ezilse de bugünkü anayasal haklarını dahi ancak bu mücadeleler sayesinde kazanabilmişlerdir. Ancak yasal birtakım haklar kâğıt üzerinde elde edilmiş olsa bile son günlerde gerçekleştirilen infazların da acı bir şekilde somutladığı üzere, ırkçılık hâlâ devam ediyor. Tıpkı ABD’deki siyah hareketin önemli liderlerinden Malcolm-X’in “ırkçılığın olmadığı bir kapitalizme sahip olamazsınız” dediği gibi, kapitalist düzen var olduğu sürece ırkçılığın da var olacağı aşikârdır. O Amerikan kapitalizmi ki, yerlilerin neredeyse yok edilmeleri, kölecilik ve ırkçılık üzerinde yükselmiştir.

Amerika’da kölelik

15. yüzyılda “Yeni Dünya” denen Amerika’nın keşfiyle birlikte, Batılı sömürgeciler için inanılmaz bir işgücü gereksinimi doğmuştu. Bu ihtiyaçlarını gidermek üzere Avrupalı beyaz egemenler (İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar, İngilizler) Afrika’ya yöneldiler. Afrikalıları kendi topraklarından, ailelerinden, çocuklarından zorla kopartarak, el ve ayaklarından zincirleyerek, kimi zaman hayvanlarla birlikte aynı yere kapatarak, gemilerle Amerika’ya getirdiler. 400 yıl boyunca 15 milyon Afrikalı köle ticaretine maruz kaldı. Bir kısmı ya yolda ya da karaya ayak bastıktan kısa bir süre sonra hastalıklardan dolayı öldü. Bu yüzden köle taşıyan gemiler “Tumberio” yani “ölü taşıyıcıları” olarak adlandırılmıştı.

Siyahlar kimi zaman daha gemilerde taşınırken isyan çıkarıyor ve özgürlüklerine kavuşmanın yollarını arıyorlardı. Tarih, Amerika’ya ayak basan siyahların onlarca ayaklanmasına tanıklık etti. Ancak bu dağınık isyanlar köleliği kaldıramadı. 1775-1783 yılları arasında İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen mücadeleyle Amerika’nın bağımsızlığını kazanması sonrasında da siyahlar için değişen bir şey olmadı. Çünkü bu bağımsızlık savaşı burjuva egemenliği yıkmadı, sadece efendiyi değiştirdi. 1800’lü yıllara gelindiğinde siyahlar üzerindeki vahşet giderek katmerleşiyordu. Siyahların önünde artık iki seçenek duruyordu: Köle olarak yaşamak ya da özgürlük için savaşmak! Siyahlar bu temelde 1850-1860 yılları arasında pek çok direniş gerçekleştirdiler. Ancak bu kez siyahlar, kölesi oldukları beyazlara karşı silahla direniyorlardı. Bu yıllar Amerikan İç Savaşı’nın da habercisiydi.

1850’li yıllarda, ABD’nin güney bölgeleri geniş çiftliklerin olduğu tarıma dayalı bir ekonomiye sahipken, kuzeyde sanayileşme hız kazanmıştı. Dolayısıyla güneyde çiftlik sahipleri tarımın yapıldığı geniş topraklarda işgücünü siyah kölelerden karşılarken, kapitalist sanayi üretiminin egemen olduğu kuzeyde serbest işgücü için kölelik ortadan kaldırılmıştı. Özgür işgücüne ihtiyaç duyan Kuzeyli burjuvazinin de desteğiyle 1860’ta Abraham Lincoln, köleliği kaldıracağı vaadiyle başkan seçildi. Ancak köleliğin kaldırılmasını kendileri için bir tehdit olarak gören Güneyli eyaletler, Washington yönetiminden bağımsızlıklarını ilan edince 1861’de iç savaş başladı. 1865 yılına kadar süren bu savaşta siyahlar, kuzeylilerle birlikte kendi efendilerine karşı savaştılar. Bu savaş sonrasında kölelik resmen ortadan kaldırıldı. Köleliğin yasaklanması kuzeyli işçilerin kendilerini sömüren burjuva sınıfla eşit olmadıklarını görmeleri ve siyahların yüzlerce yıldır yaşadıkları acının bir nebze son bulması açısından önemliydi. Kölelik kalkmış ve siyahlar özgürleşmişlerdi. Ancak ırkçılık olduğu yerde duruyordu.

