İşçilerin Yoksulluğu Üzerinden Yükselen Zenginlik
Gülhan Dildar, 1 Kasım 2013

OECD, ILO, TÜİK gibi gerek ulusal, gerekse uluslararası burjuva kurumlar tarafından her yıl pek çok rapor yayınlanıyor. Bu raporlarda, toplumun gelir dağılımından yaşam ve çalışma standartlarına, işsizlik oranlarına varıncaya kadar pek çok konuda veriler sunuluyor. Burjuvazinin gerçek tabloyu gizlemek amacıyla türlü manipülalif işlemden geçirerek işlediği ve yayınladığı bu veriler bile, işçi ve emekçiler açısından durumun hiç de iyiye gitmediğini gösteriyor. Dünya işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı, yaşam kalitesinin düştüğü bu verilerle de kanıtlanıyor. Kapitalist gelişmeden işçi sınıfının payına açlık ve sefaletin düştüğü gerçeği, burjuvazinin verileriyle de gözler önüne seriliyor. Bu yıl açıklanan raporlara şöyle bir göz attığımızda dünyanın her yerinde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun derinleştiğini görmek mümkün.

Türkiye’de yaşam kalitesi

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) her yıl konut, gelir, iş imkânları, toplum, eğitim, çevre, sağlık, hayat memnuniyeti, güvenlik, iş-özel hayat dengesi gibi kriterleri dikkate alarak “Yaşam Kalitesi Endeksi” hazırlıyor. Bu rapor pek çok çelişkiyi gözler önüne seren çarpıcı sonuçlar içeriyor. 34 OECD ülkesinin yukarıdaki kriterlere göre kıyaslandığı bu raporda, Avustralya “yaşam kalitesi” en yüksek ülke olarak ilk sırada yer alırken, onu sırayla İsveç, Kanada, Norveç, İsviçre ve ABD takip ediyor. Türkiye ise bu sıralamada Brezilya, Şili ve Meksika’nın ardından sonuncu ülke olarak yer alıyor.

Örneğin, OECD ülkelerinde yıllık ortalama çalışma süresi 1776 saat iken, Türkiye’de ortalama 1877 saat çalışılıyor. Yani Türkiye işçi sınıfı OECD ortalamasından 101 saat fazla çalışıyor. Türkiye’de işçilerin %46’sı çok uzun saatler çalışırken, bu oran OECD’de %9. Türkiye’de 15-64 yaş arası kesimin %48’i ücretli bir işte çalışırken, OECD ortalaması %66. OECD ülkelerinin yıllık kullanılabilir hane halkı geliri ortalama 23 bin 47 dolar iken, Türkiye’deki rakam 14 bin dolar düzeyinde. Türkiye’nin durumu eğitim ve sağlıkta da farklı değil. Türkiye’de 25-64 yaş arası nüfusun sadece %31’i lise mezunu, OECD ortalaması ise %74. OECD ortalaması 80 yıl olan yaşam süresi ise Türkiye’de 75.

Tüm bu veriler neticesinde yaşam kalitesinde sonuncu olan Türkiye’nin, dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övündüğünü ve her yıl dolar milyarderi sayısını hızla arttırdığını unutmamak gerek. 2003 yılında 4 olan dolar milyarderi sayısı bugün neredeyse 11 kat artarak 43’e çıktı. Ne var ki bir avuç azınlık servetine servet katarken, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler cephesinde durum hiç de parlak değil. Toplumdaki gelir dağılımı adaletsizliği katmerleşerek arttı. Zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum derinleşti. Sermayenin önünü açan politikalar izleyerek dolar milyarderi sayısını rekor seviyelerde arttıran ve Türkiye’yi en çok dolar milyarderine sahip ülkeler sıralamasında ilk on içerisine sokan AKP iktidarı, bu başarısını güle oynaya kamuoyuna duyuruyor. Toplumun geri kalan kesimlerinin de bu “başarı” ile gurur duymasını sağlamaya çalışıyor. Peki ama burjuvazi işçi sınıfının gurur duymasını istediği bu “başarı”yı neye borçlu acaba?

