Savaşın Bedelini Kadınlar Ödüyor
Gülhan Dildar, 26 Ağustos 2015

AKP hükümetinin “çözüm süreci” adı altında Öcalan’la görüşmeler yürüttüğü ve HDP milletvekillerinin Kandil’e gönderildiği yaklaşık üç yıl boyunca bir çatışmasızlık süreci yaşandı. Lakin AKP, bu süreçten umduğunu bulamayınca ve iç ve dış politikalarında köşeye sıkışınca, kutuplaştırma politikasına ve savaş diline dönmeye karar verdi. Erdoğan, 7 Haziran seçimleri yaklaştıkça kullandığı kutuplaştırma dilini daha da keskinleştirdi. Seçim öncesinde onlarca provokasyonun gerçekleştirilmesi ve Erdoğan’ın hayallerini suya düşüren 7 Haziran seçim sonuçları, “sürecin” aynı şekilde yürümeyeceğini göstermişti. HDP’nin baraj engelini aşarak %13’lük bir oyla Meclise 80 milletvekili sokması, AKP açısından tahammül edilebilecek bir durum değildi. Hemen her açılışta AKP için 400 milletvekili isteğini belirten ve başkanlık arzusuyla yanıp tutuşan Erdoğan’ın, anayasal değişikliği sağlayacak sayıda milletvekilini rüyasında bile göremez hale gelmesi, onu ve AKP’yi zıvanadan çıkardı. Seçimlerin hemen akabinde, 8 Haziranda, Yalçın Akdoğan’ın sarf ettiği “HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar” sözleri, aslında “sürecin” çoktan bitirildiğinin ifadesiydi.

Suruç katliamının ardından istediği ortamın oluşmasıyla birlikte AKP, “şiddet eylemlerinin önüne geçmek” bahanesiyle IŞİD’e yönelik operasyonlar adı altında Kürt hareketine karşı savaş başlattı. Bir dönem Kürt “kardeşlerinin” oylarını alabilmek ve iktidarını sağlamlaştırmak için “çözüm süreci”ni başlatan Erdoğan ve AKP’nin planları ters tepince “çözüm süreci” bir anda buzdolabına kaldırıldı. Savaş naraları atmaya başlayan Erdoğan ve AKP kısa süre içerisinde Kürt ve Türk emekçilerini yeniden çatışmalı sürecin içerisine sürüklemiş oldu.

Devlet yıllarca gerek kontrgerilla örgütlenmeleriyle, gerekse resmi kolluk güçleriyle Kürt halkına zulmetti. Yürütülen militarist politikalarla, şovenist argümanlarla askere gönderilen erlerden özel harekât timlerine varıncaya kadar devletin tüm kademelerindeki birimleri şovenizmle, ırkçılıkla zehirlendi. Kürt halkına ve onların çocukları olan gerillalara karşı inanılmaz ve akıl almaz boyutlarda kin ve nefret beslendi. 1990-2000 yılları boyunca Kürt halkına yönelik gerçekleştirilen kirli savaşta tarifsiz acılar yaşandı. Köyler yakılıp yıkıldı, insanlar topraklarından sökülüp atıldı, binlerce “faili meçhul” cinayet işlendi. Özel harekâtçılar katlettikleri gerillalara akıl almaz yöntemlerle işkenceler uyguladılar. Kürt kadın gerillalara silahla tecavüz edecek kadar alçakça girişimlerde bulundular. Bugünlerde de gündeme gelen haberler benzer şekilde tüyler ürpertici. Türk egemen devleti yeniden 90’ların ruhunu hortlatan manzaralar sergiliyor. Son birkaç gündür, askerler ve özel harekâtçılar, işkence yaptıkları cansız ve çıplak gerilla bedenleri önünde fotoğraf çektirip yayınlıyor ve 90’larda kulak koleksiyonu yaptıklarını söyleyen sadist ruhlu devlet güçlerinin yaşattıkları zulmü hatırlatıyorlar.