İç Savaş’ın son bulmasının ardından özgürlüklerine kavuşan siyahlar, sekiz yıl gibi kısa bir süre boyunca beyaz işçi-emekçilerle kardeşleştiler. Siyahlar, o güne kadar egemenler tarafından oluşturulan pek çok önyargıyı beyaz emekçiler nezdinde kırdılar. Birlikte yaşamaya ve çalışmaya başladılar, çocuklarını aynı okullara gönderdiler. Fakat ne yazık ki siyahlar elde ettikleri hakların anayasanın güvencesi altında olduğu yanılsamasını yaşıyorlardı. Güvence olarak düşündükleri, burjuva sınıfın oluşturduğu bir anayasaydı. Elde edilen kazanımların bir gün ellerinden alınabileceğini ve yarattıkları yaşamın bozulabileceğini düşünmüyorlardı. Ancak çok geçmeden yanıldıklarını acı deneyimlerle gördüler. Howard Fast’ın “Hürriyet Yolu” adlı romanı bu trajediyi çarpıcı bir biçimde örneklemektedir. Yazar, romanda anlatılanların gerçek belgelere dayandığını dile getirdiği sonsöz bölümünde, aynı zamanda Amerikan egemen sınıfının, bu sekiz yıllık kardeşleşme dönemini emekçilerin hafızasından nasıl sildiğini de aktarıyor.

Siyah ve beyaz yoksul işçilerin-emekçilerin birliğini kendileri için tehdit olarak gören bir dönemin köle sahipleri; ellerinden alınan statülerini geri kazanmak, aşağı ırk olarak gördükleri siyahların elde ettikleri hakları geri almak, beyaz emekçileri siyahlara karşı kışkırtarak ırkçılık yoluyla sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmek için gizli örgütlenmelere giriştiler. Ku Klux Klan gibi gizli örgütlerin tertipleriyle siyahlara yeniden ırkçı bir vahşet yaşatılıyordu. Irkçı tertiplerle siyahlar kıyımdan geçiriliyor, korkutulup evlerinden sürülüyor ve beyaz emekçilerle kurdukları sıcak ilişkileri sonlandırılıyordu. Bu ırkçı örgütün gözünde siyahlarla birlik olan beyazların da bir farkı yoktu. Benzer vahşetten siyahlarla birlik olan beyaz yoksullar da nasibini alıyordu. Siyahlar artık beyazlarla aynı okullara gidemiyor, ulaşımdan eşit bir şekilde yararlanamıyor, trenlerde, otobüslerde, lokantalarda yalnızca siyahlar için ayrılan bölümleri kullanabiliyor, sokak ortasında saldırılara maruz kalıyorlardı.

Siyahların mücadelesi yükseliyor

Kölelikten kurtulan siyahlar, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından daha fazla kentleşmeye ve işçileşmeye başladılar. Uzun yıllar boyunca dağınık ve bölgesel yürüyen siyah hareket, 1900’lü yılların ortalarında artık daha örgütlü hale gelmeye ve güçlenmeye başladı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, ulusal kurtuluş mücadelelerindeki yükseliş ve özellikle 1960’larla birlikte dünya işçi sınıfı hareketinin ivme kazanması ABD’yi de etkisi altına aldı. Bu politik süreçten motive olan siyah işçi ve emekçiler de artık ayrımcı, ırkçı yasalara karşı örgütlü eylemler gerçekleştirmeye başladılar. 1955’te başlayan ve 381 gün süren “otobüs boykotu” siyahların ilk örgütlü eylemiydi. Montgomery’de siyah bir kadın, otobüste ayakta kalan beyazlara yer vermeyi reddetmesi üzerine tutuklandı. Bu olaydan dolayı otobüs boykotu ABD’nin genelinde yankı buldu. 381 gün boyunca siyahlar otobüslere binmeyi reddetti ve işlerine bisikletlerle ya da yürüyerek gidip döndüler. Siyahların sadece otobüslerin arkasında ayrılan yerlerde oturmalarını ve arka kapıdan binmelerini, bir beyazın ayakta kalması durumunda ise ona yer verilmesini dayatan ırkçı uygulamaya, bu boykot sonrasında son verildi.

