12 Eylül Faşizminin Mengeleleri
Gülhan Dildar, 1 Aralık 2011

12 Eylül darbesi işçi sınıfı hareketine karşı yapıldı ve onun örgütlerini ve devrimcileri ağır baskılarla sindirdi. On binlerce devrimci tutsak işkence tezgâhlarından geçirildi. Fiziki işkence ile devrimci tutsakları yıldıramayan burjuva egemen güçler, bu kez de iradelerini teslim alabilmek için onları sistematik bir yöntemle kobay olarak kullandılar. Yıllarca cezaevlerinde tutulan devrimci tutsaklar, rızaları olmadan ve durumdan habersiz bir şekilde kobay olarak kullanıldılar. Üzerinden on yıllar geçmiş olsa da o dönemi yaşayanlar, hâlâ baskı ve işkence koşullarını tam olarak hafızalarından silebilmiş değiller.

Ruhunu kapitalist kâr düzenine satmış sözde bilim adamları aracılığı ile yüzlerce devrimci tutsak üzerinde “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” deneyleri yapıldı. Bunun yanı sıra, henüz patenti alınmamış ilaçlar, radyoaktif elementler yine devrimci tutsaklar üzerinde denendi. Mamak, Metris, Erzurum gibi dönemin cezaevlerinde işkenceci doktorlar, bir insanın falakaya ne kadar dayanabildiğini, ortalama kaç cop vurulması gerektiğini devrimci tutsaklar üzerinde test etmiştir. Cezaevlerinde kobay olarak kullanılan, üzerlerinde çeşitli deneyler uygulananların unutamadığı bir isim de Turan İtil. Bu tür deneyleri yapan doktorların başını çeken Prof. Dr. Turan İtil, CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı’nın kurucularındandır. Bizzat bu vakıf eliyle, devrimci tutsaklar üzerinde Alman faşist doktorlarından Josef Mengele’yi çağrıştıran deneyler yapılmıştır. Bu yüzden de o dönemi yaşayanlar Turan İtil için “12 Eylül’ün Mengele’si” diyorlar.

12 Eylül cuntacı generalleri geçmiş deneyimlerden faydalanmışlardır

Cuntacı generaller, hiç kuşkusuz 12 Eylül kanlı diktatörlüğünde ABD, Almanya, Japonya gibi emperyalist-kapitalist ülkelerin geçmiş “parlak” deneyimlerinden faydalanmaktan geri durmamıştır! 12 Eylül’ün karanlık günlerinde uygulanan benzer deneyler geçmişte savaş tutsaklarına, askerlere, Alman faşizmi döneminde toplama kamplarında tutulan Yahudilere uygulanmıştır. Almanya’da faşizm döneminde, Mengele gibi faşistlerin başını çektiği ekipler, toplama kamplarında akıl almaz yöntemlerle sözde “bilimsel araştırmalar” yapmışlardır. İnsan aklının ve vicdanın almayacağı yöntemleri “Ölüm meleği” olarak bilinen Nazi doktoru Mengele’nin yaşayan kurbanlarından biri olan İzak Ganon şöyle anlatıyor:

“25 Mart 1944 yılında akşamüzeri Hitler’in muhafız birliği olarak bilinen SS ve Yunan polisi evimize geldi. Bizi güzel bir yolculuğa çıkaracaklarını söylediler. İki hafta sonra Polonya’daki Nazi kampı Auschwitz’e vardık. Annem ve 5 kardeşim gaz odalarına gönderildi. Ben ise Dr. Josef Mengele’nin ölüm deneylerini yaptığı Auschwitz-Birkenau’ya gönderildim. Bir masanın üzerine yatırılıp sıkıca bağlandıktan sonra Mengele içeri girdi. Narkoz yapmadan karnımı yardı ve tek böbreğimi keserek eline aldı. Böbrek onun elinde başı kesilmiş bir tavuk gibi kıvranıyordu. Ben ise acıdan avazım çıktığı kadar bağırıyordum.”

Bu ölümcül deneyler sonrasında hiçbir ağrı kesici verilmeden insanlar toplama kamplarında çalıştırılıyor, soğuk su içinde bekletilerek ciğerlerinin fonksiyonları gözlemleniyordu. Böylece, insanın kanını donduran bu insanlık dışı deneylerle insanların acıya ve soğuğa ne kadar dayandıkları test edilmiş oluyordu. İşte tüm bu vahşetin adı “bilimsel araştırma” oluyordu.

Bu “bilimsel araştırmalar”da ilaç tekellerinin rolünü unutmamak gerekir: “Faşist kasaplar toplama kamplarında bu vahşeti olanca hızıyla sürdürürken, günümüzün «saygın» ilaç firmalarından Bayer gibi tekeller de bu kanlı oyundaki yerlerini almayı ihmal etmemişlerdir. O dönemde BASF ve Höchst kimya devleriyle birlikte IG Farben kartelinin bir parçası olan Bayer firması, Auschwitz toplama kampının yakınlarında bir üretim tesisine sahipti. Bu tesiste, toplama kampından getirilen 25 bine yakın insan ölümüne çalıştırılıyor ve en fazla 3-4 ay sonra da gaz odalarına gönderiliyorlardı. Üstelik gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehiri de bu tesislerde, birkaç ay sonra aynı gazla katledilecek insanlar tarafından üretiliyordu. Bayer firması, Auschwitz’de görev yapan «ölüm meleği» Mengele’nin çalışmalarını denetliyor ve yönlendiriyor, deneylerden elde edilen bilgileri de kendisine saklıyordu. Yani faşizmin her türlü canavarlığı gibi, bu deneyler de aslında kapitalist tekellere verilen hizmetten başka bir şey değildi. Zaten bu örnek, Bayer tekelinin ilk icraatı da sayılmazdı. Firma asıl çıkışını, I. Dünya Savaşı esnasında Alman ve ABD ordularına kimyasal silahlar ve gazlar üreterek yapmıştı. Bu silahların hepsi de I. Dünya Savaşında kullanıldılar ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açtılar. Bayer tekelinin bu icraatları halen de devam etmektedir. Bünyesindeki üst düzey yönetim kademelerinde uzun yıllar boyunca Nazi döneminden kalma savaş suçlusu faşistleri çalıştıran bu tekelin sicili oldukça kabarıktır.” (Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında, MT, Ocak 2008)

