Devlet Katliamları Aklıyor
Gülhan Dildar, 5 Nisan 2012

2Temmuz 1993’te, Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerine katılacak olan 33 aydın ve 2 otel çalışanı, Madımak Otelinin ateşe verilmesiyle birlikte binlerce insanın gözlerinin önünde hunharca katledilmişti. Bu katliamın hazırlıkları günler öncesinden devletin o “derin elleri” tarafından yapılmıştı. Devlet, etkinliğe katılacak olan insanların güvenliğini sağlamak bir yana, katliamın hemen öncesinde kolluk kuvvetlerinin önemli bir kısmını başka ilçelere göndermişti. Dini temellerde kışkırtılan güruh, “Gazanız mübarek olsun” söylemiyle tahrik edilerek harekete geçirilmişti.

Bugün en haklı taleplerini dile getirmek isteyen işçilerin, emekçilerin karşısına anında dikiliveren devletin o “şanlı güvenlik güçleri” 8 saat boyunca katliamı izlemiş, itfaiye araçları otelin önünde olmasına rağmen yangın söndürülme teşebbüsünde dahi bulunulmamıştı. Otelde mahsur kalanlar saatler sonra kurtarılmaya başlanmıştı. Ancak 35 kişi çoktan can çekişe çekişe yaşamlarını yitirmişti. Binlerce insanın gözlerinin önünde gerçekleşen bu vahşet, ne yazık ki, “dini duyguları aşağılanan bir grup insanın tepkisi” olarak lanse edildi ve devletin katliamdaki rolü gizlendi. Oysa devlet kontrgerilla örgütlenmeleri aracılığıyla sahnede görünen yobaz güruhu kışkırtmış ve Aleviler üzerine salıvermişti.

Katliam sonrasında ise dönemin devlet erkânı tarafından çeşitli açıklamalar yapılacaktı. “Alevi kesimin oylarına yaslanarak parlamentoda kendisine yer bulan ve koalisyon ortağı olan SHP’nin Genel Başkanı Erdal İnönü, ‘güvenlik güçlerimizin özverisiyle vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmesi engellenmiştir’ açıklamasıyla bir yandan riyakârlığın sınırlarını zorlarken bir yandan da olayların tamamen devletin kontrolü dışında geliştiği izlenimini vermeye çalışıyordu. Diğer devletlûların açıklamaları da bundan farklı değildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ‘halkla polisi karşı karşıya getirmeyin’ sözlerini, oteli ateşe veren ‘halk’ için söylemekteydi. Başbakan Tansu Çiller, ‘otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır’; ANAP lideri M. Yılmaz, ‘bu, bir futbol maçında bile çıkabilecek bir olaydır’ sözleriyle kendilerini ele veriyorlardı.” (Cem Keskin, Sivas Katliamının Sorumlusu Kapitalist Devlettir!www.marksist.com)

Sivas davasında gelinen nokta

Katliam sonrasında açılan dava yıllarca kerhen sürmüş, sorulan sorulara cevap aranmamış, kimi sanıklar yıllardır bulunamamıştır! Binlerce insanı bir araya toplayan, otelin etrafını kuşatıp yakma emrini verenler araştırılmamış, aksine olay yalnızca o günle sınırlı tutulmuştur. Bu katliamın neden gerçekleştirildiği ise gündeme dahi getirilmemiştir. Katliam sonrasında gözaltına alınanlar hakkında “laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçlamasıyla dava açılmıştır. Oysa ortada devlete karşı işlenen bir suç yoktur, aksine söz konusu olan devletin günler öncesinden planlı ve bilinçli bir şekilde örgütlediği bir suçtur. Üstelik bu vahşet insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.