Burjuvazi bu “başarı”yı elbette işçi sınıfının emeğini gasp ederek sağlıyor. Milyarder sayısındaki artış, işçi sınıfının yaşam standardındaki gerileme pahasına gerçekleşiyor. İşçi sınıfının çalışma koşulları her geçen gün ağırlaştırılıyor; güvencesiz çalışma, taşeron çalışma yaygınlaşıyor, iş saatleri artıyor, iki-üç işçinin yapacağı iş bir işçinin üzerine yıkılıyor, çalışma temposu hızlandırılıyor ve tüm bunların sonucunda iş kazaları ve cinayetleri artıyor. Yani dolar milyarderlerinin serveti, işçi sınıfının canı, kanı pahasına artıyor. Ve utanmadan “bu başarı ile övünün, gurur duyun” deniliyor.

10 yıllık AKP iktidarı döneminin en can yakıcı sonuçlarından biri de iş kazalarındaki ve cinayetlerindeki artıştır. Bu süreç içerisinde, patronlar sınıfının maliyet unsuru olarak gördüğü işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmayarak her yıl işçi ölümlerinin artışına seyirci kalınmış ve hiçbir önleyici yaptırım uygulanmamıştır. Kendini emekçiden yana gösteren ama gerçekte patronlar için dikensiz gül bahçesi yaratan ikiyüzlü AKP, patronların sermayelerini büyütmekteki başarısını her ne hikmetse işçi ölümlerini azaltmakta gösterememiştir. Kazalar, azalmak bir yana her geçen yıl artmıştır. 2003 yılında iş kazalarında yaşamını yitiren işçilerin sayısı 810 iken, 2011 yılında bu sayı 1700’e çıkmıştır. 2003-2011 yılları arasında yaklaşık 10 bin 500 işçi yaşamını iş cinayetlerinde kaybetti. Üstelik bu rakamlar AKP’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından deklare edilen rakamlardır. Bir de üzeri kapatılan, kayıtlara iş kazası olarak geçirilmeyen ölümleri hesaba kattığımızda bu rakam katbekat yükselmektedir.

İşçileri kandırmakta sınır tanımayan AKP, kendi canları ve kanları pahasına büyüyen Türkiye ekonomisinden sanki işçi ve emekçiler de aynı oranda pay alıyormuş aldatmacası yaratıyor. AKP, iktidara geldikten kısa bir süre sonra AB uyum süreci çerçevesinde milli gelir hesaplama yönteminde değişiklikler yaparak, kişi başına düşen milli geliri daha yüksek gösterdi. Yani kâğıt üzerinde bir anda zenginleşiverdik!

TÜİK verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen ortalama milli gelir 10 bin dolar civarında. Fakat bu rakam hesaplanırken servetleri milyar dolarlar olan kodamanların da hesaba katıldığını göz ardı etmeyelim. Dolayısıyla gerçekte emekçilerin gelirlerinin daha da düşük olduğu gün gibi ortadadır. Burjuva ekonomistler, türlü oyunlar oynayarak gelir dağılımındaki adaletsizliği ve uçurumu işçilerden gizlemeye çalışıyorlar. En yoksulla en zengin arasındaki gelir uçurumunu gizlemek için toplum %1’lik dilimler yerine %20’lik dilimlere bölünüyor ve böylece en zengin bir avuç asalağın devasa boyutlardaki serveti, milyonlarca insanı kapsayan %20’lik dilim içinde gözlerden gizlenmiş oluyor. Böylece burjuva kalemşorlar, gelir dağılımındaki adaletsizlik azalıyor palavraları atabiliyorlar. Oysa 2012 TÜİK verilerine göre Türkiye’de yoksulluk %16 oranındadır ve 12 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşam savaşı vermektedir. Türkiye’nin en zenginler listesinde 8 milyar doları aşan servetiyle başı çeken Koç ailesinin yaşam standardı ile asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca yoksul işçinin yaşam standardını varın siz kıyaslayın!

