Kapitalizmde Felâketler Yoksulları Vuruyor
Gülhan Dildar, 1 Aralık 2013

Son yirmi yıldır dünyadaki “doğal” felâketlerin ardı arkası kesilmiyor. Depremler, tsunamiler, seller, kasırgalar… Yaşanan felâketler giderek sıklaşıyor ve insan hayatında yarattığı yıkımlar onmaz acılara yol açıyor. Bizzat burjuva kurumların yayınladıkları raporlara göre de dünyadaki doğal afetlerin sayısı son 20 yılda 4 kat arttı. Özellikle 2000’den sonra bu tür felâketlerin yol açtığı yıkımı pek çok acı örnekte gördük. “Doğal” denilen bu felâketlerin daima yoksul kesimleri başta olmak üzere emekçileri vurduğunu da görüyoruz.

2004 yılının Aralık ayında Güney Asya’da yaşanan büyük deprem sonucunda oluşan tsunami nedeniyle Endonezya ve Sri Lanka’da 300 binden fazla insan hayatını kaybetti. 2005 Ekiminde meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki deprem Pakistan’da 90 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, bir o kadarının da yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açarken, Hindistan’da da yaklaşık 1500 kişinin yaşamına mal oldu. Yine 2005’in Ağustos ayında ABD’de Katrina kasırgası sonucunda New Orleans’da 1000’i aşkın insan yaşamını yitirmiş, binlercesi yaralanmış ve evsiz kalmıştı. 2008 yılında Çin’in Siçuan eyaletinde meydana gelen 7,8 büyüklüğündeki depremde 60 bin insan yaşamını yitirmişti. Aynı yıl, Myanmar’da, “Nargis” adıyla anılan kasırga, 60 binden fazla insanın ölümüne, 100 binden fazlasının kaybolmasına, 2 milyon kişinin evsiz kalmasına neden olmuştu. 2010 yılında bu kez Haiti’de 7 büyüklüğünde deprem gerçekleşti ve Haiti yerle bir oldu. 200 bin insan hayatını kaybetti, 190 binden fazlası yaralandı, 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. Ardından Pakistan’da sel yüzünden 1600 kişi yaşamını yitirdi, 8 milyon insan evsiz kaldı. 2010 ve 2011’de yoğun yağışlar nedeniyle yaşanan sel ve heyelan Brezilya’da yüzlerce insanın canını aldı ve binlerce insanı yine evsiz bıraktı. 2012’de yine Haiti’de yaşanan Sandy Kasırgası sonucu 200 bin kişi evlerinden oldu.

Kapitalizmin yarattığı felâket bu kez Filipinler’i vurdu

Bu acı tablo bir korku filmini andırıyor adeta. Ama ne yazık ki her geçen gün bu korkunç tabloya bir yeni felâket daha ekleniyor. Şimdiye kadar görülenlerin en şiddetlilerinden biri olan Haiyan tayfunu 8 Kasımda Filipinleri vurdu. 7 bini aşkın adadan oluşan Filipinler’de en büyük darbeyi Leyte Adası ve kıyı yerleşim bölgeleri aldı. Leyte Adası’nda yer alan 220 bin nüfuslu Tacloban kenti, tayfundan en çok etkilenen yerleşim yerlerinin başında yer alıyor. Şehrin, tayfundan önceki ve sonraki halini gösteren uydu fotoğrafları arasındaki fark, felâketin ne kadar korkunç boyutlarda olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Saatte 300 km’yi aşan hızla esen ve 600 km’lik bir alanı kapsayan bu tayfun, ardında yıkılmış binalar, cesetlerle dolu caddeler bıraktı. Hayatta kalanlar şehri terk etmeye çalışırken, geride kalanlar ise açlık ve salgın hastalıklar tehlikesiyle karşı karşıyalar.

105 milyon nüfuslu bu Güneydoğu Asya ülkesinde yaşanan bu tayfunun ardından her yer harabeye dönmüş, milyonlarca insanın hayatı altüst olmuş durumda. Şimdiye dek 5 bini aşkın insanın cansız bedenine ulaşılırken, ölü sayısının 10 binin üzerine çıkabileceği tahmin ediliyor. Filipinler hükümetinin verdiği bilgiye göre tayfundan 4 milyon 300 bin insan zarar gördü. 800 bin kişi evsiz kaldı. İnsanlar temiz su, ilaç ve yiyecek dahi bulamayacak durumdalar. Çığlıklarını duyuramayan yoksul halk, “ekmek ve yardım” taleplerini tepelerinde gezinen helikopterlerin görmesi için caddelere büyük harflerle yazdılar.

Açlıkla boğuşan ve hayatta kalabilme savaşı veren milyonlarca insana yeterli yardım sağlanmazken ve bu duruma dünyanın diğer ülkelerinde bir tepki yükseltilmezken, insanların buldukları marketlerden, dükkânlardan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması alçakça bir tutumla “yağmacılık” olarak sunuldu. Üstelik büyük bir tehlike olarak görülen bu “yağmacılığa” ve olası bir isyana karşı ordu seferber edildi. İşçi ve emekçilerin ayaklanmasından korkulduğu için özellikle bölgeye gönderilen benzin de azaltılmıştı.

