Cezaevlerindeki Vahşet
Gülhan Dildar, 2 Temmuz 2012

Kapitalizm dünya ölçeğinde tarihsel bir bunalımın içine girmiş durumda. Derinleşen krizin yansımalarını her alanda görmek mümkün. İşsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet her geçen gün daha da artarken, dünyanın dört bir köşesinde işçi-emekçi kitleler yaşam koşullarına isyan ediyorlar. Ancak buna karşılık sermayenin siyasal ve toplumsal baskısı da artıyor. Kitleler kontrol altına alınmaya çalışılıyor, en ufak bir hak arama mücadelesinde dahi tutuklamalar, gözaltılar gerçekleştiriliyor. Bunun yanı sıra toplumdaki yoksulluk ve sefalet derinleştikçe suç oranlarında ve mahkûm sayılarında da bir hayli artış görülmektedir. Özellikle 90’ların başından itibaren cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin sayısının katlanarak arttığı gözlemlenmektedir. Rüyalar ülkesi olarak görülen ABD’de ve burjuva demokrasisinin sınırlarının görece daha geniş olduğu AB ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de durum böyledir. Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 2002 yılında 59 bin civarında iken, bu yıl bu sayı 130 bini aşmıştır.

Türkiye’de cezaevlerinin insanlık dışı koşulları, Urfa E Tipi Cezaevinde bu duruma isyan eden 13 mahpusun yanarak yaşamını yitirmesi ve Gaziantep, Adana ve Karaman cezaevlerinden bu isyana destek gelmesiyle birlikte bir kez daha gündeme gelmiş oldu. Gerek siyasi tutsaklar, gerekse adli mahpuslar cezaevlerindeki insanlık dışı koşulların değişmesi için yıllardır seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Ne var ki, İnsan Hakları Derneği’nin ve çeşitli demokratik kitle örgütlerinin cezaevi koşullarına defalarca dikkat çekmesine ve uyarılarına rağmen Adalet Bakanlığı ve cezaevi yönetimleri beklendiği üzere kıllarını bile kıpırdatmamışlardır.

Sonuç olarak, devletin hiçbir şekilde mahpusların ve onların yakınlarının taleplerini dikkate almaması ve cezaevi koşullarının tahammül edilemez boyutlara ulaşmasıyla birlikte, Urfa E tipi Cezaevinde, 16 Haziran akşamı C-15 koğuşunda kalan adli suçlular yaşadıkları insanlık dışı koşulları protesto etmek için yatak ve yorganlarını ateşe verdiler. Sloganlar atarak yaşadıkları vahşeti duyurmaya çalıştılar. En küçüğü 18 ve en büyüğü 34 yaşında olan gencecik 13 insan, yanarak ve dumandan zehirlenerek korkunç bir şekilde can verdi. Sözümona “adaleti” sağlamak için kurulmuş olan Adalet Bakanlığından yapılan utanmazca açıklamalarsa insan hayatına zerre kadar değer verilmediğini ortaya koyuyordu. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, isyanın üzerini şöyle örtmeye çalışıyordu: “Vantilatör yüzünden kavga çıkmış.” Yine Urfa Valisi Celalettin Güvenç de benzer bir açıklama yapmıştı: “Mahkûmlar kendi aralarında yaptıkları kavga sonucunda yatakları yakıyorlar. Maalesef kapıların açılmasına kadar geçen sürede böyle bir olay yaşadık.”

Oysa İHD’nin tutuklu ve hükümlülerle ve onların aileleriyle yaptığı görüşmelere göre hazırladığı raporda, çıkan yangına saatlerce hiçbir müdahale yapılmadığı ve kapıların açılmadığı belirtiliyor. Yangın sonrasında gardiyanlar ve askerler bahçeye kaçarlarken, mahpuslar kendi kaderlerine terk edilmiştir. Basına da, isyanın mahkûmların kavga sonrası yangın çıkarmaları olarak yansıtılmasının yanı sıra “sakın ha gündem etmeyin” denmiştir. Gerçeklerin Özgür Gündem ve yerel Kürt basınına yansımasının ardından Adalet Bakanı ve diğer devlet yetkililerinin yaptıkları açıklamalar biliniyor: “Yazılanların gerçeklerle ilgisi yoktur!” Oysa durum hiç de Adalet Bakanı’nın üzerini kapatmaya çalıştığı gibi değildir; yıllardır insanlık dışı cezaevi koşullarının getirdiği sorunların birikimi sonucu “kavga” değil bir isyan patlak vermiştir.

