Venezuela’da Darbe Tehlikesi Güçleniyor
Gülhan Dildar, 24 Ağustos 2017

Venezuela’da 1998 Aralığında gerçekleştirilen başkanlık seçimleri sonucunda Chavez %56’lık kitle desteğiyle başkanlık koltuğuna oturmuştu. Venezuela’da o dönem ekilebilir toprakların %77’si ülkenin en zengin %3’ünün elinde bulunuyor, nüfusun %70’i yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Milyonlarca yoksul emekçi hayatlarında doktor, öğretmen yüzü görmemişti, okuma yazma bilmiyordu. İşte Chavez, emekçi halkın sefalet içinde kıvrandığı bir Venezuela’da yoksulluğun ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin önüne geçme, petrol gelirlerini halkın yararına kullanma, demokratik bir anayasa yapma ve demokratik, katılımcı yeni bir cumhuriyet kurma vaatlerinde bulunarak iktidara geldi ve ölümüne dek iktidarda kaldı.

Chavez’in başında bulunduğu Bolivarcı hareket, başta Simon Bolivar olmak üzere 1800’lü yılların bağımsızlıkçı önderlerinin takipçisi olarak kendisini tanıtıyor ve değişim isteyen kitlelerin büyük desteğini kazanıyordu. Destek bir yıl içinde artmıştı. 1999 yılında seçilen Kurucu Meclis’in hazırladığı anayasa, referandumdan %72 gibi büyük bir destekle onay aldı. Chavez, başkanlık koltuğuna oturduğu ilk yıllarda toprak, eğitim, sağlık, barınma alanlarında ciddi reformlara girişti. Petrol şirketleri devletleştirilerek elde edilen gelirlerle kamu harcamalarına ciddi bir kaynak aktarılmış oldu. 1999-2006 yılları arasında yoksulluk oranında çarpıcı bir düşüş yaşanırken, Chavez’in sosyalist söylemler tutturduğu sonraki altı yılda ise bu düşüşte bariz bir azalma görüldü. Bu süreç, sosyalizm söylemleriyle halk uyutulurken reformların yavaş yavaş durma noktasına gideceğini gösteriyordu. Her ne kadar sol da olsa burjuva sınırlar içinde kalan her hareketin doğasına uygun olarak Chavez yönetimi, yıllar içerisinde yoksul emekçi kitlelerin refahını arttıran reformları bir kenara bırakırken, iktidarın maddi-manevi olanaklarından faydalanma çabası içerisine girdi. Bolivarcı iktidar, kendisine yakın duran, ihaleler ve diğer devlet kaynaklarını peşkeş çektiği “boliburjuvazi” olarak anılan bir sermaye kesimi yarattı. Devlet bürokrasisinde ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk vakaları giderek arttı.

Ne var ki böylesi bir burjuva sol iktidara dahi tahammül edemeyen yerli büyük burjuvazi ve başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, 2000’lerin başından itibaren türlü karşı-devrimci girişimlerle Bolivarcı hareketi iktidardan indirmeye çalıştılar. Örneğin 2002’de gerçekleştirilen darbe girişimi milyonlarca emekçinin Chavez’e sahip çıkmasıyla püskürtülmüştü. Bir devrimci durumun yaşandığı Venezuela’da devrimci Marksist bir önderliğin yokluğu koşullarında devrimci fırsatlar maalesef heba edildi. Sosyalist söylemlerle kitleleri arkasına almayı sürdüren Chavez, devletçi kapitalizmi güçlendiren bazı burjuva demokratik reformları hayata geçirmenin ötesine geçmemiştir. “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak parlattıkları bu reformlarla kitleleri uyutan Bolivarcı hareket, özel mülkiyete dokunmayarak, ilerleyen yıllarda hayata geçirdiği reformları dahi koruyamayacaktı.