Filipinler İçişleri Bakanı Manuel Roxas, Leyte Adası üzerinde helikopterle uçtuktan sonra gördüğü korkunç manzara karşısında felâketin boyutlarını gizleyemedi: “Sahilden 1 kilometre içeri kadar ayakta kalmış herhangi bir bina yok. Gördüklerimi nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum… Korkunçtu. Düşünün tüm gecekondu mahalleleri, her şey yıkılmış. Kibrit çöpleri gibi dağılmışlar.” Aslında Manuel Roxas, konuşmasında tayfunun kimleri vurduğunu da itiraf ediyordu. Kibrit çöpleri gibi etrafa saçılan evler, yine yoksul işçi ve emekçilerin evleriydi. Nüfusun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırında yaşadığı Filipinler’de de sağlıksız koşullarda, sağlam olmayan zeminler üzerinde, dere yataklarında, tehlikeli sahil şeritlerinde, ucuz malzemeyle yapılan evlerde yaşayanlar elbette ki yoksullardı. Ve yine felâketten kaçamayanlar yoksullar olmuştu. Tıpkı, ABD’deki Katrina kasırgasından kaçamayan yoksul siyahlar ve işçiler gibi…

Filipinler’de yaşanan trajedi ve insanların doğa olayları karşısında çaresiz kalışı, ne ilktir ne de kapitalizm altında son olacaktır. Doğa olaylarının yol açtığı yıkımlar göz göre göre yaşanmaktadır. İnsan, tarihi boyunca doğa olayları karşısında kendisini korumaya ve çeşitli yöntemler geliştirerek önlemler almaya çalışmıştır. Kapitalizmle birlikte bilim ve teknolojideki gelişimin boyutları düşünüldüğünde bu çaresizlik pekâlâ sınırlı boyutlara indirilebilir. Yaşanacak doğa olayları ve şiddetleri, teknoloji ve bilimin gelişmesiyle birlikte önceden belirlenebilirken, halk zamanında uyarılmıyor, uyarılsa bile yeterli önlemler alınmıyor, bulundukları bölgeden kaçıp kurtulma imkânları olmayan insanlar bir başlarına bırakılıyor. Bunun örneğini defalarca yaşanan tsunamilerde, kasırgalarda gördük. Burjuvalar, arabalarına, uçaklarına atlayıp afet bölgelerini terk ederken, onların yarattığı cehennemde yaşam savaşı verenler yoksullar oluyor.

Binlerce hatta on binlerce işçi ve emekçinin bir anda hayatlarını yitirmesi, yüz binlercesinin sakat kalması, milyonlarcasının evsiz kalması, içecek temiz su dahi bulamaması, tatlı kâr alanlarını bırakmak istemeyen kapitalistlerin umurlarında bile değildir. Hatta işçiler ve emekçiler için tarifsiz acılar anlamına gelen bu tür felâketler, tıpkı savaşlar gibi, burjuvazi için yeni yatırım ve iş alanları anlamına gelmektedir.

Kapitalistler bıraktık yaşanan doğa olayları karşısında önlem almayı, kapitalist üretim sistemiyle doğayı katlediyorlar. Çevre, hava kirleniyor, ikilimler değişiyor, küresel ısınma gerçekleşiyor. Bununla birlikte buzullar eriyor, tayfunların şiddeti ve sayısı artıyor, dünyanın kimi bölgeleri aşırı yağışların kimi bölgeleri ise kuraklığın yol açtığı felâketlerle boğuşuyor, canlı türleri yok oluyor, balıklar kıyılara vuruyor, kuşlar toplu halde ölüyorlar… Tüm bu yaşananlar artık üstü ötülemeyecek boyuta gelince, uzun yıllar sonra kapitalistler, iklim değişiminin doğal nedenlerden kaynaklanmadığını kabul etmek zorunda kaldılar. Lakin durumu kabul etseler de, doğanın katlinin önüne geçecek ve küresel ısınmayı önleyecek hiçbir ciddi adım atmış değillerdir.

Nisan 1997’de, Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza atmışlardı. Keza, 2010’un hemen başında toplanan Kopenhag İklim Zirvesinde, küresel sıcaklık artışının 2 santigrat derece ile sınırlanmasını hedefleyen çalışmalar yapılmasını, “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkelere yılda 100 milyar dolar yardımda bulunulmasını ve devletlerin gaz salımlarına dair kendi yaptıkları gözlemlerin sonuçlarını iki yılda bir Birleşmiş Milletler’e bildirmelerini içeren bir mutabakat metni ilan edilmişti. Ancak her iki metin de gerçek anlamda hayata geçirilmemiş, sadece bir şeyler yapılıyormuş görüntüsü çizilmiştir. Sera gazı salımının azaltılması konusunda lafa gelince tüm dünya kapitalistleri hemfikir görünüyor, ancak hiçbirisi bunun maliyetini üstlenmek istemiyor.

Kendi güvenliklerini tehlikeye atmayan kapitalistler, iş yoksulların hayatına gelince gerekli önlemleri görmezden gelmekteler ve maliyet olarak gördükleri bu önlemleri almamaktalar. Bu nedenle de geçmişten bugüne değin her türlü felâketin acısını emekçilere yaşatmaktalar. 100 yılı aşkın bir süre önce, 1902 yılında, Martinik adasında günler öncesinden sinyaller vererek patlayan ve 40 bin kişinin ölümüne yol açan bir volkan faciası üzerine kaleme aldığı bir makalede Rosa Luxemburg şunları söylemekteydi: “Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.” (Martinik, www.marksist.com)

Rosa’nın sözleri üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da, ne yazık ki, yerküre üzerinde yaşayan milyarlarca işçi ve emekçinin yaşam hakkı ve geleceği hâlâ bir avuç asalak burjuvanın alacağı kararlara bağlıdır. Ama Rosa’nın dediği gibi, “… bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükselecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.”

İlgili yazılar