Marksizmin Doğuşuna Emek Veren Kadınlar
Gülhan Dildar, 4 Ağustos 2017

Kapitalizm, geldiği aşama itibariyle artık yaşlanmış ve gericileşmiş bir sistem olarak karşımızda duruyor. Bu çürümüş sistemin topluma vaat edebileceği olumlu bir tek şey kalmamış durumda. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamı her geçen gün daha da kararıyor. Toplumsal sorunlar katlanılamaz hale gelirken, mutsuzluk ve umutsuzluk girdabındaki kitleler bir çıkış yolu bulamıyorlar. Özellikle kapitalizmin 3. Dünya Savaşının perdesinin aralandığı 90’lı yıllarla birlikte dünyaya gözlerini açmış ve geçmişin sınıf mücadelesi deneyimlerinden yoksun genç kuşaklar, yarınlara tam bir geleceksizlik kaygısı ve belirsizliğin ağır bastığı düşüncelerle bakıyorlar. Toplumsal eşitsizliğin akıl almaz boyutlara ulaştığı, milyonlarca yoksul emekçinin emperyalist savaşın yıkıcı sonuçlarından dolayı göç yollarını tuttuğu böylesi bir dönemde, düzenin ideolojik aygıtlarının manipülasyonlarıyla, ışıltılı yalanlarla milyarlarca işçi-emekçi kahredici yaşam koşullarına “razı” ediliyor. İşçi sınıfının büyük çoğunluğu, neredeyse her yeni güne çalışma ve yaşam koşullarına küfrederek, lanet okuyarak başlıyor.

Oysa insanı gün be gün tüketen bu cehennemî yaşamdan kurtulmak ve bu çürümüş düzenin yerine insanın insanı sömürmediği, sınıfların ve her türlü eşitsizlik, baskı ve zorbalığın ortadan kaldırıldığı bir dünyayı kurmak mümkün. Üstelik bugün sınıfsız bir toplum için gerekli nesnel koşullar temel olarak olgunlaşmış durumda. Gerekli olan tek şey, işçi sınıfının bilimi olan Marksizmi rehber edinerek kavgaya atılmaktır. İşçi sınıfının yolunu aydınlatan, eline bilimsel sosyalizm meşalesini tutuşturan Marksizme karşı burjuvazinin on yıllardır yürüttüğü saldırılar boşuna değildir. İşçi sınıfı, bir kez yolunu aydınlatan Marksizmin ışığı doğrultusunda örgütlenip ayağa kalktığında, tüm dünyanın burjuvaları kaçacak delik arayacaklar. Bugün kapitalistler, hiç olmadığı kadar bu gerçeğin farkındalar ve kimi zaman devrim korkularını “toplumsal patlamalar olabilir” şeklinde itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Ne var ki, örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun kitleler kendi güçlerinden ve taşıdıkları potansiyellerden bihaberler.

İnsanlığın hiç olmadığı kadar yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günümüzde işçi sınıfı devrimcilerinin, Marksizmi iyi bir şekilde kavramaya, içselleştirmeye ve bu ışığı işçi sınıfına taşımaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı ve sorumluluğu var. Elbette ki Marksizmi kavramak beraberinde aynı zamanda Marksizmin kurucularının ve Marksizmi bugünlere taşıyan, ömürlerini devrimci mücadeleye adayanların hayat deneyimlerini öğrenmeyi ve öğretilerini yaşama geçirebilmeyi de getiriyor. Marx ve Engels, Marksizmin kurucu dehaları olarak tarihe adlarını kazırlarken egemenleri korkudan titretmiş ve saldırıların hedefi haline gelmişlerdi. Bir de bu iki dehayla yaşamlarını paylaşmış ve onlarla devrimci yaşamın getirdiği tüm zorlukları göğüslemiş, Marksizmin kuruluşunda emek harcamış olan ve adları çok da sık duyulmayan devrimci kadınlar var: Jenny Marx ve Marry ve Lizzy Burns kardeşler.

Burjuvaziye duyduğu sınıf kinini mücadeleye kanalize eden işçi kökenli Mary ve Lizzy Burns’ün; keza kendi sınıfının tüm olanaklarını bir kenara bırakarak yaşamını devrimci mücadeleye adayan Jenny Marx’ın direngen yaşam öykülerini öğrenmek özellikle devrimci kadınlar için ilham ve azim kaynağıdır. Devrimci mücadelenin getireceği/getirdiği zorlukların aşılmasında rehberdir.

Marx’ın eşi, dostu, yoldaşı Jenny yaşama gözlerini yumduğunda derin bir üzüntü duyan Engels, onun mezarı başında güçlükle şöyle konuşabilmişti: “Bu denli keskin eleştirel zekâya, böyle bir siyasal nezakete, enerjiye ve karakterinde böyle bir tutkuya sahip, mücadele yoldaşlarına böylesine bağlı bir kadının hemen hemen kırk yıl boyunca hareket için yaptıkları kamuoyuna mal olmadı, bu konuda günümüz basınının kronolojilerinde tek bir sözcük yoktur. Bu kronolojiyi herkes kendisi tutmalıdır. Fakat emin olduğum bir şey var; sürgün Komüncülerin karıları onu daha sık anımsayacaklardır, bizim kardeşimiz [Marx] ise onun hiç abartısız cesur ve dürüstlük konusunda hiçbir ödün vermeksizin sağduyulu öğütlerinden mahrum kaldığını sık sık hissedecektir… Onun kişisel niteliklerinden konuşmama gerek yok. Dostları bu nitelikleri biliyorlar ve hiçbir zaman unutmayacaklardır. Eğer bir zamanlar, kendi mutluluğunu başkalarını mutlu etmekte bulan bir kadın olmuşsa, bu, onun ta kendisidir.”[1]