Venezuela’da güncel durum

Kapitalizmin içinde bulunduğu derin krizle birlikte petrol fiyatları düşerken, devlet gelirlerinin önemli bir kısmının petrol gelirlerine bağlı olduğu Venezuela’da ekonomi ve reform programları ciddi bir çıkmazın içerisine girdi. Chavez’in son döneminden itibaren belirginleşmeye başlayan ekonomik çıkmaz, onun ölümünün ardından iktidara gelen Maduro döneminde ise giderek derinleşti. Sosyal hizmetlere ayrılan kaynaklar tükenirken, emekçi kitleler yeniden açlık ve sefaletle boğuşmaya başladılar. Bugün açlık ve “kıtlık” büyük bir sorun haline gelmiş durumda. İnsanların üçte biri günde bir ya da iki öğün yemek yiyebiliyor. Marketlerin önlerinde yüzlerce metre kuyruklar oluşurken, insanlar marketlerin boş raflarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Barajlardaki su seviyelerinin düşmesi nedeniyle hidroelektrik santraller çalıştırılamıyor ve günlük elektrik kesintileri 18 saati buluyor. Bu nedenle fabrikalar çalıştırılamıyor, devlet daireleri haftanın beş günü kapalı tutuluyor. Enflasyon oranı %800’ler gibi akıl almaz boyutlara ulaşmış durumda! Şiddet ve suç oranlarının giderek arttığı ülkede açlıkla boğuşan emekçiler, göç yollarına düşüyorlar.

Yaşanan ekonomik felâkette yerli büyük burjuvazinin ve ABD emperyalizminin payı çok büyüktür. ABD ve onunla işbirliği içerisinde olan yerli finans kapitalin türlü tezgâhlarıyla bankaların içi boşaltılıyor, dolar karaborsada dolaşıyor. İthal edilen gıda, ilaç, temizlik gibi temel ihtiyaç maddeleri piyasaya sürülmüyor; yapay bir “kıtlık” yaratılıyor. Örneğin gıda sektörünü tekelinde bulunduranın 2-3 aile olduğu ve bunların stokçuluk yaptıkları, piyasaya ürünleri sürmeyip yurt dışında (Kolombiya’ya vs.) sattıkları söyleniyor. Böylece yerli finans kapital, bir taşla birden fazla kuş vurmuş oluyor. Bir yandan spekülasyonla, karaborsayla muazzam kârlar elde ederken, öte yandan açlıktan mideleri guruldayan, sersefil kuyruklarda bekletilerek canından bezdirilen halkın hükümete tepki vermesi ve sokağa çıkması sağlanmış oluyor. Özellikle 2015 seçimlerinden sonra paramiliter gruplar üzerinden organize edilen sokak eylemlerinde şiddet tırmandırılarak ülke korkunç bir kaosun içine sürüklendi.

Bu tablo tıpkı 1970’lerin başında Şili’deki Allende hükümetini ve 12 Eylül öncesi Türkiye’deki Ecevit hükümetini yıpratmak için hayata geçirilen darbe hazırlıklarını hatırlatıyor. Venezuela Birleşik Sosyalist Partisinin ve devletin başkanı olan Maduro da, tıpkı selefi Chavez gibi sosyalizmi sadece sözde anıyor. Sosyalizm adına hayata geçirdiği tek önlem, tek program yok. Halk açlık ve sefaletle boğuşurken, musluğun başını tutmuş olan tekellerin mülklerine dokunmak gibi en temel önlemler nedense “21. yüzyıl sosyalizmi”nin kurucusu olan Bolivarcı hareketin liderlerinin akıllarına gelmiyor! Önlem olarak devreye soktukları ise fiyatların sabitlenmesi, kooperatiflerin kurulmasıdır. Bunlar ise yeterli olmak bir yana başka problemleri beraberinde getiriyor. Fiyatların sabitlenmesi, stokçuluğa yol açmaktadır. Örneğin bir ürünün fiyatının sabitlenmesi durumunda o ürün derhal raflardan stoğa kalkıyor ve karaborsaya düşüyor. Yoksul emekçiler ise boş raflarla karşı karşıya bırakılıyor. İşte Maduro’nun önlemi!