Otobüs boykotunu örgütleyen Martin Luther King, boykot sonrasında siyah hareketin liderliğini yürüttü ve ülke çapında ayrımcı yasalara karşı mücadele verdi. Aynı zamanda papaz olan King’in önderliğinde daha çok pasifist eylemler gerçekleştiriliyor ve sınıf uzlaşmacı bir politika yürütülüyordu. King, Mahatma Gandhi’yi örnek alıyor, şiddete dayanmayan sivil itaatsizlik eylemlerinin örgütleyicisi oluyordu. King, 1963’te “İş ve Özgürlük için Washington’a Yürüyüş” sırasında yaptığı ünlü “Bir Hayalim Var” konuşmasında şöyle diyordu: “Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” King, burjuvaziden eşit yurttaşlık hakları talep ederken, siyah bir Müslüman din adamı olan Malcolm-X, sosyalist söylemli daha radikal görüşler ileri sürüyordu. 1960’ların başından itibaren silahlı savunma çağrısı yapan ve siyahlara ait bağımsız bir “Siyah Cumhuriyeti” kurulması düşüncesini savunan Malcolm-X, milyonlarca siyah tarafından destek gördü. Siyah hareket, “Bağımsızlık ve Özgürlük” talebiyle burjuva sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Malcolm-X aynı zamanda sınıfsal ayrımı da ortaya koyuyordu. Malcolm-X 1965’te, Martin Luther King ise 1968’te öldürüldüler. Her iki ölümde de, açığa çıkmış belgeler olmasa da FBI parmağı olduğu açıktır. Radikalleşen siyah hareket, Malcolm-X’in öldürülmesinin ardından güç kaybetse de Kara Panterler hareketiyle birlikte tekrar toparlanmaya ve güç kazanmaya başladı.

Kara Panterler’in mücadelesi ve çıkan dersler

Kara Panterler Partisi, Malcolm-X’in yanı sıra Lenin ve Mao’dan etkilenen üniversite öğrencilerinin yaygınlaştığı bir dönemde ortaya çıktı. Kara Panterler, yüzyıllar boyunca dağınık ve örgütsüz olan siyah hareketi, siyahları beyazların baskıları karşısında koruyabilen, gerektiğinde kendilerini silahla savunabilen bir partiye kavuşturmayı amaçlıyordu. İşte bu parti, 1966’da, Öz-Savunma için Kara Panterler Partisi adıyla Bobby Seale ve Huey Newton’ın öncülüğünde kuruldu. 20’li yaşlardaki üniversite öğrencilerinin çevresinde genişleyen bu örgütlenme daha sonra Kara Panterler Partisi (KPP) adını aldı. 15 kişilik bir grupla mücadeleye başlayan Kara Panterler, dört yıl içerisinde ABD’nin her tarafında örgütlenmeye başladılar ve üye sayılarını on binlere çıkardılar.

Kara Panterler’in yükselttiği talepler halkta geniş yankı uyandırdı. Kara Panterler, 1968’de dünyada esen devrimci rüzgârın da etkisiyle özgürlük ve isyan bayrağını daha da yükselttiler. Siyahlara ve diğer ezilen halklara özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakkı talep ettiler. İşsizliğe ve sefalet koşullarına itilen siyahlar, özgürlük talebinin yanı sıra insanca barınma koşullarının sağlanacağı konutlar, iş, siyahların kendi tarihlerini öğrenebilecekleri bir eğitim sistemi, siyah erkeklerin askerlikten muaf kılınması, polis vahşetinin ve siyahların katledilmesinin sonlandırılması taleplerini yükselttiler. Kara Panterler hareketi sadece siyahlar arasında değil, Amerikan yerlileri, Asya kökenli halklardan emekçiler arasında yaygınlaştı ve destek gördü.

Kendisini Marksist olarak niteleyen Kara Panterler önderliği, gerçekte devrimci Marksist özden ve örgütlülük anlayışından uzaktı. Mücadelenin ana unsuru olan işçi sınıfından kopuk bir çizgi izliyordu. Mao’nun “Kızıl Kitap”ının okunmasını ya da okuma yazma bilmeyenler için birkaç kez kitabın tartışılmasını, örgüt üyeliği için şart koşuyorlardı. Hareketin önderleri, Küba ve Çin devrimini örnek alıyor, gerilla taktikleriyle hareket ediyor ve mücadeleyi işçi sınıfı yerine, beyazların baskılarına maruz kalan diğer halklara, etnik gruplara dayandırıyorlardı. Kara Panterler hareketi, gerçekte küçük-burjuva bir hareketti.

Küçük-burjuva bir karaktere sahip olsa da Kara Panterler hareketi, burjuvaziyi zora sokmuştu. Dünyada yükselen devrimci hareket ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de düşünüldüğünde ABD’de burjuvazinin, yükselen örgütlü bir siyah harekete uzun süre izin vermesi beklenemezdi. Mevcut düzeninin bozulmasından korkan burjuvazi, FBI altında oluşturulan COINTELPRO (Karşı İstihbarat Programı) aracılığıyla savaş açtı. Burjuva devlet, Kara Panterler’i “ulusal güvenliği tehdit eden” en büyük örgüt olarak nitelendiriyordu. 1968-69 yılları arasında FBI ve CIA’in COINTELPRO aracılığıyla gerçekleştirdiği operasyonlarda 14 parti yöneticisi katledilirken, yüzlerce militan da ömür boyu hapis cezalarına mahkûm edildi. ABD burjuvazisi, Kara Panterler’e bir yandan açıktan savaş açarken, bir yandan da gizli örgütleri aracılığıyla örgüt içerisinde karışıklık yaratmaya çalıştı. Devletin siyah hareketi geri püskürtmek ve kontrol altına almak için kullandığı diğer yöntem ise uyuşturucuydu.