Ne yazık ki insanlığın kapitalizmin deneme tahtasında olma durumu henüz sona ermemiştir. Benzer “bilimsel araştırmalar” bugün de yapılmaktadır. Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) nöroloji bölümünde, hareket bozukluğu (diskinezi) rahatsızlığı nedeniyle birliklerinden tedavi amaçlı GATA’ya gönderilen erler üzerinde yapılan izinsiz deneyler buna örnektir. Erler kendi üzerlerine elektroşok uygulandığını ve kendilerinin haberleri olmadan kobay olarak kullanıldıklarını şöyle anlatıyorlar:

“2008’de Amasya’da kısa dönem askerlik yapıyordum. Epilepsi şüphesiyle 16 gün GATA’da yattım. O şok bana da uygulandı. Bize tedavi amaçlı olduğunu söylediler. Görüntüleri televizyonda izledikten sonra şok oldum. Elektrik verilmesinden sonra kasılma olunca kameraya çektiler. «Görüntüleri heyete, profesörlere sunacağız» dediler. (…) Ayak ve el bileklerine kablo bağlanıp elektrik verilince hoplatıyordu. 1 saat 45 dakika sürdü. Deney olduğunu bilmiyorduk. Komutanlarımıza itimat ettik, buna mecburduk. Emrettiler, biz de yerine getirdik.” (B.T., Şanlıurfa)

Kapitalist düzenin kölesi olmuş anlı şanlı “bilim adamlarının” gerçek yüzleri, neye hizmet ettikleri ortadadır. 12 Eylül darbesinin bir karabasan gibi işçilerin, öğrencilerin, devrimcilerin üzerine çöktüğü süreçte, tutsaklara cuntacıların zindanlarında insanlık onurunun yok sayıldığı testler uygulanıyordu. CIA destekli Prof. Dr. İtil ve Prof. Dr. Ayhan Songar gibi isimlerse bu sözde “bilim adamlarının” başını çekiyordu.

Böylece kapitalist devlet, faşizmin iktidarda olduğu, hiçbir kural tanımadığı koşullarda uygulanan deneylerle devrimci tutsakların iradelerini kırmaya çalışılıyor, adeta psikolojik bir savaş veriliyordu. Sözde bilim adamlarının deney sonuçlarında elde ettikleri “bilimsel sonuçlar” kapalı kapılar ardında yapılan seminerlerde NATO’ya ve devlet yetkililerine sunuluyor, devrimciler küçümseniyor, alçaltılmaya çalışılıyordu.

Prof. Turan İtil, “araştırma”sının sonucunda, “terörist” dediği devrimciler için şu yorumda bulunuyordu: “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.”

Prof. İtil’in sunum yaptığı “terör semineri”nde ise şu kararlar alınıyordu: “Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5-6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur. Sağcı ve solcu teröristlerin aynı koğuşta bulundurulmaları olumlu sonuçlar verir. Hapishanede disiplinli bir eğitim verilmeli. Özellikle Atatürk ilke ve inkılâpları eksenli bir eğitim yürütülmeli.” (Bahadır Özgür, Radikal, 13.11.2011)

1985’te Hafize Zehra İtil Vakfı, tutukluları kobay olarak kullanmakla suçlanmış, ne var ki Sağlık Bakanlığı ve TBMM’nin incelemeleri sonucunda bu suç tespit edilmiş olmasına rağmen, ortada bunu engelleyen yasa yok denilerek olay kapatılmıştır. Ayrıca, tutsakların tanıklıkları dönemin muhalif yayınlarında yer almıştır. İnsanların izinsiz olarak deneylerde kullanılmaları suç olmasına rağmen bugün Turan İtil gibiler henüz yargılanabilmiş değildir. On binlerce devrimci tutsağın işkenceden geçirilmesinin, katledilmesinin, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılmasının hesabını ancak örgütlü bir işçi sınıfı sorabilir.

“Dünyanın neresinde olursa olsun, iktidara geldiği tüm ülkelerde, faşizm, bir karabasan gibi tüm toplumun üzerine çökerken, bir yandan da toplumla bağlarını koparmak üzere zindanlara kapattığı devrimcileri, en insanlık dışı uygulamalarla yıldırmaya, iradelerini kırmaya ve bilinçlerini teslim almaya çalışır. Böylece hem devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi hem de nedamet getirenleri örnek göstererek emekçi kitlelerin gelecek güzel günlere olan umudunu yok etmeyi amaçlar. Ne var ki, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de faşizm bütün gaddarlığına rağmen ne bu umudu tümüyle yok etmeyi ne de gerçek devrimcilere boyun eğdirmeyi başarabilmiştir.” (Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i, MT, Eylül 2007)

1 Aralık 2011

İlgili yazılar