19. yüzyıl toplumda büyük altüstlüklerin yaşandığı, devrimlerin ve karşı-devrimlerin gerçekleştiği bir dönemdi. 1830 devrimi, 1831 Lyon ayaklanması, İngiltere’deki Chartist hareket, 1848 devrimleri, Louis Bonaparte iktidarı, 1871 Paris Komünü, İngiltere tarafından ezilen İrlanda halkının hareketi, Bismarck’ın sıkıyönetimi gibi tarihi dönemlere tanıklık etmiş, aynı zamanda bu tarihsel sürecin önemli bir parçası olmuş ve ciddi sınamalardan geçmişlerdi Jenny, Mary ve Lizzy.

Ne yazık ki Mary, 1863 yılında henüz 42 yaşındayken hastalanıp ansızın yaşamını kaybetmiştir. Gençliğinde bir dönem Ermen&Engels fabrikasında çalışmış olan Mary, kadın ve çocukların dizginsiz sömürüsüne isyan ediyordu. Çocukların küçücük bedenlerinin dokuma tezgâhları arasında eriyip gitmesine tanıklık ediyor ve yüreği sermaye sınıfına karşı öfkeyle dolup taşıyordu. Engels’in hayat arkadaşı olan Mary, ne yazık ki çok istediği işçi iktidarını –Paris Komününü– göremeden hayata gözlerini yumdu. Engels’in Manchester’dayken tanıştığı Mary, işçilerle bağ kurmasında ve “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabı için veri toplamasında önemli ölçüde yardımcı olmuştu. Keza İngiltere’de işçilerle bağlar kurup, toplantılar ayarlayan Mary’nin, Komünistler Birliği’nin kurulmasında önemli katkıları olmuştu. Çocukluğundan beri yoksulluğu tanıyan Mary, çok iyi bir gözlemciydi. Zeki, duygusal ve sıradan insanlara karşı son derece iyi niyetli bir kadındı. Mary, esprili üslubuyla çevresindekilerin neşe kaynağıydı.

Mary’nin ani ölümü Engels’i derinden sarstı. Kendisini tutkuyla seven, iyi yürekli yoldaşını ve eşini kaybetmenin acısıyla gençliğinden kalan her şeyi gömdüğünü hissediyordu. Mary, ender rastlanan güleryüzlülüğe sahip hayat dolu bir kadındı. Engels, onunla birlikteyken dinlendiğini ve güç topladığını söylüyordu. Manchester’da yirmi yıl önce İrlanda’dan gelen ve genç bir işçi kız olan Mary ile tanışmalarını sağlayan rastlantıya minnettardı. Mary, sade ruhu, kurnazlık bilmeyen kalbi ile Engels’e bağlanmış ve yaşamı boyunca sevgisi daha da büyümüştü.

Ayrıcalıkları elinin tersiyle iten kadın: Jenny

Prusya’nın sıradan bir kenti olan Salzwedel’de 12 Şubat 1814’te dünyaya gelen Jenny, gençlik yıllarını Marx’ın doğup büyüdüğü Trier’de geçirecekti. Prusya hükümetinin danışmanlığı, vali yardımcılığı gibi görevlerde bulunmuş olan baba Ludwig von Westphalen’in, kızı Jenny’nin gelişiminde önemli payı vardı. Anne Karolina, içe kapalı, soğuk ve kendini beğenmiş biri olmasına rağmen, baba Ludwig, insanlarla iyi ilişkiler kuran ve sevilen bir insandı. Antikçağ kültürüne ilgili olan baba Ludwig, İncil yerine elinden Homeros’u düşürmezdi. Dönemin kız çocuklarının yetiştiriliş biçimine aykırı bir şekilde kızı ile erkek çocukları arasında hiçbir ayrım yapmaz, Jenny’nin erkek kardeşlerinin kitaplarını okumasını desteklerdi. Annesine göre ise etrafındakileri neşeye boğan, hareketli, biraz yaramazlığa meyilli, hayat dolu Jenny, bir genç kız olarak “uygar insanlığın tüm normlarını (!)” çiğniyordu.

1800’lü yıllar ancak asil ve iyi bir mevkide olan ailelerin kız çocuklarının eğitim olanağına sahip olduğu, yoksul büyük çoğunluğun ise okuma-yazma dahi bilmediği bir dönemdi. Kadınların çalışma hayatının bir parçası olmalarına hatta bir müzik enstrümanı çalmalarına dahi (örneğin opera orkestrasında arp çalmalarına) “kötü” gözle, “namus” meselesi olarak bakıldığı bir dönemde Jenny, kadına biçilen bu cinsiyetçi rolü acımasızca sorguluyor, kadının erkekle eşit haklara sahip olması gerektiğini savunuyordu. Yaşıtı olan genç kızlar, erkeklerin yanında bu fikirlerin konuşulmasından kızarıp bozarırken, Jenny büyük bir özgüvenle savunduğu düşüncelerini tartışmaktan çekinmiyordu. Kadınların fuhuş bataklığına sürüklenmesine karşı çıkıyor, duyguların kirletilmeden özgürce yaşanmasını savunuyordu.

