Kürt Sorunu ve Emperyalist Savaşın İç Siyasete Yansımaları
Akın Erensoy, 24 Temmuz 2019

Meselâ ikinci dünya savaşının başında, Hitler İngiltere’nin tahttan feragat etmiş eski kralıyla işbirliği yapmış, İngiliz egemen sınıfı içinden Almanya’nın safına çekebileceği kesimler bulmaya çalışmıştır. Osmanlı’nın İttihatçıların zorlamasıyla Almanya’nın safında savaşa katılmasından önce egemen sınıf içinde bir kaynama ve ayrılıklar olduğunu da eklemek lazım. Bugün ise Üçüncü Dünya Savaşının yarattığı koşullar, kaçınılmaz olarak Türkiye’de egemen sınıf kampında farklı politik görüşler temelinde yarılmayı beraberinde getiriyor.

İç siyaset dış siyasetin, dış siyaset de iç siyasetin devamıdır sözü, hâlihazırda adeta Türkiye’de cisimleşmiş durumda. Verili anda iç siyaset, emperyalist savaş etrafında gelişen olaylar dizisi tarafından şekillendirilmektedir. Erdoğan iktidarı, faşist blokun stratejisi doğrultusunda S-400’ler konusunda kararını kesinleştirmiş ve Rus füzelerini almıştır. Bu kararın önümüzde açılan dönemde ciddi gerilimli sonuçları olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Zira şu anda aktive edilip edilmemelerinden bağımsız olarak bir NATO üyesi olan Türkiye, emperyalist savaşta ABD’nin karşı tarafında yer alan Rusya’nın savunma füzelerine sahiptir.

Bu karar, aynı zamanda Türkiye’ye yön veren faşist blokun Kürt sorununda ve emperyalist savaşta aldığı pozisyonla da uyumludur. Bu blok etrafında toplanan egemen sınıf kesimleri, Rusya ve Çin ekseninin yürüyen emperyalist savaşta güç kazandığını, çünkü ekonomi ve teknolojinin ağırlık merkezinin Doğu’ya kaydığını, Batı emperyalizminin ise eski ağırlığını kaybettiğini düşünüyorlar. Dolayısıyla Türkiye, emperyal heveslerini hayata geçirmek için bu kampta yer almalıdır diyorlar. Üstelik onlara göre Türkiye bu kampta yer alırsa, hem Kürtlerin Ortadoğu’da devlet kurmasını hem de ülkenin bölünmesini durdurmak için daha elverişli şartlar oluşur. Emperyalist savaştan da daha kazançlı çıkılabilir. Yüz yıl öncesinin İttihatçı politikası, adeta yeni kıyafetler içinde sahne almaktadır.

Nasıl bir toplumsal ve politik tahlil yapılırsa, ona göre de bir program oluşturulur ve tutum alınır. Bu, siyasi hareketler için de devletler için de geçerlidir. İktidar bloku, Türkiye’nin geleneksel Kürt politikasını sürdürmeye kararlıdır. Hem Kürtleri bastırma hem de Ortadoğu’daki emperyalist savaştan daha fazla pay kapma hevesi, Türkiye’yi adeta 100 yıl önceki Osmanlı’nın konumuna yerleştirmiştir. Yüz yıl önce İttihatçıların temel hedefi İmparatorluğun dağılmasını engellemek, Ermenileri bastırmak ve yeni topraklar elde ederek savaştan kazançlı çıkmaktı. Ancak sonuç hüsran oldu. Elbette tarihsel olaylarla güncel gelişmeler arasında benzerlikler kurarken, şu gerçeği de akılda tutmak lazım: Hiçbir tarihsel olay birbirinin aynısı değildir ve olamaz. Bu kayıtla baktığımızda şunu görürüz: Bugünkü dünya konjonktürü ve tarihsel koşullar yüz yıl öncekinden çok farklıdır.