Oysa Marksist Tutum sayfalarında 2000’lerin başından itibaren bugüne kadar yayınlanan pek çok yazımızda uyarılarda bulunulmuş ve devrimle oyun oynanamayacağı vurgusu yapılmıştı. Elif Çağlı, 2006’da yayımlanan “Tehlikenin Ortasında” yazısında bu konuda şu uyarılarda bulunuyordu:

Bugünlerde bazı Latin Amerika ülkelerinde enerji alanında gerçekleşen devletleştirmelerin kimi yabancı sermaye gruplarının rahatını kaçırmakta olduğu ve bu tür tutumların ABD emperyalizmini öfkelendirdiği doğrudur. Ama Allende başkanlığındaki Şili deneyiminin de kanıtladığı üzere, düşmanı kışkırtır fakat onu yenilgiye uğratacak orduyu seferber etmezsen, bir yerde yenilgiyi kendi ellerinle hazırlamış olursun. Devrimle oyun oynanmaz. Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dahil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü ‘sol rüzgârlar’ denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı ‘kurtaran’ siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor.

Meselenin bir başka yanını ise, Latin Amerika’daki gelişmeleri dünyanın genel gidişatı içinde doğru bir yere oturtabilme zorunluluğu oluşturuyor. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi, dünyamızın bütünündeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek düzeyde ciddileşen, kızışan, derinleşen yönlere sahip. Bugün bu çekişmeler Ortadoğu’da emperyalist sıcak savaş biçimine bürünüyorsa, Latin Amerika ülkeleri genel tehlikeden muaf olarak adeta başka bir gezegende yaşıyor veya yaşayacak değil. Yalnızca Türk, Kürt veya Arap halkları değil, tüm dünyada halk kitleleri artan militarizmin, tırmanan emperyalist çatışmaların, yükselen faşizm tehdidinin altında bulunuyor. Dünya genelinde işçi-emekçi kitlelere karşı saldırıları tırmandıran karşı-devrimci güçler, Latin Amerika söz konusu olduğunda da pusuya yatmış uygun fırsatlar kollamaktadır. Yani özetle vurgulayacak olursak, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız.

Çağlı’nın yıllar önce işaret ettiği tehlikeler, şu an tüm çıplaklığıyla yaşam buluyor. Aylardır Venezuela’da sağ burjuva muhalefet eliyle sokak gösterileri örgütleniyor ve toplumsal bir kriz yaratılıyor. Faşist unsurların başı çektiği sağ muhalefet, bu gösterilerin bir çatışmayla ve insanların öldürülmesiyle sonuçlanması için her türlü provokasyona başvuruyor, polisin gösterilere saldırması hedefleniyor. Bu eylemlerde şu ana kadar onlarca insan öldürüldü. Bu ölümlerin çoğunun faili muhalefetteki faşist güçler olduğu halde, “diktatör” Maduro’nun halkına şiddet uyguladığı, demokratik gösterilere dahi izin verilmediği ve ülkenin yönetilemez hale geldiği görüntüsü dünya kamuoyuna yansıtılmaya çalışılıyor. Darbe ve hatta Trump’ın son olarak açık açık dillendirdiği üzere askeri müdahalenin “meşru” zemini döşenmiş oluyor.

Venezuela’da son bir aydır Kurucu Meclis seçimleriyle birlikte sokak gösterilerinin ve şiddetin dozu artmış durumda. Maduro, kendi sonu olabilecek bu krizi[1] aşmak amacıyla son olarak yeni bir anayasanın yazılması için Kurucu Meclis seçimlerini gündeme getirmişti. Sağ muhaliflerin şiddetle karşı çıktıkları ve boykot ettikleri Kurucu Meclis seçimleri 30 Temmuzda yapıldı. İktidara göre Kurucu Meclis seçimlerine katılım %41,5 iken, muhalefete göre ise katılım %20 ve meşruiyeti yok. Her iki kesimin rakamlarının kendi çıkarlarını temsil ettiği aşikâr ancak, bir gerçeklik var ki sefalet koşullarından bıkmış, umutsuz kitleler artık seçim sandıklarına eskisi gibi ilgi göstermiyor. Bunda, Kurucu Meclis seçimlerinde vekil adaylarının tepeden dayatılması ve taban inisiyatifinin dışlanması da bir rol oynuyor. Maduro yönetiminin bazı toplum kesimlerine belli kotalar ayırmasının (örneğin engelliler için 5, öğrenciler için 24, emekliler için 28 kota gibi) büyük ölçüde göstermelik olduğunun kitlelerin gözünden kaçmadığı da görülmektedir. Ne var ki, yerli ve yabancı büyük sermayenin saldırıları karşısında emekçilerin çoğunluğu halen Bolivarcı yönetime desteğini sürdürmektedir.