İç güzelliği adeta yüzünü aydınlatan, herkesin dikkatini çeken bir genç kız olarak Jenny, soylu ailelerin mensubu olan pek çok kişiden evlilik teklifi almıştı. Ancak o, çocuklukları kardeşi Edgar’la birlikte geçen ve orta halli bir avukatın oğlu Marx’ı tercih etti. Marx, Jenny’nin karşısına ilk defa liseyi bitirme töreninde bir delikanlı olarak çıkmıştı. Jenny’den dört yaş küçük olan Marx’ın yaşıtlarına göre olgunluğu ve farklılığı, güçlü, gözlemci fikirleri Jenny’yi etkilemiş ve sıkı dost olmuşlardı. Üniversite için Bonn’a giden Marx, daha güçlü fikirlerle ve özgüvenle Trier’e dönmüş ve enerjisi, düşüncesinin açıklığıyla Jenny’yi derinden etkilemişti. Jenny, dolu dolu bir hayat yaşamaya çalışan doğal bir insandı. Yapmacıklığa tahammül edemezdi. Bir keresinde Marx ile birlikte gittikleri bir pastanenin havalı ve yapmacık insanlar tarafından “evlilik pazarı” haline getirildiğini fark edince, genç kızların aileleri tarafından düşürüldüğü zavallı duruma öfkelenmişti. Genç kızların, çeyiz karşılığında zengin bir koca ile evlendirilebilmesi için herhangi bir meta gibi pazarlık unsuru haline getirilmesi üzerine şöyle demişti: “Ne kadar iğrenç bir dünya: Hayvanat bahçesi. Trier tüccarları, domuz ve üzümleriyle yaptıkları kadar kızlarıyla da iyi ticaret yapıyorlar.”[2]

Jenny, dönemin düşünce sınırlarını aşarak, evleneceği erkeğe eşit bir birey olarak yaklaşıyor ve evliliğini dostluk ve yoldaşlık temelleri üzerine sağlam bir şekilde kurmayı başarıyordu. Daha gençlik yıllarında eş, yoldaş, dost kelimelerini eş anlamlı olarak gören Marx ve Jenny, hayatları boyunca bu düsturla birbirlerine kenetlendiler. Jenny ve Marx, aralarında nişanlanmış ve yedi yıl sonra ancak evlenebilmişlerdi.

Jenny, edebiyat ve felsefeyi yakından takip ediyor, Marx’tan aldığı mektuplarla öğrenme ve araştırma isteği daha da artıyordu. Meselâ aldığı bir mektuptan sonra Hegel’i tanımaya karar vermiş ve Marx’a onun felsefesini öğrenmek istediğini söylemişti. Jenny, bu çabayı gelecekte kocası olacak olan Marx’ı daha iyi anlayabilmek ve ona yardımcı olabilmek için harcadığını söylüyordu ki, gelecek yıllarda Jenny’nin Marx’a muazzam katkıları olacaktı. Jenny, aristokrasiden gelen aile dostlarıyla yaptığı sohbetlerde edebiyat ve felsefe üzerine derin bilgisini ortaya koyuyordu. Ona aldığı eğitim düzeyi, ince yazı stili ve bilgisiyle edebiyatta iyi bir yere gelebileceği söyleniyordu. Jenny ise bu tür düşüncelerin tamamlanmasına dahi izin vermeden mütevazılığını ortaya koyuyor ve ün düşkünlüğü gibi bir derdi olmadığını dile getiriyordu: “Ben ün düşkünü birisi değilim; bu anlamda ve gerçekten de sizin düşündüğünüzden çok daha bilgisizim. Ben kocamın rakibi değil; onun yardımcısı, eşit bir dostu ve yoldaşı olmak istiyorum. … Marx’ın benimle mutlu olmasını istiyorum, tıpkı benim de onunla mutlu olmak istediğim gibi. Ama bunun için ben sadece iyi bir eş ve onun çocukları için iyi bir anne değil; onun dostu, sırdaşı olmalıyım. Sadece güven değil, saygı da kazanmak istiyorum. Çünkü kalbim ona ait. Aksi takdirde evlilik sadece alçakça bir alışveriş, paslı bir zincir ve karşılıklı işkence çektirmektir.[3]

Jenny, “onun yolu benim yolum, onun idealleri benim ideallerimdir” dediği Marx ile 1843 yılında evlendi ve Trier’den ayrılarak isyanların kenti Paris’e yerleştiler. Jenny, Paris’teki çelişkilerin Almanya ile kıyaslandığında çok daha büyük olduğunu gözlemliyordu. Her şeylerini kaybeden köylüler sokakları dolduruyor, dileniyor, burjuvaların görkemli evlerinin eşiğinde sessizce ölüyorlardı. Bu çelişkilerin derinleşmesi Jenny’nin burjuva sınıfa olan kinini büyütüyordu. Marx, yırtıcı bir hayvana benzettiği burjuva devlete karşı savaş vermeye kararlıydı ve bunun için elinden kalemini düşürmüyordu.