Ağır devlet terörüne maruz kalan Kara Panterler, dünyada yükselen devrimci dalganın geri çekilmesiyle birlikte daha da güç kaybettiler. Bugün bile hâlâ siyah gençler içinde bir efsane olarak yaşayan Kara Panterler’in burjuvazi karşısındaki yenilgisinden çıkartılması gereken ciddi dersler var. Devrimci Marksist temellerde sağlam bir örgütlülüğün olmaması koşularında,  ciddi halk desteğine sahip olsa da burjuvazi ile girilen savaş yenilgiyle sonlanmaktadır. Kara Panterler Partisi’nin küçük-burjuva karakteri ve bu temele dayanan politikaları, yüzlerce militanın kaybedilmesi gibi acı ve ağır bedeller ödenmesiyle sonuçlanmıştır.

1970’li yılların başında siyahlara çeşitli haklar tanınmış olsa da Kara Panterler’in yenilgisiyle birlikte bu kazanımlar kâğıt üstünde kaldı. Hatta yıllar içerisinde ABD’deki siyahların statüleri 1970’li yılların gerisine düştü. Bugün iş yaşamından barınmaya, eğitime kadar pek çok alandaki ayrımcı, ırkçı uygulamalar ve polisin gerçekleştirdiği saldırıların artması da bunu göstermektedir. Polis, yaşının kaç olduğuna bakmadan tüm siyahları “makul şüpheli” olarak görüyor ve hedef alıyor. İşe alınırken beyazlar tercih ediliyor, beyazlara siyahlardan daha fazla ücret ödeniyor. Beyazlarla kıyaslandığında siyahların evsizlik, işsizlik, hatta trafikte durdurulma oranları bile katlamalı olarak daha yüksek. Siyahlar yalnızca ten renklerinden kaynaklı değil, aynı zamanda sınıfsal açıdan da baskıya, sömürüye maruz kalıyor ve beyazlara göre bir kat daha fazla eziliyorlar. Ancak siyahların ırkçılığa maruz kalma düzeyleri sınıfsal konumlarıyla birlikte farklılık gösteriyor. Sorunu en ağır yaşayan siyahlar doğal olarak toplumunun en yoksul kesimleri oluyor. Obama gibi bir siyahın ABD’de devlet başkanı olması yanıltıcı olmamalıdır. Obama, egemen sınıfın bir üyesidir. Siyah bir başkanın varlığı üzerinden de siyahlarla beyazların eşit olduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılmaktadır.

Yüzyıllar boyunca hayvan yerine konan, aşağılanan, kölelikten kurtulmuş olsalar bile kapitalizmin ücretli köleleri haline gelen siyahların gerçek kurtuluşu, ancak kapitalizme karşı siyah-beyaz ayrımı yapmaksızın sınıf temelinde ortak bir mücadeleyle mümkündür. Geçmiş deneyimler de gösteriyor ki, ne köleliğin kaldırılmasıyla sağlanan haklar burjuva demokrasisine güvenilerek kalıcı olabilmiştir, ne de 1960’lardan itibaren yükselen küçük-burjuva örgütlenmelerle ırkçılık ortadan kaldırılabilmiştir. Kara Panterler deneyiminde görüldüğü üzere, sınıf temeline dayanan bir hareket yaratılamadığı sürece yenilgi kaçınılmaz oluyor. Her ne kadar burjuvaziye karşı fedakârca, militan bir mücadele verilmiş bile olsa, bu tek başına yeterli değildir. İşçi sınıfına dayanan, sağlam bir devrimci örgütlülüğe ihtiyaç vardır.

Bugün başta siyahlar olmak üzere tüm ezilenlerin gerçek kurtuluşu ancak kapitalizmin yıkılması ve sınıfsız, sömürüsüz, gerçek barışın sağlandığı bir toplumun yani sosyalist toplumun yolunun açılmasıyla mümkün olabilir. İşte o zaman bir avuç kapitalistin saltanatına son verilecek ve tüm insanlık kurtulacaktır. Bu da ancak burjuvazinin ırkçı, milliyetçi, şovenist kışkırtmalarını boşa çıkartıp siyah-beyaz ayrımı yapmaksızın işçi sınıfı temelinde yürütülecek devrimci bir mücadeleyle mümkün olacaktır.

İlgili yazılar