Bugün Kürtlerin demokratik hakkını tanımak yerine savaşta ısrar edenler, Batı ve ABD emperyalizmi karşısında Rusya ile ittifakı Avrasyacılık ideolojisiyle meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Aslında “Avrasyacılık” faşist blok içindeki kesimlerin, meselâ Perinçek grubunun ya da Ergenekoncu ordu subaylarının bizzat ürettiği bir şey değildir. Bu stratejinin üretim merkezi Rusya’dır. Kökleri Çarlık dönemine kadar uzanan Avrasyacılık, SSCB’nin çökmesinden sonra ama özellikle Putin’in iktidar olmasıyla yeniden gündeme getirilmiştir. Avrasyacılık, Batılı emperyalist güçler karşısında Rusya’nın emperyalist emellerinin meşrulaştırılmasına dayalı bir ideoloji ve politikadır. Putin’in danışmanı olduğu ileri sürülen Aleksandr Dugin (Rusya uzmanları Dugin’in Putin ile ilişkilendirilmesine karşı çıkıyorlar. Dugin’in danışman olmadığı ama Rusya devleti için çalışan biri olduğu açıktır), kaç zamandır Avrasyacılık stratejisi etrafında bir çalışma yürütüyor. Bu strateji çerçevesinde Rusya, Avrupa’da aşırı sağı destekleyerek AB’nin iç dengesini bozmayı, zayıflatmayı ve kimi ülkeleri kendi yanına çekmeyi hedefliyor. Aynı şekilde Türkiye’nin NATO’dan uzaklaştırılması, ABD karşısında geniş bir cephe oluşturulması da bu stratejinin parçasıdır. Ama ilk hedef NATO içindeki gerilimi artırmak ve kendi stratejisinin zeminini güçlendirmektir. Esasında benzeri bir çalışmayı Trump ABD’sinin de yaptığını görüyoruz. Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon, Avrupa’da aşırı sağ ve faşist partilerin içinde yer alacağı bir koalisyon kurmaya çalışıyor. Aynı Putin’in yaptığı gibi Trump da AB ülkelerinde aşırı sağ partileri güçlendirmeyi ve iktidara getirmeyi hedefliyor. Böylece AB’yi sulandırmak ve Almanya’nın hegemonyasını kırarak tüm AB ülkelerini kayıtsız şartsız Rusya karşısında kendi arkasına takmak istiyor.

Bu örneğin de gösterdiği gibi emperyalist savaş, aynı zamanda emperyalist güçlerin her ülke içinde kendilerine yandaş burjuva kesimler bulmalarından bağımsız değildir. Meselâ ikinci dünya savaşının başında, Hitler İngiltere’nin tahttan feragat etmiş eski kralıyla işbirliği yapmış, İngiliz egemen sınıfı içinden Almanya’nın safına çekebileceği kesimler bulmaya çalışmıştır. Osmanlı’nın İttihatçıların zorlamasıyla Almanya’nın safında savaşa katılmasından önce egemen sınıf içinde bir kaynama ve ayrılıklar olduğunu da eklemek lazım. Bugün ise Üçüncü Dünya Savaşının yarattığı koşullar, kaçınılmaz olarak Türkiye’de egemen sınıf kampında farklı politik görüşler temelinde yarılmayı beraberinde getiriyor. Faşist blok kesimlerinin aksine, TÜSİAD’da ifadesini bulan burjuva kesimler Türkiye’nin Batı ittifakından kopmasına karşıdırlar. 16-19 Temmuzda bir heyetle ABD’ye çıkartma yapan TÜSİAD başkanı Simone Kaslowski’nin şu açıklaması oldukça manidar: “Türkiye’nin geleceği, kurallara dayalı demokratik dünya düzeni temelinde, transatlantik sistem ve bu sistemin değerlerine bağlıdır. Türkiye’nin stratejik ve tarihsel yöneliminin iki temel unsuru AB üyelik perspektifiyle NATO üyeliği ve bununla birlikte ABD ile olan stratejik ilişkileridir.”