Marx, yazılarını bitirir bitirmez Jenny’e verir ve fikrini alırdı. Jenny, kimi zaman üslubu konusunda tavsiyelerde bulunur, kimi zaman başlık bulmasında yardımcı olurdu. Bazen Marx’ın dikte ettiği şeyleri yazıyor, çoğu zaman da sabahlara kadar sabırla onun el yazmalarını temize çekiyor, notlarını çözüyordu. Marx’ın el yazısını temize çekmek veya dikte ettiklerinin hepsini olağanüstü bir hızla kaydetmek hiç de kolay bir iş değildi. Jenny’nin çalışkanlığı, nezaketi çevresindekileri hayretler içerisinde bırakıyordu. Ayrıca Marx’ın üzerinde çalıştığı konular için materyaller topluyor; ekonomiye ilişkin istatistiki veriler, tablolar çıkarıyordu. Jenny’nin işi sağlam bir temel ve geniş bir bilgi gerektiriyordu. İlerleyen yıllarda çocukların doğması Jenny’nin zamanını kısıtlamaya başladı. Olağanüstü bir gayret sarf ederek pek çok işin üstesinden geliyordu. Diğer ülkelerden Marx’a gelen mektuplara da yanıt yazıyor, bu yazışmalar günden güne artıyordu. Çoğu zaman Marx adına, basımevleriyle ve yayıncılarla görüşüyor, anlaşmalar yapıyordu. Örneğin, Paris’te “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”nin Fransızca basımını sağlamak için bir zamanlar kovulduğu ülkeye bizzat kendisi gitmişti. Ayrıca “Alman İşçi Birliği”nde aktif görevi vardı. Jenny, Brüksel’de yaşadıkları dönemde işçiler için kitap toplayıp, kütüphane kurmuştu. Alman sığınmacılar için temel eğitim derslerinin düzenlenmesine yardımcı oluyordu. İlerleyen yıllarda ise Marx’la birlikte kendilerini Uluslararası İşçiler Birliği’ne (I. Enternasyonal) adadılar.

Jenny’nin masası üzerinde, felsefe ve tarih kitapları, birkaç dilde bir yığın gazete ve daima Marx’a sesli bir şekilde okuduğu sanatsal kitaplar bulunurdu. Georg Sand, Heine, Balzac, Goethe ve Shakespeare Jenny’nin masasından eksik olmuyordu. Okuduğu kitaplardan dikkatini çeken pasajları daha sonra Marx’ın çalışmalarında kullanabilmesi için alıntılıyordu. Marx da okuduğu farklı dillerden gazetelerden ilgisini çeken noktaları Jenny’yle paylaşırdı. Jenny ve Marx arasında muazzam bir uyum ve paylaşım vardı. Jenny, Marx’ın yazdığı makaleleri en az onun kadar iyi bilirdi. Jenny’nin, Marx’ın kendisinden ayrı olduğu zamanlarda yazdığı metinleri bile kelimesi kelimesine hatırlaması, onun Marx’ın çalışmalarına dair derin ilgisini gözler önüne sermektedir.

Jenny, kitaplara isim seçme gibi zor konularda ve dil bilgisi yönünden de Marx’a danışmanlık yapıyordu. Marx, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” kitabı üzerinden onun küçük-burjuva fikirlerini eleştirdiği ve teorik savaşıma girdiği bir kitap yazdı. “Felsefenin Sefaleti” ismini verdiği bu kitabı, Proudhon’a karşı mücadelelerinde Fransız komünistlere yardımcı olmak açısından Fransızca yazmaya karar vermişti. Jenny, bu kitabın isminin bulunması ve dil yönünden yardımcı olmuştu. Fransızcası mükemmel olmasına rağmen Marx, yine de dil konusunda yetenekli olan Jenny’nin Fransızcasına daha fazla güveniyordu. Jenny, kitabın el yazmalarını zevkle temize çekerken bir yandan da kitabı dil bakımından dikkatle kontrol ediyordu. Bütün yokluklara ve ağır ev işlerine rağmen Jenny, ta ki kızları büyüyüp annesinin görevini üstleninceye kadar sekreterlik görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmeye devam etti. Kızları büyüdükten sonra Jenny kocasına daha az sekreterlik yaptı. Laura, daha sonra Tussy birbirleriyle yarışırcasına Marx’ın kendilerine verdiği görevleri yerine getiriyorlardı. “Fakat kimse bir danışman, bir yardımcı ve arkadaş olarak karısının yerini tutamamıştı. Eskiden olduğu gibi, Marx her düşüncesini, hareket planını, kuşkularını karısıyla paylaşıyordu. Onlar birbirlerine bir organizmanın iki parçası, bir beynin iki yarısı, bir kalbin kulakçıkları gibi gerekliydiler.[4]

Paris’te yaşadıkları dönemde Heinrich Heine şiirlerini Jenny ile paylaşıp, fikirlerini almaktan gurur duyardı. Bir keresinde Heine ziyaretine yalnız gelen Marx’a şöyle demişti: “Marx, seni eşinle birlikte bekliyordum. Ona bir şeyler okumak istiyordum. İtiraf edeyim ki, bu muhteşem kadının ince alaycılığından biraz korkuyorum. Zekâyla güzelliğin onunki gibi mükemmel uyumunu başka kimsede göremedim. Ne yazık ki, doğa tıpkı eserinin taklit edilmesini istemeyen bir heykeltıraş gibi Jenny’yi yarattıktan sonra, onu türünün son örneği olarak bırakıp kalıbını yok etmiş.”