375 kişilik kapasitesi olan bu cezaevinde, 1057 tutuklu ve hükümlü kalmakta ve bu nedenle mahkûmlar en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamamakta ve zulüm görmekteydiler. Koğuşlar tıka basa dolu, yatacak yer yok, kokan battaniyeler, tuvalet kenarına serilmiş yataklar… Su günde sadece 2 kez 1 saat boyunca veriliyor. 6-8 kişinin kalması gerekirken 20’nin üzerinde mahpusun kaldığı koğuşta kim ne zaman ihtiyaçlarını giderebilecek? Aşırı yağlı yemekler, içinde böcekler ve kırılmış plastik çatal bıçak parçaları… Kantinde her şey mahpuslara üç kat pahalı fiyattan satılıyor. Siyasi tutsaklar, adli koğuşa atılarak cezalandırılıyor, her gün dayak, her gün taciz… İnsanlar delirecek noktaya getiriliyor. En insani ihtiyaç olan sohbet ve havalandırma hakkı verilmiyor. Hasta mahpuslar hastaneye sevk edilmiyor, tedavi olamıyorlar. Revirlerde ise çoğu zaman kimse olmuyor. Bu koşullara ve işkence boyutuna varan baskıya daha fazla nasıl katlanılabilirdi ki?

4 ay önce C-15 koğuşundan tahliye olmuş eski tutuklu Bedir Taklan, İHD ile görüşmesi sırasında insanı dehşete düşüren koşulları şöyle anlatıyor: “Sıkıntılar, şikâyetler dikkate alınmıyor. Gardiyanlar kötü davranıyor. Daha önceki görüşmemizde sıkıntıları dile getirdik. Bence sorunlara dikkat çekmek için yangın çıkarıldı. Kapıyı açmayacaklarını tahmin etmediler. Kapı açılmayınca ölüme terk edildiler. Hatta beni bulunduğum koğuştan alsınlar diye kendimi bıçakladım. (Karnındaki bıçak izini gösterdi) Bağırsaklarım dışarıya çıktı. Bağırdık, çağırdık, kapıyı açan olmadı. Sesimiz kesilince kapıyı açıp beni hastaneye götürdüler. Banyo için günde 1 saat sıcak su veriliyor. 18 kişi bir saatte banyo yapacak, deniliyordu. Yetmediği için bir taraftan banyo yaparken bir taraftan da kovalara su koyuyorduk. Cezaevinde bir doktor bulunuyor. Haftada bir doktora çıkma hakkın var, sıra yetişmediği zaman diğer haftaya kalırsın, muayene olamazsın. Yangın arkadaşlar arasında yaşanan kavgadan dolayı çıkarıldı deniliyor. Bu doğru değil. Biz kardeş gibi geçiniyorduk, bize gelen yiyecekleri, eşyaları kardeşçe paylaşıyorduk.”

Cezaevlerinde yaşanan bu sıkıntılar yeni değildir. Yine Urfa Cezaevinde, 22 Temmuz 2010’da, Erkan Gümüştaş, siyasi tutuklu olmasına rağmen, adli tutukluların arasına konulmak istenince kendi bedenini ateşe vererek cezaevlerindeki keyfi ve insafsız uygulamalara dikkat çekmeye çalışmıştı.

KCK davası kapsamında tutuklanan ve 20 aydır bu cezaevinde bulunan BDP Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, cezaevi koşullarının dayanılmaz boyutlara ulaştığını anlatmak için Adalet Bakanlığına, TBMM İnsan Hakları Komisyonuna defalarca dilekçe yazıp, faks gönderdiğini, ancak hiçbir sonuç alınamadığını belirtiyor. Urfa Cezaevi koşullarını protesto etmek isterken 13 kişinin yaşamını yitirmesinin hemen öncesinde 13 Haziranda da yine faks gönderdiğini, ancak Adalet Bakanı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün gönderilen fakslardan haberdar olmadıklarını söylediklerini belirtiyor. İbrahim Ayhan, kaldıkları koğuşları şöyle tarif ediyor:

“Kaldığımız koğuşlar 15 metrekarelik alandan ibarettir. İki katlı 15 metrekarelik bu alanların alt katında yemek yediğimiz yer, üst kat ise uyumak için kullandığımız alandır. Burada 10 metrekarelik beton bir mezarda yaşıyoruz. Olayın gerçekleştiği koğuş ile bizim kaldığımız koğuşlar aynı özellikleri taşımaktadır. Şu an itibariyle 10 kişi kalıyorsak da bu sayının 18 kişiye kadar da çıktığı oluyor. Kaldığımız koğuşta tuvaletin önünde yere yatak sermiş durumdayız.”

