Brezilya’da “Oyun” Devam Ediyor
Gülhan Dildar, 18 Mayıs 2018

Yolsuzluk yapmakla suçlanan Brezilya eski devlet başkanı Lula da Silva, geçen yıl 9 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu suçlamaya ve cezaya itiraz eden Lula, temyiz süresi boyunca tutuklanmaması talebinde bulunmuştu. Ancak Lula’nın temyiz aşamasının sonlanmasına dek tutuksuzluk başvurusu, 4 Nisanda Yüksek Mahkeme tarafından reddedildi. Cezası 12 yıla çıkartılarak tutuklama kararı alınan Lula, 2 gün boyunca çelik işçileri sendikasındaki direnişinin ardından polise teslim oldu. Lula, pişmanlık affından yararlanmak isteyen bir yolsuzluk sanığının ifadesine dayandırılarak rüşvet almakla suçlanıyor. İddia, Lula’nın, devlete ait olan Petrobas petrol şirketi ihalesi karşılığında Brezilya’nın inşaat devi OAS adlı şirketten rüşvet aldığı yönünde. Ekim 2018’de gerçekleştirilecek seçimlerde başkan adayı olacağını açıklayan ve yapılan anketlerde açık ara önde olan Lula’nın oligarşinin güdümünde olan yargı tarafından hızlı bir şekilde yargılanması ve hapsedilerek başkanlık yarışından bertaraf edilmesi tesadüf değildir. Gayet planlı bir “oyunun/sivil darbenin” parçasıdır.

Daha baştan söylemek gerekirse Brezilya oligarşik burjuvazisi ve ABD, bugün burjuva bir düzen partisi haline gelmiş olan PT’nin (Brezilya İşçi Partisi) reformist çizgisine ve burjuvazi ile yaptığı işbirliğine rağmen PT’nin ülkeyi yönetmesini istememektedir. Nicedir Brezilya oligarşisi ve ABD türlü tertiplerle PT’nin iktidarının önüne geçmeye çalışıyor. Lula’nın hapsedilerek başkanlık seçimlerine katılımının önüne geçilmesi bu doğrultudaki tezgâhlardan biridir. 2014 yılında yeniden iktidar olan PT’ye tahammülü kalmayan Brezilya burjuvazisi PT’nin iktidarına bir an önce son vermek istemişti. Bu hedef doğrultusunda ilk adım olarak 2016 yılında başkan Dilma Rousseff’in yolsuzluk suçlamasıyla azledilmesi sağlandı. Yolsuzluk, kara para aklama, rüşvet gibi suçların parçası haline geldiği iddiasıyla PT ve Rousseff, iki yıl boyunca ağırlıklı olarak küçük-burjuva kesimlerin yer aldığı, yer yer faşizan nitelik kazanan protesto gösterileriyle kamuoyu oluşturularak yıpratılmıştı. “Sivil darbe”nin ilk adımı olarak görevden uzaklaştırılan Rousseff’in yerine koalisyon hükümetinin sağcı başkan yardımcısı Michel Temer geçirilmişti.

2003’te Lula’nın başkanlık koltuğuna oturmasından 2016’ya dek Brezilya’da iktidarda olan PT, reformist ve işbirlikçi çizgisine rağmen finans kapital açısından “risk” demekti. PT, 2003-2010 yılları arasında Lula’nın, 2011-2016 yılları arasında ise Rousseff’in başkanlıkları altında iktidar partisi olmuştu. PT, parlamentoda azınlık haline düştüğü zamanlarda da çeşitli sağ partilerle koalisyonlar kurarak iktidarda kalmayı başarmıştı. PT iktidarı altında Brezilya ekonomisi dünyanın ilk on ekonomisi arasına girerken, Latin Amerika’nın da en büyük ekonomisi haline geldi. Ekonominin büyümesi esas olarak burjuvazinin semirmesi anlamına geliyor elbette ki. Emekçi kitlelerin koşullarında kısmi iyileştirmeler olsa da zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımındaki uçurum giderek derinleşmiştir. Dünyanın en büyük petrol üreticileri arasında yer alan Brezilya’da ulaşım son derece pahalıdır. Eğitim, sağlık gibi kamu harcamalarına ayrılan pay ise zaman içerisinde düşürülmüştür. İşçi ve emekçilerin tepkisine yol açan bu durum oligarşik burjuvaziye yeterli gelmemiştir. Tekelci sermaye çok daha sert ekonomik ve sosyal saldırı politikalarının hayata geçirilmesini arzulamaktadır ki, Rousseff yerine getirilen başkan Temer aracılığıyla derhal işe koyulmuşlardır.