Maduro’nun Kurucu Meclis’i Amerika kıtasında sert tepkiyle karşılaştı. Kıta ülkelerinin dışişleri bakanları Peru’nun başkenti Lima’da bir araya gelerek Maduro’nun Kurucu Meclis’ten vazgeçmesi çağrısında bulundular. Ayrıca Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR) üyesi Arjantin, Paraguay, Uruguay ve Brezilya dışişleri bakanları ortak bir karar olarak Maduro’nun Kurucu Meclis’i feshetmesi gerektiğini açıkladılar. MERCOSUR, Venezuela’nın üyeliğini süresiz olarak dondurdu. 4 Ağustosta sağ muhalefetin örgütlediği protestolarla açılan Kurucu Meclis, ABD tarafından da tanınmazken, Maduro, “demokrasiyi, parlamentoyu ortadan kaldıran diktatör” olarak ilan edildi. Kurucu Meclis’in açılmasından birkaç gün sonra ise ülkenin üçüncü büyük kenti Valencia’da bir askeri merkeze saldırı gerçekleştirilerek, darbe girişiminde bulunuldu. Askeri kıyafet giymiş sivillerden oluştuğu söylenen bu girişim bastırılıp, saldırıda bulunanlar tutuklanırken, halk darbe karşıtı protesto gösterileri gerçekleştirdi.

Arka arkaya olağanüstü gelişmelerin yaşandığı Venezuela’ya dair Trump’ın gerekirse askeri müdahale olasılığının da düşünülebileceğini açıkça dillendirmesi halkı bir kez daha sokağa döktü. Latin Amerika ülkelerinde yıllarca süren askeri faşist diktatörlüklerin yaşattıkları acılar hâlâ hafızalarda tazeyken, Trump’ın askeri darbeleri ve müdahaleleri dillendirmeye cüret etmesi bugün işçi sınıfının örgütsüzlüğünden ve dünyada hâkim olan gerici, sağ eğilimlerin yükselişinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar MERCOSUR üyesi ülkeler ve Kolombiya, Meksika gibi diğer kıta ülkeleri Trump’ın konuşmasını kınamış ve Latin Amerika’da askeri müdahale istemediklerini dillendirmiş olsalar da Venezuela hükümetini devirmek üzere Kolombiya ve Meksika’nın ABD ile birlikte çalıştıklarını bizzat CIA başkanının itiraflarından biliyoruz. ABD’nin özellikle Chavez’in ölümünün ardından Venezuela’daki iktidarı devirmek için hayata geçirdiği planlarını hızlandırdığı gün gibi açık. Bugüne kadar medyaya yansıyan WikiLeaks’in sızdırdığı belgeler ve yazışmalarla da ABD’nin uzun yıllardır Bolivarcı iktidarın altını oymak için çeşitli politikaları devreye soktuğu ifşa edildi. 2006 tarihli bir belgede ABD Uluslararası Kalkınma Dairesi/Dönüşüm Girişimleri Ofisinin (USAID/OTI) sivil toplum örgütlerinin örgütlenmesinden, medyanın şekillendirilmesine dek yürüttüğü faaliyetler şöyle anlatılıyor: “…OTI (Dönüşüm Girişimleri Ofisi) 15 milyon dolarlık harcamayla 300 sivil örgüte teknik destek verip uluslararası hareketlerle temaslarını sağladı. Karşı retorik çalışmaları çerçevesinde Chavista’nın güçlü olduğu bölgelerde sivil örgütler aracılığıyla 3 bin forum düzenlendi ve böylece 238 bin kişiyle temas sağlandı. ABD’nin Venezuela muhalefetine şimdiye kadar 50-60 milyon dolar harcadığı tahmin ediliyor.[2]