İşte aradan 19 yıl geçtikten sonra 13 Martta Sivas katliamı ana davasından dosyaları ayrılan 7 kişinin duruşması Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü ve mahkeme, 2 sanığın ölmüş olması, diğer 5 sanık açısından ise zaman aşımı nedeniyle kamu davasının düşürülmesine karar verdi. Aslında davanın düşeceği belliydi. Çünkü devlet artık bu defteri kapatmak, gündemden düşürmek ve kendi üzerine sıçramış kanı gözlerden saklamak istiyordu. Bu durumu Başbakan Erdoğan’ın hiç utanıp sıkılmadan mahkemenin kararı sonrasında söylediği “vatana, millete hayırlı olsun” sözleri yeterince açığa vuruyor zaten.

Katliamda yaşamını yitirenlerin yakınları ve davanın takipçileri mahkemenin verdiği kararı “insanlık suçlarında zaman aşımı olmaz” diyerek protesto etmek isterken, polisin biber gazına, copuna, tazyikli suyuna, azgınca saldırısına maruz kaldılar. Kendine demokratlığını kanıtlamış olan AKP hükümeti bir kez daha devletin katliamcı geleneğini sahiplendiğini göstermiştir. Başbakan mahkeme kararını protesto edenleri ideolojik yaklaşmakla ve “bir tarafa siyasi bir servis yapmakla” suçladı. “Daha ne istiyorsunuz, devlet galeyana getirdiği güruhu günah keçisi ilan etti, yetmiyor mu?” demeye getirdi. Ancak fütursuzca açıklamalar yapan başbakan, bu davadan tutuklu bulunanların sadece maşalar olduğunu ve devletin provokasyonuyla harekete geçtiklerini çok iyi bilmektedir. Açıktır ki, bugün Erdoğan’ın taşıdığı zihniyet ile geçmiş dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakanı Tansu Çiller’in devletçi zihniyeti aynıdır.

Üstelik 7 kişinin dava dosyasının zaman aşımına uğratılmasına gelen tepkiyle birlikte, AKP yanlısı burjuva medyada, Sivas davası “İstiklal Mahkemeleri sonrasında tek bir davada çok sayıda idam cezasının verildiği ilk dava” olarak nitelendirilerek, “suçlular fazlasıyla cezalandırıldılar” hissiyatı yaratılmaya çalışıldı. Yani onlara göre canice gerçekleştirilen bu katliamın cezası “fazlasıyla” verilmişti.

Sivas katliamı devletin akladığı tek katliam değildir

Devletin ve hükümetin aklamaya çalıştığı tek katliam Sivas katliamı değildir. Devlet ezilen Kürt halkına ve işçi-emekçilere karşı gerçekleştirilen tüm katliamları gözlerden uzak tutmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde AİHM’e taşınan Uğur Kaymaz dosyasında da devlet yine insan aklının alamayacağı pervasızlıkla, vicdansızlıkla “orantılı güç kullanma” olarak savunmasını verdi.

Hatırlatacak olursak, henüz 12 yaşındaki Uğur, “terörist” olduğu iddia edilerek 13 kurşunla, babası ise 8 kurşunla polis tarafından acımasızca katledilmişti. 4 polis hakkında dava açılmıştı. Ancak mahkeme, yargılanan 4 polisin “meşru müdafaada bulunduğu” yalanıyla beraatına karar vermişti. Düzmece, yalan dolan üzerine kurulu olan ve egemenlerin çıkarları doğrultusunda karar alan mahkemeler insanları çaresiz bırakmaya çalışıyor. Bugün devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaşta yargının “bağımsız” ve “adil” davranabileceğini düşünmek ahmaklık olur doğrusu. Kaymaz ailesi Türk yargısında adaleti bulamayınca çareyi dosyayı AİHM’e taşımakta bulmuştu. AİHM, Türk devletine, Uğur Kaymaz’ın 13 kurşun, Ahmet Kaymaz’ın ise 8 kurşunla öldürülmesinden başka çare olup olmadığını sordu. Ancak devletin, polisleri aracılığı ile gerçekleştirdiği katliam adli tıp raporlarıyla da ayan beyan ortaya konmuşken, TC hiç utanmadan baba ve oğlun polislere 13 kurşun attığını söyleyebilmiştir. Üstelik Kalaşnikof taşıyamayacak kadar küçük olan Uğur’un 8 kere ateş ettiği iddia edilmiştir. Ayrıca 12 yaşında olmadığının kanıtı olarak da bıyıkları, koltuk altındaki tüyleri gösterilmiştir. Yani devlet 12 yaşındaki Uğur’un küçücük bedenine yağdırdığı 13 kurşunu “orantılı güç” olarak sunarak, gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamı haklı çıkarmaya çalışmaktadır.