Brezilya’da burjuva sağın kontrolünde olan yargı FBI ve federal polisin işbirliği ile önce Rousseff’in başkanlığına son verilmiş, ardından da Lula’nın yeniden başkan seçilmesinin önüne geçilmiştir. Yargı erkinin bu hamleleri burjuva sağın elini güçlendirmiştir. Milletvekillerinin yarısından fazlasının yolsuzluk dosyasının bulunduğu Brezilya’da kuşkusuz ne Lula, ne de Rousseff sütten çıkmış ak kaşıktır. Kişisel olarak yolsuzluk türü pisliklerin içerisine ne kadar batmışlardır bilemeyiz. Ancak şurası çok açık ki, bir zamanlar sosyalist öğeler içeren PT’nin yozlaşmasından ve iktidarın maddi nimetlerinden faydalanmasından, çevrelerinde yeni burjuva kesimler oluşturulmasından sorumludurlar. 1979’da askeri diktatörlük altında kurulan PT, 1982’deki ilk seçim deneyiminde seçimlerin işçilerin koşullarını değiştiremeyeceğini ifade ediyor ve şu sloganları öne çıkarıyordu: “Toprak, İş, Özgürlük!”, “PT patronsuz bir partidir!”, “Üretmeyi bilenler, yönetmeyi de bilirler!”, “İşçiler, bir işçiyi seçin!”, “Oylar 3 numaraya (PT’ye), diğerleri burjuvalardır”…

Genç bir metal işçisiyken sendika başkanı olan ve sonrasında PT’nin kurucu lideri olan Lula, 1978 grevlerini takiben bir konuşmasında şöyle diyordu: “Bu ülkede liberallerin partisinin ülke sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Ben, büyük işadamları tarafından desteklenen bir partinin işçi sınıfının sorunlarını çözeceğine inanmıyorum. Ben, bankacılar tarafından desteklenen bir partinin dış borç faizleriyle ilgili sorunları çözeceğine inanmıyorum.” Bir zamanlar bu cümleleri kuran ve eski bir metal işçisi olan Lula, zamanla bu söylemleri bir kenara bıraktı ve burjuva bir politikacıya dönüştü. PT de toprak reformundan dış borçların silinmesine, pek çok talebi bir kenara fırlatıp atarak bir burjuva düzen partisine dönüşeli çok oldu. Öyle ki oligarşik burjuvazinin saldırılarına karşı bile işçileri grev yapmak, sokağa çıkmak gibi aktif mücadelelere çağırmaktan sakınıyor. Oysa 7,4 milyon işçiyi temsil eden Birleşik İşçi Konfederasyonu (CUT) gibi Brezilya’nın en büyük sendika konfederasyonu hâlâ büyük ölçüde PT’nin etkisi altındadır ve bu işçileri mücadeleye sevk ederek ABD ile oligarşik burjuvazinin oyununu bozmak mümkündür.