Bugün sağ muhalefet üzerinden örgütlenen ve ölümlerin yaşandığı şiddet eylemleri, uluslararası medya tekelleri aracılığıyla Maduro’nun “diktatörlüğü” olarak yansıtılmakla kalmıyor, aynı zamanda “sosyalizmin, komünizmin çöküşü” olarak ilan ediliyor. ABD ve yerli finans kapital işbirliği görmezden gelinerek sanki yoksul emekçi kitleler kendiliğinden sokaklara çıkıp hükümeti protesto ediyormuş gibi haberler servis ediliyor. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz, “sosyalizmin iflası” olarak sunuluyor. Bizzat ABD tarafından milyon dolarla finanse edilen ve yerli finans kapital ile işbirliği halinde sağ muhalefetin sokağa saldığı paramiliter örgütler aracılığıyla kargaşa yaratılırken uluslararası medya bu durumu barışçıl yöntemlerle hak arayan halkın üzerine Maduro’nun polisi salması olarak sunuyor. Üstelik ölenlerin çoğu Chavista (Chavez yanlıları) ve bu gerçek gözlerden gizleniyor.

Bugün Venezuela’da yaşanan kaotik sürecin yaratılmasında sağ muhalefetin burjuvazi için dikensiz gül bahçesi yaratmak üzere giriştiği çok yönlü ikiyüzlü politikaların üzerinden atlanmaması gerekmektedir. Chavezci iktidara gelecek olursak yıllardır söylediğimiz gibi sosyalizm ile zerrece alâkaları yoktur. Yaptıkları devletleştirmeler bile çoğu kez göstermelik düzeyde kalmış ve tabandan gelen basınçla yapılmıştır. Yıllar içerisinde hayata geçirdikleri reformlar ise durma noktasına gelmiştir. Reformlarla, seçimlerle kapitalizmin ortadan kalkmasının mümkün olmadığı gibi Chavezci iktidarın gerçekte böyle bir amacı da olmamıştır. Ne var ki, burjuva reformların dahi burjuvaziye sosyalizm korkusu yaşattığı olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. İşte bu yüzdendir ki, sözde sosyalist iktidarların başarısızlıkları üzerinden sosyalizme kara çalınmaya, emekçi kitleler nezdinde sosyalizme olan inanç itibarsızlaştırılmaya ve küçük düşürülmeye çalışılmaktadır.

Venezuela’daki gelişmelere dair değerlendirmelerimiz acı da olsa doğrulanıyor. Maduro, Kurucu Meclis hamlesini yapmış olsa da mevcut kaotik durumdan çıkış kolay görünmüyor. “Yıllardır emekçileri oyalamanın bedelini giderek yalnızlaşan bir iktidarla ödemek zorunda kalan Maduro ve partisi, ya sonunda finans kapitale tam teslim olacaktır ya da sıkıştığı oranda devletin baskı aygıtlarına sarılarak daha da otoriter bir rejime yönelecektir. Chavezci iktidar işçiler ve köylülerin devrimci mücadelesiyle aşılıp geçilmezse, finans kapital eninde sonunda onu yıkacaktır. Aynı zamanda işçi sınıfına ağır bir saldırıyla birlikte yürüyecek böylesi bir yıkım ise, emekçiler için bugünkünden de daha ağır bir felâket anlamına gelecektir.[3]


[1] bkz. Oktay Baran, Venezuela ve Burjuva Solun Çıkmazı, Nisan 2017, marksist.com

[2] http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/08/03/kitlikla-beslenen-darb…

[3] Oktay Baran, Bolivarcı Hayallerin İflası, Aralık 2015, marksist.com

İlgili yazılar