Zorluklarla sınanma

Mükemmel bir zekâ ve özveriye sahip olan Jenny, yaşamını güllük gülistanlık koşullarda değil, devrimci faaliyetin getirdiği sorunlara göğüs gererek ve yoksulluk, sefalet koşullarında ciddi sınamalardan geçerek tamamladı. Marx ile birlikte burjuvazinin tüm saldırılarını fedakârca göğüsledi. Marx, makaleleri, kitapları yayınlandıkça politik düşman kazanıyordu. Jenny, Marx’a kara çalınmasına karşı her zaman sakin olamasa da çoğu zaman atılan iftiraları okuyup Marx ile birlikte gülüyor ve sınıf savaşımının acımasızlığı, ölümüne bir savaş olduğu üzerine konuşuyorlardı. Marx’ın çalışmalarının burjuva düzeni temellerinden sarsan gücü iftiralarla kırılamayınca egemenler bu kez onu ve ailesini sürgünlere mahkûm etme yolunu seçiyorlardı. Dönemin pek çok yazarı sürgünlerden kurtulmak için gazetelere yazı yazmaktan vazgeçmiş, yayınlarını durdurmuş ya da tamamen saf değiştirmişlerdi. Ancak Marx, kendi prensiplerinden taviz vermeyi asla kabul etmedi. Jenny, zorlu günlerde kocasını destekliyordu ve küçük çocuklarıyla birlikte aynı kaderi paylaşıyordu. Paris’ten Brüksel’e, Brüksel’den Köln’e, oradan Londra’ya sürgünde bir yaşam sürdüler.

Sürgünler, Marx ailesinin kötü olan ekonomik durumlarını daha da kötüleştirdi. Jenny ve ailenin bir parçası, her işte kendilerine yardımcı olan Lenchen, ekonomik zorlukları, çalışmalarını aksatmaması için Marx’a yansıtmamaya çalışıyorlardı. Jenny, sık sık evin eşyalarını satarak ya da rehin bırakarak iyi kötü ev ekonomisini idare etmeye çalışıyordu. Evin ısınma sorunundan çocuklarının karınlarını doyuramamaya dek pek çok sinir bozucu sorunla boğuşmak zorunda kalıyordu. Havanın sisli, zehirli olduğu Londra’da, bir hücreden farksız olan nemli evin koşullarından ve yeterli beslenememenin yol açtığı hastalıktan dolayı Jenny, yedi çocuğundan dördünü kaybetmenin derin acısını yaşayan bir anneydi. Üstelik küçücük ölü bedenler için parasızlıktan dolayı günlerce mezar bulamadığı olmuştu. Jenny, bu acı karşısında metanetli olmaya çalışıyor ve dünyada mutsuz insanların kalmayacağı, yoksulluktan ölen bebeklerine mezar bulamayan anne ve babaların olmayacağı günlerin özlemini duyuyordu. Jenny, bir insanın ancak bütün bir insanlığın acısını paylaşarak ayakta durabileceği inancıyla ayakta duruyordu.

Jenny, çocuklarını daha rahat koşullarda doğurup büyütebilseydi, çocukları yaşayabilirdi. Geldiği sınıfsal köken itibariyle böyle bir imkâna sahip olabilirdi. Ama o, yaşamının sonuna dek seçtiği yoldan, inandığı davadan asla pişmanlık duymadı. Sadece kendi mutluluğu yerine, tüm insanlığın mutluluğu için mücadele etmeyi ilke edindi. Jenny ve Marx, burjuvazi tarafından kendilerine sunulan teklifleri ve olanakları ellerinin tersiyle ittiler. Jenny, Prusya’nın önde gelen bakanlarından biri olan ağabeyi Ferdinand von Westphalen’den yardım istemeyi bir kez olsun aklından geçirmedi. Keza Marx’a hatırı sayılır bir gelir getirecek, yaşamsal gereksinimlerini tümüyle sağlayabileceği iş teklifleri defalarca önerilmişti. Örneğin Bismarck, basının önde gelen organlarında yer alması ve ülkesine dönüp profesör cüppesini giymesi için onu ikna etmeye çalışmıştı. Elbette bu olanaklar Marx’a dehasını burjuva düzenin çıkarları için satmak karşılığında sağlanabilirdi ancak. Nitekim tüm düzeni sarsıcı fikirler ortaya koyup, tarihe mal olan kitaplar yazan Marx, burjuvaziye teslim olan çağdaşlarının aksine, neredeyse para kazanamıyordu. Marx, bir yazısında saf değiştiren dönekleri teşhir ederken, içinde bulundukları dönemi “yüreksizlerin çağı” olarak niteliyordu. Parasızlıktan dolayı ayakkabılarını, paltosunu dahi rehin bıraktığı için bir ay boyunca evden çıkamayıp British Library’ye gidemediği kahredici dönemler olmuştu. Ancak tüm bu çaresizlik koşullarına rağmen Marx, olağanüstü bir çabayla gücünü toplayıp büyük bir hırsla çalışmalarına odaklanıyordu. Ne yoksulluk ne de hayatın getirdiği acılar Marx’ın durmadan yanan parlak düşünce ateşini söndürebiliyor, devasa yaratıcı gücünü tüketebiliyordu. Jenny ve Marx, bu zorlu süreçleri birbirlerine omuz vererek aştılar. Jenny, “yüreksizlerin çağında” seçtiği yaşam biçimiyle gurur duyuyor ve asla “yüreksizlerle” aynı safa geçmeyeceğinin sözünü veriyordu kendi kendine. O bu sözü onurlu bir şekilde yerine getirdi. Yaşamını ödün vermeden, Marx’ın yoldaşı, eşi olarak tamamladı.