Ayhan ayrıca cezaevi müdürlerinin ve gardiyanlarının orada kendi imparatorluklarını kurduklarını ve mahkûmları tehdit ederek, keyfi uygulamalar dayattıklarını anlatıyor:

“Cezaevi yönetimine yaptığımız her başvuru ve talep bu iki şahıs tarafından sürgün tehdidiyle cevap bulmaktaydı. Medyaya ilk gün «kavga çıkmış» diye yansıdıysa da bu olayın gerçeğini yansıtmamaktadır. Bu olay cezaevi koşullarını protesto amaçlı yapılmış açık bir isyandı. Urfa cezaevinde bu koşullar altında insanın yaşamasının imkânı yok. Buradaki koşullar psikolojik, sosyal ve siyasal anlamda tam anlamıyla bir işkencehanedir. Sistematik bir işkence uygulanıyor. Sosyal anlamda herhangi bir koşul ve olanak bulunmamaktadır.”

İlki 16 Haziran ve ikincisi 18 Haziranda patlak veren isyanının ardından, polis, cezaevi önüne gelen ve yakınlarını kaygıyla merak eden mahkûm yakınlarına da utanmadan azgınca saldırmıştır. İçerideki çocuklarından, eşlerinden, kardeşlerinden haber alma umuduyla orada bekleyen aileler azgınca tazyikli su, biber gazı ve gaz bombası kullanılarak dağıtılmaya çalışılmıştır.

Cezaevi isyanlarının ardından mahpuslar sürgün ediliyor

Yaşananlar sonrasında koşulları protesto eden hükümlü ve tutuklular adeta cezalandırılmak üzere farklı cezaevlerine nakledildiler. Nakledilen mahpusların aileleriyle ve avukatlarıyla görüşme imkânlarının maddi olanaksızlıklar nedeniyle neredeyse imkânsız hale geldiği ortadadır.

Benzer sürgünler Urfa Cezaevindeki isyana destek veren cezaevlerinde de gerçekleşmektedir. Örneğin 21 Haziran günü sabah saat 4’te Adana’dan çevik kuvvet polisleri getirilerek, Karataş Kadın Cezaevinde koğuşlara baskın düzenlenip, koğuşlarda bulunan 4’ü siyasi 106 adli kadın tutuklu olmak üzere toplam 110 tutuklu, eşyalarının alınmasına dahi izin verilmeden, Ankara Sincan ve Aliağa Şakran kadın cezaevlerine nakledilmişlerdir. Nakil sırasında tutuklular darp edilmiştir. Karataş Cezaevinden Şakran Cezaevine nakledilen ve iki yıldır tutuklu olan Özgür Halk dergisi çalışanı Sevcan Atak, nakil sırasında yaşanan tüyler ürpertici olayı şöyle anlatıyor:

“Cezaevine girişte bizi araçtan indirdikten sonra, tek tek arama noktasına almak istediler. Biz, tek tek aranmak istemediğimizi söyledik. Bunun üzerine tekrar ring aracına bindirdiler. Sonra, tekrar tek tek indirmeye başladılar. Arama noktasına giren arkadaşlarımızın karşı koyuş ve haykırışlarını duyuyorduk. Aslında, biz normal bir aramayı tabii ki kabul ediyorduk. Ama bize dayatılan, onur kırıcı ve taciz içeren bir aramaydı. 6-7 kadın gardiyan gülerek «girişe hazır mısınız?» diyerek kıyafetlerimizi zorla çıkarmaya başladılar. Birçoğumuzun kıyafetleri yırtıldı. Saçlarımız çekildi, yere yatırıldık. Pantolonlarımız ve iç çamaşırlarımız zorla çıkarıldı. Bu arada fark ettik ki içeride hepimizin sağlık dosyalarına bakmışlar ve özellikle rahatsız olduğumuz vücut bölgelerimizden bize zarar vermeyi amaçlamışlardı. Örneğin, rahim hastalığı olanların rahim bölgelerine, böbrek hastalığı olanların böbrek bölgesine, migreni olanların başına vuruyorlardı. Sonunda hepimiz çırılçıplak kaldık. Kadın gardiyanlar bizi o şekilde bırakıp, kapıyı da açık bırakmak suretiyle dışarı çıktılar. Ve aralık olan kapıdan askerlerin bize baktıklarını gördük. Bu durum hepimizi korkunç bir biçimde rahatsız etti. Yaşadığımız cinsel taciz, hepimizi çok etkiledi. Yaşadıklarımız nedeniyle suç duyurusunda bulunduk. Savcılığa götürüldüğümüzde Kürtçe ifade vermek istediğimizi söyledik, bunun üzerine başvurumuz alınmadı…”

Yaşanan sorunlar tek başına Urfa Cezaeviyle sınırlı değil. Türkiye genelinde cezaevlerinde yaşanan sorunlar benzerdir. Dışarıdaki baskının ve otoriterleşmenin bir devamı olarak, cezaevlerindeki insanın kanını donduran vahşet uygulamaları da giderek artıyor. Cezaevleri adeta toplama kamplarına dönüştürülüyor. AKP hükümeti ve devlet her türlü muhalefetin sesini kesmeye çalışıyor. Özellikle de KCK operasyonları kapsamında Kürtleri ve sosyalistleri içeri tıkıyor. Devlet, cezaevlerinde yapılan uygulamalarla adeta mahkûmlardan öç alıyor.