Kürt kadın gerillaların maruz kaldığı vahşet

10 Ağustosta Varto’da girdiği çatışma sonrasında yaralanan ve özel harekât timlerinin işkence yaparak öldürdükleri kadın gerilla Kevser Eltürk’e yapılanlar kan dondurucu nitelikte. Boynundaki izlerden iple boğulduğu ve sürüklendiği tahmin edilen Eltürk’ün yapılan işkence sonucu bel kemiğinin kırıldığı tespit edildi. İnsanlık onurunu ayaklar altına alan özel harekâtçıların yaptıkları, savaşın kadınlar açısından vahşi boyutlarını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. İşkenceyle katledilen Eltürk’ün cansız bedeni çırılçıplak bir şekilde sokağa atılıyor. Bunu yapanlar, yüzükoyun yerde yatan çıplak bedenin yanı başında, erkek egemen, ırkçı, Kürt düşmanı duygularını tatmin edercesine, zafer kazanmış edalarıyla poz veriyorlar. Çektikleri fotoğrafları sosyal medyada paylaşıp yaptıklarıyla gururlanıyorlar. TC askerinin ve polisinin Kürt kadın gerillalara yaptığı bu insanlıkdışı işkence ile Şengal’de, Suriye’de kadınları köle pazarlarında satan, tecavüzcü IŞİD’in uyguladığı vahşet arasında ne fark var? IŞİD’i barbarlıkla suçlayanların, benzer barbarlığı Türk devletinin de Kürdistan coğrafyasında uyguladığını ve Kürt kadınlarına çektirdiği acıları görmesi gerekir. Kürt halkına “Müslüman din kardeşlerim” diye seslenen Erdoğan’a ve şürekâsına sormak lazım: Bu vahşi muameleler hangi dinde, hangi kitapta yazıyor?

Sergilenen bu vahşet elbette ki insanlıktan nasibini almamış 3-5 özel harekâtçının şahsına münhasır bir vaka değildir. Kürt halkına karşı yaratılan kin ve nefret tohumları uzun yıllar öncesinde ekildi bu topraklara. Yaşananlar, Türk egemenlerinin ve devletinin 150 yılı aşkın süredir Kürt halkını yok sayan, inkârcı, imhacı, asimilasyoncu politikalarının bir ürünüdür. Yıllarca “Kürt diye bir şey yoktur” diyen zihniyetin temsilcileri, Kürt özgürlük hareketinin ulusal ve uluslararası arenada kazandığı güç nedeniyle yaklaşık üç yıllık bir dönem boyunca Kürtlerle masaya oturmak zorunda kaldılar. Fakat bu süreçte de bilinçaltlarındaki şovenist fikirlerden arınmadılar. Zaten riyakârlıkta sınır tanımayan burjuva siyasetçilerinden de samimiyet ve halkların kardeşliği için çaba sarf etmeleri beklenemez.

Devletin tepeden tırnağa tüm birimlerinin iliklerine kadar işleyen milliyetçi, ırkçı ideoloji, Muş Valiliğinin açıklamasında da görülüyor. Kevser Eltürk’e yapılan vahşetin hesabının sorulması için ailesinin suç duyurusunda bulunması ve halkın protestoları sonucunda, Muş Valiliği bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Ancak Valilik yaptığı açıklamada bu alçakça işkenceyi zerrece sorun etmiyor ve sadece fotoğrafları çekip yayınlayanlar hakkında soruşturma başlatılacağını beyan ediyor: “10.08.2015 tarihinde İlimiz Varto İlçesi kırsalında güvenlik güçlerimiz ile girdiği çatışma neticesi etkisiz hale getirilen PKK terör örgütü mensubu bayana ait bazı görüntülerin sosyal paylaşım sitelerinde yayınlandığı tespit edilmiştir. Kamuoyu ve Valiliğimizce kabul edilemeyecek şekildeki bu görüntüleri çeken, yayınlayan ve sosyal medyaya servis eden kişi veya kişiler hakkında adli ve idari soruşturma başlatılmıştır.”

Yeri geldiğinde namus ve ahlâk bekçisi kesilen AKP ve yandaş medyası, gerilla naaşlarının çırılçıplak sergilenmesi konusunda sessiz kaldı, görmezden geldi. Savaş suçu sayılan bu vahşi uygulamaları daha ne kadar görmezden geleceklerini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Gerek Türkiye’de, gerekse savaşın uzun zamandan beri sürdüğü Ortadoğu coğrafyasında, özellikle kadınlara uygulanan işkence ve kötü muamele, savaşın sistematik bir aracı olarak kullanılıyor.