Tüm yoksulluğuna rağmen Marxların sofrasında yoldaşları, yoksul işçiler eksik olmazdı. Onlarla son kuruşlarını, lokmalarını paylaşmaktan tereddüt etmezlerdi. Marxların evine gelen ve Jenny’e hayranlık duyan Alman sığınmacı bir işçi şöyle diyordu: “Günümüzde hiçbir prens Marx’ınki gibi bir kadına sahip olmakla övünemez. Ve muhteşem inci böylesine bir yoksulluk içinde yaşıyor. Sürgün hayatını seçerek asalet unvanından ve olağanüstü güzelliğinin kendisine sağlayabileceği her şeyden vazgeçmiş.”

Jenny’nin kadın sorununa bakışı da burjuva ve küçük-burjuva feministlerden keskin bir şekilde ayrışıyordu. Jenny o dönem feminist çizgide olan “Mavi Çoraplar” derneğinin düşüncelerini eleştiriyor ve işçi kadın ile zengin kadınlar arasındaki farka dikkat çekerek çözümün sınıf mücadelesinden geçtiğini vurguluyordu. Jenny, binlerce yıldır erkek otoritesine körü körüne boyun eğmesi öğretilen kadınların can yakıcı sorunlarına dair bu derneğin hiçbir çözüm getiremediğini ifade ediyordu: “Kadının daha ciddi olması, çocuk yetiştirme ve ev işlerini yürütme becerileriyle, örnek davranışlarıyla saygınlık kazanması gerektiği konusundaki tüm öğütleri, hiçbir şeyi çözümlemiyor. Şimdi bütün ülkelerde, zengin adamların müstakbel eşleri olacak kızlar yetiştirmek amacıyla pansiyonlar açıyorlar.”[5] Zengin kadınlar, bedene hitap eden süslere, zevklere, kendi sınıflarından olan erkeklerle eşit koşullara sahip olmak istiyorlardı. Oysa işçi kadınların sorunları başkaydı. Jenny, çocuklarıyla birlikte ölesiye 12-14 saat çalışan İngiltere’deki kadın işçilerin çalışma koşullarını ve bu koşulları değiştirme, iş saatlerini düşürme mücadelelerini örnek gösteriyordu.

Devrimlerle geçen bir hayat

Jenny, bulunduğu dönemin sorunlarına kafa yoruyor, despotluğa karşı nefret duyuyor ve devrim imkânından dolayı heyecan duyuyordu. Örneğin 1848’de Brüksel’deyken Paris’teki devrim haberi Marx ailesinin evine ulaştığında ev halkı sevinç ve coşkuyla dolmuştu. Jenny, Marx ile birlikte Paris’e gitmek için başvuruda bulundu ve Fransa hükümetinin kovulma emrini iptal etmesi üzerine yollara düştüler. Paris meydanlarında tam bir bayram havasıyla karşılaşmışlardı. Ne yazık ki devrim başarıya ulaşamadı. Buradan dersler çıkaran Marx ve Engels, Köln’e giderek devlet yetkililerinin tehlikeli bir devrimci kale olarak gördükleri Neue Rheinische Zeitung’u (Yeni Ren Gazetesi) çıkarmaya başladılar. Bu gazete, Paris işçilerinin kana bulanmış bayrağını yükselten ilk basın organıydı. Korkuya kapılan hissedarlar, hisselerini çekmişler ve gazete iflasın eşiğine gelmişti. Yayının sürdürülebilmesi için para gerekliydi. Marx, son çare olarak babasından miras kalan, mücadeleyi ve ailesini bekleyen kara günler için ayırdığı son parasını mücadelenin kalesi olan gazete için harcayacaktı. Jenny, bu durumu öğrendiğinde şaşkınlık, pişmanlık, kaygı gibi duygulara kapılmak bir yana Marx’ı takdir etti. Jenny, bu durum üzerine düşüncelerini şöyle ifade etmişti: “Devrim, bizim hayatımızın davası. Paranın böylesine bir şey için kullanılması çok iyi. Onlar için daha uygun bir şey düşünemiyorum.” Neue Rheinische Zeitung, polis raporlarında, tüm düzenin temellerini yıkan, halkı mevcut devlet kurumlarını sarsmaya kışkırtan, kralın kutsal bulduğu her şeyle alay edip duran gazete olarak geçiyordu. Son parasını gazetenin çıkmasına vakfeden Marx, bu kez de Almanya’yı terk etme emri aldı. Jenny’nin, geriye kalan tek değerli eşyasını –Westphalen’lerin armasını taşıyan gümüşleri– satarak elde ettikleri parayla ancak yola çıkabilmişlerdi.