Cezaevi sorununa devletin çözümü: “Daha fazla cezaevi inşa etmek”

Cezaevleri, özellikle de Kürt coğrafyasında, gerçek kapasitelerinin üç katını aşan bir doluluk oranına çıkmış durumdalar. Yaşanan sorunlar ortadayken, çözüm olarak hükümet kanadından birbirinden utanmaz açıklamalar geliyor. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, çözüm olarak cezaevi sayısının arttırılacağı “müjdesini” veriyor: “2009’da Urfa Cezaevi’nde bu sorunu acil çözmek üzere harekete geçilmiş, ancak 1-1,5 yıl içinde oraya iki tane T tipi cezaevi yapılarak bu sorun giderilecek.” Benzer şekilde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise pervasızlığı had safhaya çıkararak, cezaevlerinin “ekonomik getiri”sine vurgu yapıyor: “196 yeni cezaevi yapılacak. Denetimli serbestlik yasasıyla 16 bin kişi tahliye edildi. Şanlıurfa’da inceleme yapılıyor. Cezaevleri kapatılınca tepkiler geliyor. O illerin ekonomisine de getirisi var.”

Bir tarafta sorunlarına dikkat çekmek isterken cayır cayır yanan gencecik bedenler, bir tarafta da sermayenin temsilciğini yapan ve bu bedenler üzerinden cezaevi inşaatları ihalelerinden nemalanan, utanmadan ekonomik getiriden söz eden mahlûkat… Cezaevleri bir yandan binlerce Kürtle ve sosyalistle doldurulmakta, öte yandan adli suçlarda tam bir patlama yaşanmaktadır. Dünyanın 17. büyük ekonomisi konumuna yükselmesiyle övünülen Türkiye’de, hırsızlık, gasp gibi suçların bu kadar artmasının sebebi nedir acaba? Her geçen gün daha da çürüyen kapitalist düzen, daha fazla suç üretmektedir. Asıl sorun, suç üreten bu düzenin kendisidir.

Cezaevi sorunu, yeni cezaevleri inşa ederek ya da sözde tutuklu ve hükümlülerin şikayetlerini iletecekleri ve bu şikayetlerin inceleneceği “infaz hâkimliği müesseseleri” kurarak çözülemez. Bu kurumların bıraktık mahkûmların sorunlarını çözmesini, gelen şikâyetleri dahi incelemeden reddettikleri bizzat mahkûmların tanık oldukları durumlardır.

Hükümet sözde cezaevlerini denetlemek için Cezaevi İzleme Kurulları oluşturmuştur. Ancak bu kurulların üyelerinin büyük kısmını bürokratlar oluşturmakta, bürokrat olmayanları ise bürokratlar seçmektedir. Dolayısıyla bu kurullar birer vitrin süsünden ibarettirler. Cezaevlerinde yaşananları tüm gerçekliğiyle ortaya serebilecek ve onları denetleyebilecek kurumların devletten bağımsız olmaları gerektiği çok açıktır. Bu denetim ancak tam yetkiyle donatılmış demokratik kitle örgütleri, mahpus yakınlarının dernekleri vb. tarafından yapıldığında gerçek anlamına kavuşabilir.

Bunun yanı sıra, öncelikle Terörle Mücadele Yasası, Ceza Muhakemesi Kanunu gibi anti-demokratik yasalar ve sıkıyönetim mahkemesi işlevi gören Özel Yetkili Mahkemeler derhal lağvedilmelidir. İnfaza dönüştürülen uzun tutukluluk süreleri ortadan kaldırılmalıdır. Cezaevlerinin fiziki şartları derhal düzeltilmeli, cezaevindeki anti-demokratik uygulamaların, işkencelerin, kötü muamelelerin ve ölümlerin sorumluları tespit edilmeli ve cezalandırılmalıdır.

Cezaevlerinin devletin fiziki baskı aygıtlarından biri olduğu ve buna karşı da mücadele verilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Cezaevi koşullarını belirleyen son tahlilde dışarıdaki mücadeledir. Bu düzenin zindanlarını yıkacak olansa bu mücadelenin doruğuna vardığı bir işçi devrimi olacaktır.

İlgili yazılar