Bir burjuva düzen partisi haline gelen PT, yine de Brezilya’nın oligarşik burjuvazisi ve ABD tarafından istenmeyen bir parti konumundadır. Bunun temel birkaç sebebi var. Birincisi, PT’nin oligarşik burjuvazinin isteklerini tam olarak yerine getirmemiş oluşudur. 2000’li yıllarla birlikte Latin Amerika’da esen sol rüzgârı ve kitlelerin düzene olan öfkesini arkasına alarak iktidara gelmesiyle birlikte PT, zorunlu olarak işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmeler yaptı ve emekçilerin desteğini kaybetmemek için birtakım adımlar atmaya devam etti. Burjuvazi ise bu durumdan memnun değildi ve neoliberal politikaların daha aktif bir şekilde hayata geçirilmesini istiyordu. Onun tercihi, grev hakkının sınırlandırılmasını, iş yasalarının esnetilmesini ve bu saldırılar karşısında ortaya çıkacak mücadelelerin de bastırılmasını sağlayacak bir hükümetti. Rousseff’in yerine getirilen Temer, zaman kaybetmeksizin işçi sınıfına yönelik saldırı paketlerini devreye sokmaya, katı bir “kemer sıkma” programını hayata geçirmeye başladı. Özellikle sosyal harcamaları kıstı, emeklilik haklarını tırpanladı. Özelleştirme programlarına hız verildi. Bunların başında ise Petrobas petrol şirketi gelmektedir. Bu şirket bir an önce özelleştirilerek Brezilya burjuvazisinin ve Exxon ve Chevron gibi Amerikan tekellerinin yağmasına açılmak istenmektedir. Diğer bir sebep ise PT’nin, Brezilya’da ekonomiyi ve dolayısıyla politikayı belirleyen birkaç burjuva ailenin (oligarşik burjuvazinin) çıkarlarının aksine devlet olanaklarını yeni burjuva kesimlere açması ve bu kesimleri palazlandırmasıdır. Yani kendisini destekleyen yeni bir burjuva kesim oluşturmasıdır. Dünyanın içerisinde bulunduğu hegemonya krizi koşulları göz önünde bulundurulduğunda en önemli sebeplerden bir diğeri ise, PT iktidarı döneminde Brezilya’nın ABD ile ilişkilerinin bozulmasıdır.

Lula ve PT çizgisi, tam da Latin Amerika’daki sol dalga üzerine oturan tüm sol-popülist hareketler/önderlikler gibi “Latin Amerika milliyetçiliği” temelinde ABD’den uzaklaşmaya başlamıştı. Chavez, Lula, Morales ve diğerleri, Latin Amerika bankasını ve ortak televizyon kanalını kurmuşlardı. Lula ve Rousseff, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvador, Guyana, Kolombiya, Paraguay, Peru, Surinam, Şili, Uruguay, Venezuela gibi ülkelerin üyesi olduğu Güney Amerika Ulusları Birliği (UNASUR) ve Güney Ortak Pazarına (MERCOSUR) üye olarak ABD ile mesafeli olmayı tercih ettiler. Brezilya bu kuruluşların içerisinde yer alarak kıtada öne çıkarken, aynı zamanda uluslararası arenada da Rusya, Çin ve İran’la ilişkilerini geliştirmeye başladı. Nitekim 2009’da İran’a karşı nükleer yaptırım kararına karşı direnen Brezilya ve Türkiye olmuştu, İran’da birlikte poz verilmişti. ABD, kendi arka bahçesinde kendisine karşı iş çeviren ve rakipleriyle işbirliği yapan ülkeler istemiyor. Bunun yanı sıra Brezilya’da ekonomide hâkim pozisyonda olan az sayıda burjuva aile, ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak ve oligarşik hâkimiyetini güçlendirmek istemektedir. ABD’nin ve Brezilya oligarşisinin Lula ve PT’ye saldırısının nedeni işte bütün bunlardır.

Gelinen durumun da gösterdiği gibi, Brezilya işçi sınıfını zorlu mücadele günleri beklemektedir. Lula ve Rousseff’in liderliğinde PT’nin geçirdiği dönüşüm hiç kuşkusuz emekçi kitleler için büyük bir ders oluşturmalıdır. Yeniden yükselecek olan mücadele dalgasına doğru biçimde hazırlanmak için, işçi sınıfının öncülüğündeki geniş emekçi kitlelere Lula çizgisinin götürdüğü çıkmazı doğru bir tarzda anlatabilmek büyük önem taşımaktadır. 

İlgili yazılar