Marx ve Engels aileleri, maddi manevi tüm olanaklarını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine sundular. Er ya da geç bekledikleri devrimin gerçekleşeceğine olan inançlarını, umutlarını, yaşam sevinçlerini bir an olsun kaybetmiyorlardı. Onları en çok heyecanlandıran olaylar arasında 1871 Paris Komünü geliyordu. Artık Marx ailesinin kızları da “göğü fethe çıkan Komünarlar”ın saflarında yer alacak yaştaydılar. Kızları Komünün o unutulmaz yetmiş iki günü boyunca aktif ve cesurca Parisli emekçilerin zaferi için savaştılar. Jenny ise, Bakunincilerin gerçek yüzünü ortaya koyan eleştiri raporunu yazarken Marx’a yardım etti. Ne yazık ki Komün yenilgiye uğradı ve binlerce Komüncü kıyımdan kurtulabilmek için mülteci olarak başka ülkelere gitmek zorunda kaldı. Londra’ya gelen Komüncü mülteciler için Marx ailesinin evi tam anlamıyla misafirhaneye döndü. Evde adım atacak yer kalmazken, Marx’ın kızları Eleanor ve “Jennychen” kendi odalarını Komüncülere bıraktılar. Komüncülerle evlerini, yiyeceklerini, giyeceklerini, son paralarını paylaştılar. Ailenin yardımcısı Lenchen evdeki topluluğa zar zor yemek yetiştiriyordu. Benzer durum Engelslerin evi için de geçerliydi. Engels’in, Mary’nin ölümünden sonra eşi olan Lizzy, yaşadıklarından dolayı sarsılan insanların yaralarını sarmaya çalışıyor, tedavi ediyor, giydiriyor, karınlarını doyuruyordu. Giyecek ikinci bir elbisesi olmayan mülteciler için Jenny ve Marx gardıroplarını sonuna kadar açıyor, ne varsa dağıtıyorlardı. Marx, Engels ve eşleri devrimcilerin kurtarılması için kaynak yaratmak üzere gece gündüz çalıştılar.

Mücadelenin kadınları

Engels, Ermen&Engels fabrikasının memurluğundan emekliye ayrıldıktan sonra ikinci eşi Lizzy ile birlikte Londra’ya yerleşti. Bu sayede Jenny ve Lizzy görüşmeye başladı ve sıkı dost oldular. Lizzy’nin pratik zekâsı, cesareti ve özverisi Jenny’nin hoşuna gidiyordu. Lizzy de tıpkı ablası Mary ve Jenny gibi çağının tüm sorunlarına kafa yoran, duyarlı ve akıllı bir kadındı. Lizzy, elinden geldiğince Fenianlara, Paris Komünü’ne ve Uluslararası İşçiler Birliği’ne yardımcı oluyordu. Marx, ona Enternasyonal üyeliği önerdiğinde, Lizzy onun verdiği görevin anlamını derinlemesine kavramıştı. Yoksul bir İrlandalı ailenin çocuğu olarak Lizzy, yeterli eğitim olanaklarına sahip olamamış, okuma-yazmayı sonradan öğrenmişti. Nesnel yetersizliklere rağmen Lizzy kendisini sınırlamıyor, bilgi eksikliğini kendi kendini eğiterek ve okuyarak başarıyla gideriyordu. Ev ve el işlerinde çok yetenekli olan Lizzy, duyarlılığı, içtenliğiyle karşılaştığı herkeste sempati uyandırıyordu. Lizzy’nin farklı bir mizah anlayışı vardı. Yaşam dolu, daima cesur, herkese sirayet eden gülüşüyle neşeli bir insandı. Şakaları insan sevgisi doluydu, iğneleyici değildi. İnsanların zaaflarına karşı hoşgörülü oluşu, özveri derecesindeki alçakgönüllülüğü ve iyi yürekliliği, şakacılığı ile gittiği her yere sıcaklık ve huzur taşıyordu.

Engelslerin evi Eleanor’un ikinci baba evi gibiydi. Lizzy, onun ikinci annesi, sırdaşı, akıl hocası, arkadaşıydı. Eleanor, Lizzy ile birlikte kendilerini Fenian olarak adlandıran devrimciler tarafından başlatılan İrlanda’nın kurtuluşu hareketine destek vermek için İrlanda’ya gitmişti. Fenianlar İngilizlerin sömürgeci baskısına ve İrlandalı kiracıların yeni yabancı toprak ağaları tarafından topraklarından kitlesel olarak kovulmalarına karşı toplu mücadele ediyor, bağımsızlık talep ediyorlardı. İrlandalı devrimciler, bu talepler için canları pahasına mücadele ediyorlardı. Tüm Marx ailesi, Fenianların uğradığı baskı ve zulme üzülüyordu. İrlandalı devrimcilerin Manchester’da idam edilmesi yasa bürümüştü onları. Bu vahşeti protesto etmek ve köleleştirilen İrlanda halkının sesini duyurmak amacıyla Marx ailesinin kadınları, İrlanda’nın ulusal rengi olan yeşil kıyafetler giyerek İngiliz emekçilere İrlandalılarla dayanışma çağrısında bulunuyorlardı.