Savaş vahşetini en çok kadınlar yaşıyor. Acı haberlerle yürekleri dağlanan, gencecik fidanlarını toprağa gömen, feryat eden, ağıtlar yakan kadınlar… Köle pazarlarında satılan, tecavüze uğrayan, cansız bedenleri çırılçıplak sergilenenler kadınlar… Savaştan dolayı yurtlarını terk edip kaçmak zorunda kalan ama gittikleri ülkelerde hayat savaşı vermek zorunda kalan; tanımadıkları erkeklerle ikinci hatta üçüncü eş olarak evlenen ya da fuhşa sürüklenen Suriyeli kadınlar… Libya’dan, Kenya’dan, Zimbabwe’den ve daha pek çok ülkeden savaştan, yoksulluktan kurtulma umuduyla ölüm botlarıyla karanlık sulara açılan Afrikalı kadınlar…

Aileler artık cenazelerini sessiz sedasız karşılamıyor

Türkiye son haftalarda tam bir “kaos” ortamına sürüklenmiş durumda. Acı ölüm haberleri Kürt ve Türk emekçi ailelerinin ocağına ateş gibi düşüyor. Türkiye’nin dört bir yanında gözü yaşlı anaların, babaların, kardeşlerin yürekleri dağlayan feryatları yükseliyor. Bu feryatlara kulaklarını kapatan, yürekleri taşlaşan AKP, ölen asker sayısı arttıkça oylarının artacağı hesabını yapıyor. Acılı yoksul emekçiler, anketlerle halkın nabzını ölçen ve önlerine konan sonuçlara göre politikalarını belirleyen Erdoğan ve şürekâsının zerre kadar umurunda değil. Seçim öncesinde açılışlar adı altında meydanlarda boy gösteren Erdoğan, son günlerde asker cenazelerini seçim mitinglerine çeviriyor adeta. Acılı baba oğlunun tabutu önünde diz çöküp ağıtlar yakarken, Erdoğan utanmadan sıkılmadan elinde mikrofon cemaatin karşısına geçiyor, asker tabutunu kürsü olarak kullanıyor, seçim propagandası yaparcasına nutuklar atıyor. Erdoğan, aileyi riyakârca teselli ederken de, “ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına” diyor. Her yan savaş cehennemine dönüp, gelen ölüm haberleri arttıkça oy oranlarının artacağını hesap eden Erdoğan, mutlu olsa gerek. Ahmet Davutoğlu “evlatlarımızı feda etmeye hazırız” demişti. Enerji Bakanı Taner Yıldız, “Benim amacım Allah nasip ederse şehit olmaktır” dedi. AKP’li siyasetçilerin hayasızca açıklamaları saymakla bitmiyor. Bu ne riyakârlık, bu ne pişkinlik? Günlerdir yaşanan çatışmalarda egemen sınıftan bir tek kişinin burnu kanamış mı sormak lazım. Şehit olmak istediğini söyleyen Yıldız, konforlu koltuğunda açıklamalar yaparken ya da milyon dolarlık zırhlı aracında seyahat ederken mi şehit olacağını düşünüyor acaba? Madem “şehitlik mertebesine” kavuşmak istiyorlar, o halde neden binlerce gencin gönderildiği bu savaşa onlar da gitmiyorlar?

İşte tüm bu soruları artık emekçi aileler sormaya başladılar. AKP ve Türk devleti bugün her ne kadar yeniden 90’lı yılların kirli savaş yöntemlerini devreye sokmaya ve toplumda milliyetçiliği, ırkçılığı kışkırtmaya çalışsa da, bu köhnemiş politikaları eskisi kadar sökmüyor. Son dönemde aileler, gencecik çocuklarını savaşa sürükleyen AKP’nin oynadığı kanlı oyunun farkına varıyor ve tepkilerini yükseltiyorlar. Asker cenazelerinde yükselen feryatlardan birkaç örnek verelim:

Asker cenazesine katılan ve oğlu askerde olan bir anne şöyle feryat ediyor; “Yazık bu delikanlılara. Pisipisine gidiyorlar. Her gün bekliyorum sıra bana ne zaman gelecek? Yeter, yeter bir çaresini bulsunlar artık. Günah bu anaların doğurduklarına. Büyüt, besle, okut, bir kör kurşunla devirsinler. Yazık, böyle vatan olmaz olsun! Çocuğuma bir şey olursa hakkını helal etmiyorum bu vatana. Vatan sağ olmasın! Biz neler çektik onları büyütene kadar. Yazıklar olsun böyle vatana da, böyle başbakana da, böyle cumhurbaşkanına da… Kendi çocuklarını göndersinler. Sıkıyorsa kendi çocuklarını göndersinler. Bir gün çocuğuma bir şey olursa, bu vatana vatan demem!”

Bursa’da toplanan asker anneleri “Başkan olamadığı için bunları yapıyor. Bilal’i askere göndersin, oğluna gemicikler almasın” diye feryat ediyor.