Devlet yakın zamanda işlediği suçları nasıl örtbas etme çabası içerisinde ise, aynı şey geçmişteki hain katliamlar için de geçerlidir. Buna somut bir örnek olarak, DİSK’in mücadeleci lideri Kemal Türkler’in katledilmesinin üzerinden seneler geçmesine rağmen eldeki tek failin yargılandığı davanın düşürülmesini verebiliriz. Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de evinin önünde faşistler tarafından hunharca vurularak katledilmişti. Kemal Türkler’in katilleri devlet tarafından 30 yıl boyunca korundu ve 1 Aralık 2010’da gerçekleştirilen son duruşmada ise zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle dava düşürüldü. 30 yıl boyunca her şey kılıfına uyduruldu. Türkler’in faillerinden MHP’li Ünal Osmanoğlu yıllarca aranmış ama ne hikmetse bulunamamıştı! Oysaki bir kamu işletmesinde yedi yıl devletin güvenli kolları altında çalıştırılan kişi, aranıp da bulunamayan sanığın ta kendisiydi. Asıl önemlisi Kemal Türkler’in katilleri olarak adları geçen Ünal Osmanoğlu ve üç arkadaşı sadece tetiği çekenlerdi. Baş sanık, 12 Eylül kanlı faşizmine giden sürecin son provasını yapan devletin kendisi olmalıydı, ama burjuva mahkemelerden de kendi devletini yargılaması beklenemezdi doğal olarak.

Burjuva devletten adalet beklenebilir mi?

Devlet ve AKP hükümeti bugün yüzlerce Kürt çocuğu polise taş attıkları gerekçesiyle Terörle Mücadele Yasasından yargılıyor, yaşlarının kat be katı yıllara varan cezalar veriyor. Adana Pozantı cezaevinde de ayyuka çıktığı üzere devlet, her türlü iğrenç yöntemi kullanarak Kürt halkını çocukları üzerinden de yıldırmaya çalışıyor. Oysa bir Ermeni aydını olan Hrant Dink’e tetiği çekenler “çocuk” sayılırken, hain suikastın arkasında “örgüt” bulunamıyor. Diğer taraftan ise binlerce Kürt siyasetçisi, aydın, öğrenci, haklarında hiçbir kanıt olmadığı halde, sol yumruğun kaldırılarak slogan atılması gibi komik delillerle, KCK davası kapsamında aylarca, yıllarca tutsak ediliyorlar.

İşte burjuva düzenin adalet sınırları buraya kadardır. Hak arama mücadelesi veren binlerce insan TC’nin zindanlarında işkenceye, tacize, tecavüze, her türlü akıl almaz baskıya maruz kalırken, sözümona bağımsız yargı, devlet eliyle gerçekleştirilen katliamları zaman aşımına uğratıp üzerini kapatıyor, üç maymun oynanıyor. Kemal Türkler davasının dosyalarının Ankara’dan İstanbul’a getirilmesi için koca bir 6 yıl geçmesi gerekmişti örneğin.

İçinde yaşadığımız bu kahrolası kapitalist sistemden adalet beklemek beyhudedir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında, güç ve iktidar bugün egemenlerin ellerindedir ve dolayısıyla böylesi bir düzende adalet asla yerini bulmayacaktır. Burjuva devleti ortadan kaldırmadıkça hiçbir zaman gerçekleştirilen katliamların gerçek anlamda hesabı sorulmuş olmayacaktır. Bu cinayetlerin ve zulmün hesabını sormak Türkiye işçi sınıfının boynunun borcudur.

İlgili yazılar