Marx’ın kızı Jennychen, tutuklu Fenianlara af taleplerinin dile getirildiği yürüyüş ve toplantılara katılıyor, İngiliz ve Fransız basınında İrlanda’daki durumları yanlış değerlendiren, karalayan haberlerin yayımlanması üzerine onların yalanlarını çürüten makaleler yazıyordu. J. Williams takma adıyla yazılan sekiz makalede cesur ve zekice bir dil kullanılıyordu. Jennychen, babası Marx’tan ve İrlanda sorunu konusunda engin bilgiye sahip Engels amcasından büyük takdir kazandı. Jennychen’in tutsak edilen Fenianların koşullarını aktardığı makalelerinin sonucunda, İngiltere Başbakanı Gladstone, Avam Kamarasının bir oturumunda tutukluların maruz kaldığı muamelelerin araştırılmasını kabul etmek zorunda kaldı. Marx’ın karısı Jenny de kızları ve Lizzy’yle birlikte Fenianları savunma toplantılarına katılıyor ve sürgündeki Almanları İrlanda halkıyla dayanışma hareketinin içine çekiyorlardı. Hapiste kötü koşullara, işkenceye maruz kalan, İrlanda halkının desteklediği parlamento üyesi O’donovan Rossa’nın kurtuluşu için kızı Jennychen’in basında verdiği mücadeleye, Jenny de onun çok sayıda şiirini Fransızcaya çevirerek katıldı.

Engels’in, ablasının ölümünden sonra on beş yıl boyunca aşk ve huzurla birlikte yaşadığı Lizzy, 1878’de hayata gözlerini kapadı. Annesi gibi gördüğü Lizzy’nin ölümü, Eleanor’un yaşamındaki ilk büyük acıydı. Dostu Lizzy’nin ölümü Jenny’de de ağır bir yara açmıştı. Ağır yaşam koşullarına göğüs geren Jenny, kanser hastalığına yakalanmıştı, günden güne zayıflıyor ve güçsüzleşiyordu. Ama Jenny, son ana kadar çocuklarını, Lenchen ve Marx’ı iyimser bir beklentiye sürüklüyordu. Tarifsiz acılar yaşamasına ve onlar için derin kaygı duymasına rağmen onlara hiçbir şey yansıtmamaya gayret ediyor, doktorların yanlış teşhis koyduklarına inandırmaya çalışıyordu. Hiçbir zaman tehlike ve felâketlerle yüz yüze gelmekten korkmayan Jenny, hastalık karşısında da cesaretini kaybetmiyor, paniğe kapılmıyordu. Onun sakinliği ve canlılığı Marx’ı hayrete düşürüyordu. Jenny, büyük acılar çekerek ölüme doğru yol aldığı bu yıllarda bile dünyada olup bitenlerle hararetle ilgileniyordu.

1878 yılında Bismarck, Alman parlamentosundan sosyalistlere karşı sert saldırılar içeren bir yasa geçirmişti. Alman Sosyal Demokrat Partisinin kökünü kazımak, emekçileri toprak sahiplerinin, demir-çelik devlerinin ellerine teslim etmek istiyordu. Jenny, ölümle pençeleşirken bile Alman sosyalistlere evini açıyor ve onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. O sıralar Marxlara giden August Bebel, Jenny’yi hasta yatağında görme fırsatı bulmuştu. Marx, Bebel’i hasta odasına bıraktığında on beş dakikadan fazla kalmaması ricasında bulunmasına rağmen Jenny’yle sohbet çoktan bu süreyi aşmıştı. Jenny’nin yanından güçlükle ayrılan Bebel, “Almanya’daki en karmaşık siyasal değişimleri mükemmel bir şekilde değerlendiren, kendisinin de beklemediği kadar muhteşem bir insan ve fevkalâde bir muhatap bulmuştu.”[6]

Jenny ölümünden hemen önce son bir kez kızlarını görmek istemiş ve Fransa’ya gitmişti. İngiltere’ye döndükten sonra ise bir daha kalkmamak üzere yatağa düşen Jenny, acılar içerisindeyken barikatlarda çarpışarak can veren genç Komünarları gözleri önüne getiriyordu. Yaşamını son anına kadar dolu dolu mücadeleyle geçiren Jenny, haklı olarak “insanca ölebilmek dünyadaki en güç deneydi” diye düşünüyordu. Jenny, 2 Aralık 1881’de yaşamını yitirdi.

Engels, Jenny’nin ölümünün sonuçlarından korkuyordu. Zira Jenny ile bölünmez bir bütün olan Marx, adeta bitkisel bir hayata geçmiş, taş kesilmişti. Bu derin sarsıntı karşısında Engels, “Mağripli de öldü” diyordu. Marx, kızı Jennychen’in ölümüyle bir kez daha sarsıldı. 11 Ocak 1883’te henüz 39 yaşındaki kızının ölümünden sonra Marx, hastalığını atlatamadı. Marx’ı, Jenny’nin yanı başına defnettiler.

Jenny, Mary, Lizzy gibi yaşamını devrimci mücadeleye adamış, ter akıtmış kadınlar unutulmamalıdır. Onların en zor koşullara karşı kararlı duruşları, devrimci inanç ve iradeleri yeni kuşaklara ilham vermeye devam edecektir. Bugün başta kadın devrimciler olmak üzere tüm sınıf devrimcilerine düşen sorumluluk, onların emek harcayıp büyüttükleri komünizm davasına sahip çıkmak ve bayrağı geleceğe taşımaktır.


[1] Galina Serebyakova, Ateşi Çalmak, Evrensel Basım Yayın, 4. cilt, s.496

[2] age, 1. cilt, s.373

[3] age, 1. cilt, s.399

[4] age, 4. cilt, s.415

[5] age, 2. cilt, s.206

[6] age, 4. cilt, s.478

İlgili yazılar