Yine Bursa’da, Siirt’te hayatını kaybeden bir askerin cenazesinde kalabalık arasındaki bir kişi, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’na, “Sayın Bakan, başkan seçseydik bütün bunlar olmayacaktı değil mi? Bunu siz söylediniz. Başkan seçilinceye kadar ne kadar kan gidecek?” diyerek tepki gösterdi. Kalabalığın protesto ettiği Müezzinoğlu, korumalarının yardımıyla aracına binip kaçtı.

Yüzbaşı olan kardeşini kaybeden bir yarbay ise, “kardeşimin katili kim” diye soruyor ve düne kadar “çözüm” diyenlerin bugün neden “sonuna kadar savaş” siyasetine soyunduklarını soruyor, “madem öyle siz gidin savaşa” diye haykırıyor.

“Kendi cumhurbaşkanlarından, kendi konsoloslarından, kendi milletvekillerinden hiçbir çocuk ölmedi.”

“Versin zengin parayı yatsın evde, benim gibi garibanın çocuğu ölsün. Niye bir milletvekilinin çocuğu ölmüyor?”

“Kendi çocuğu yatta yaşıyor. Hep fakir çocuğu ölüyor, yazık değil mi? Çözüm süreci bu mu, ayıp değil mi? Analar ağlıyor, bizler ağlıyoruz, o ağlamıyor. O yaşıyor, yaşıyor. Çeksin partiden elini gayrı! 81 yaşındayım, atsın beni de içeri, ama gençler ölmesin. Yeter yavrum, yeter! Bitirdi bizi, yeter!”

İşte yavaş da olsa sınıfsal çelişkilerin ve savaşın kime hizmet ettiğinin farkına varan yoksul emekçi ailelerin feryatları böyle. Çirkeflikte sınır tanımayan AKP yandaşı medya ise bu haykırışları çarpıtıyor ve “zaten bunlar terörist”, “paralel” yalanlarıyla gözden düşürmeye çalışıyor. TRT dışındaki medya cenaze törenlerine sokulmuyor ve tepkileri gösteren görüntülerin yayınlanmaması için medyaya baskı uygulanıyor. Yükselen tepkiler nedeniyle oy oranının daha da düşeceğinden endişe eden AKP’nin, “neden vatan sağ olsun denmiyor” sorusunun sorulduğu anketler düzenletmeye başladığı,  parti teşkilatlarına cenazelerdeki tepkileri önleyecek organizasyonlara gidilmesi talimatı verdiği haberleri de medyaya yansıyor.  Bu arada Diyanet de “şehitliğin önemini” anlatmakla görevlendiriliyor!

İktidar sevdasından, emperyalist çıkarlarından başka bir şeyi gözü görmeyen egemenlerin, muktedirlerin umurlarında değildir emekçi kitleler. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında emperyalistlerin paylaşım kavgaları uğruna 100 milyondan fazla insan hayatını kaybetmişti. Geride milyonlarca gözü yaşlı, acılı kadın kalmıştı. İşçi ve emekçi kitleler artık bir daha savaş olmayacağına ikna edilmişlerdi. Ama savaşların son bulması tam bir yalandı, çünkü kapitalist sistemin doğasına aykırı olan bir şeydi. Tıpkı AKP’nin ve Erdoğan’ın söylediği yalanlar gibi… Ne demişti Erdoğan çözüm sürecini başlatırken: “Artık analar ağlamayacak!” Ama tıpkı diğer burjuva siyasetçiler gibi Erdoğan’ın foyası da bugün açığa çıkmış durumda. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Ağır ağır da olsa işçi ve emekçi kitleler yıllardır “vatan sağ olsun” edebiyatıyla uyutuldukları uykularından uyanıyorlar. Elbet bir gün işçiler, emekçiler, onların canlarını kendi çıkarları uğruna feda eden burjuva egemenlerden bunun hesabını soracak.

Ölenlerin yakınları acı içinde gözyaşı döküyorlar. Onlarla duygu birliği içindeki geniş emekçi yığınlar da üzülüyorlar. Bu doğal bir insani tepkidir. Ancak tepkinin gözyaşıyla sınırlı kalması kan emici egemenler için fazlaca sıkıntı doğurmaz. Hesabın sorulması, barışın ve kardeşliğin gelmesi için için işçi-emekçilerin önündeki tek yol kendi sınıf güçlerine dayanan örgütlü mücadele yoludur. Örgütlü mücadelenin yaratılmasında ise emekçi kadınlara çok büyük bir görev düşmektedir. Emekçi kadınlar her alanda haksız ve emperyalist savaşlara karşı örgütlü mücadeleye çağrı yapmalı. “Kapitalistler için dökecek tek bir damla kanımız da feda edecek evladımız da yok” diye haykırmalı!

İlgili yazılar