Dünyada yaşam kalitesi

“Yaşam Kalitesi Endeksi”nde ilk sıralarda yer alan ülkelerde de toplumun alt kesimleri ile tepedekiler arasındaki uçurum korkunç boyutlardadır. Ancak burada da yapılan hesaplamalarda toplum %20’lik dilimlere bölünerek, en alttaki %20 ile en üstteki %20 arasında sadece birkaç katlık bir gelir farkı varmış gibi gösterilmektedir. Örneğin, İngiltere’de tepedeki %20 ile alttaki %20 arasındaki gelir farkı 6 kat, ABD’de ise 8 katmış gibi sunulmaktadır. Oysa yüzde 20’lik gruplar yerine daha küçük dilimler baz alınarak bu hesaplamalar yapıldığında gelir dağılımındaki eşitsizlik çok daha çarpıcı bir şekilde görülecektir. ABD’de nüfusun en zengin yüzde 10’unun ortalama geliri, en fakir yüzde 10’unun gelirinin 14 katıdır. Bu fark yüzde 1’lik, hatta binde 1’lik dilimlere göre yapılmalı ki aradaki gelir farkı uçurumu tüm çıplaklığıyla görülebilsin. 2009 ile 2012 yılları arasında, ABD’nin toplam milli geliri yüzde 6 oranında arttı. Fakat bu büyümenin yüzde 95’i en zengin yüzde 1’lik kesime gitti. İşçiler açısından ise gerçek gelirler keskin bir şekilde düştü.

Sermayenin yarattığı çelişkilerin keskin bir şekilde yaşandığı ülkelerden bir diğeri de Meksika’dır. OECD yaşam standardı endeksinde sondan ikinci sırada yer alan Meksika, öte yandan dünyanın en zengin kapitalistini barındırıyor. 73 milyar dolar servetiyle Meksikalı Carlos Slim, bu yıl Forbes dergisinin yayınladığı verilere göre dolar milyarderleri sıralamasında dünyanın en zengini olarak belirlendi. Bir tarafta dünyanın en zengini, diğer tarafta ise tüm zenginliği üreten ve sefalet içinde yaşayan milyonlar bulunuyor. Aslında Meksika örneğinde gördüğümüz bu eşitsizlik ve adaletsizlik, dünya genelinde de bariz bir şekilde görmek mümkün.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik dünya nüfusu baz alındığında çok daha çarpıcı bir şekilde görünmektedir: “Dünyanın en zengin 1000 insanının toplam serveti, en fakir 2,5 milyar insanın sahip olduğu servetin yaklaşık iki katı. Helsinki merkezli Dünya Kalkınma İktisadı Enstitüsü’ne göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi, alttaki yüzde 50’lik kesimden tam 2000 kat daha zengin. Uluslararası Çalışma Örgütü, 3 milyar insanın günlük iki dolarlık bir gelire tekabül eden yoksulluk sınırının altında yaşadığını tahmin ediyor. 1998 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişme Raporu’nun önsözünde Galbraith, dünya nüfusunun yüzde yirmisinin bütün bir yerkürede üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 86’sını tüketirken, en fakir yüzde 20’nin bu mal ve hizmetlerin ancak yüzde 1,3’ünü tüketebildiğini ifade ediyordu. Bugün durum çok daha vahim: Dünya nüfusunun yüzde 20’si, üretilen mal ve hizmetlerin yüzde 90’ını tüketirken, en fakir yüzde 20 ancak yüzde 1’ini tüketebiliyor. Dünyadaki tüm servetin yüzde 40’ı, dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesimine ait. Dünyanın en zengin 20 kişisi, milyarlarca fakirin mal varlığına denk bir refaha sahip.” (Agos, Zygmunt Bauman)

İşçi sınıfının gerek Türkiye’de gerekse dünya çapında içine düştüğü ağır sefalet koşullarını anlatmak bakımından bu rakamlar oldukça çarpıcıdır. Fakat bu veriler, dünyadaki zenginliğin nasıl da bu bir avuç asalağın elinde biriktiğini görmek bakımından daha önemlidir. Milyarlarca insan açlık ve sefaletle cebelleşirken, burjuvazi sefasını sürmektedir. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere ABD’den Hindistan’a, Türkiye’den Meksika’ya, İngiltere’den Çin’e dünyanın dört bir yanında sınıf çelişkileri derinleşmektedir. Bu çelişkiler üzerine kurulu olan kapitalizme son vermeden, dünyanın tüm nimetlerinden herkesin eşit bir şekilde faydalanması mümkün olmayacaktır.

İlgili yazılar