Burjuvazinin, siyaset esnafının ve devlet bürokrasisinin bir kesimi, Türkiye’yi her alanda sıkıştıran maceracı siyasetin değiştirilmesini istemektedir. Bu burjuva kesimler, Erdoğan’ın son seçimlerden zayıflayarak çıkmasından da güç alarak, planlarını hayata geçirmeye hız vermişlerdir. Emperyalist savaşın Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu ve Kürtlerin çok önemli bir güç haline geldiği süreçte, yüz yıl önceki gibi Kürtleri ezmeye dayalı siyaset sürdürülemez. Kürtleri ezmeye dayalı geleneksel siyaset ve Erdoğan liderliğindeki emperyal politikalar Türkiye’yi uluslararası alanda yalnızlaştırmış ve sıkıştırmıştır. Gül ve Babacan’ın kuracağı parti de, Davutoğlu’nun sahne almaya çalışması da bu sıkışmayı aşmak üzere Batı ittifakı ile birlikte çözüm arayışının ifadesidir. Hedef, AKP’yi bir şekilde bölmek, Erdoğan’ı ve rejimi zayıflatmak, iktidar blokunu çözmek, Türkiye’nin Rusya-Çin eksenine doğru kaymasını engellemektir. ABD ve Batılı güçlerin de bu plana güç verdiği sır değildir.

Besbelli ki Trump yönetimi, bu planla uyumlu olarak, Türkiye’ye karşı keskin kararlar alıp Erdoğan’ın elini güçlendirmekten kaçınıyor. Zira Erdoğan bu yaptırımları iç siyasette elini güçlendirmek, yeni arayışları bastırmak ve muhalefeti susturmak için kullanmaktan geri durmayacaktır. Ancak ABD’nin belirli bir plan çerçevesinde ekonomik ve askeri yaptırımları devreye sokmaktan da geri durmayacağı anlaşılıyor. Nitekim Türkiye ilk olarak F-35 programından çıkartılmıştır. ABD’nin Türkiye’nin S-400 kararını sineye çekmesi ve kabullenmesi eşyanın doğasına aykırıdır. ABD dışişleri bakanı Pompeo’nun S-400’lerin alınmasını kast ederek, “Derin hayal kırıklığı yaşadık” demesinin anlamı budur. Erdoğan iktidarda kaldığı ve verili siyasal blok Türkiye’nin yönelimini belirlediği sürece, ABD ve Türkiye arasındaki makasın açılması kaçınılmazdır. Aslında ABD emperyalizminin sözcüleri de bu doğrultuda açıklamalar yapıyorlar. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın şu açıklaması birçok ipucuyla doludur: “ABD-Türkiye ilişkileri ciddi bir krize sürükleniyor, derin ve uzun sürecek bir kriz olacağından şüpheleniyorum. Türkiye bir süredir güvenilir bir NATO üyesi değildi ama yine de kötü müttefikleri dışlayacak bir mekanizma yok. Türkiye önemli bir ülke… Tam demokratik bir Türkiye, ABD ve NATO’nun güçlü bir müttefiki olabilir ve olmalıdır da.”

Peki, bu nasıl olacak? İşte bu noktada Erdoğan’ın iktidardan indirilmesi gündeme geliyor. ABD emperyalizminin sözcüleri medya organlarında ya da think tank kuruluşlarında bu konuyu sıkça tartışıyorlar. Wall Street Journal’ın yayın kurulunca kaleme alınan başmakalede “Erdoğan sonsuza dek iktidarda kalmayacak. Ondan sonra gelecek kişi Batı düşmanlığını yeniden düşünmeli. Trump yapmasa bile Kongre Erdoğan’a ihanetinin cezasını kesmeli” deniliyor. ABD ordusunun eski Avrupa komutanlarından Ben Hodges ise şunları dile getiriyor: “Erdoğan’dan sonrasını düşünerek hareket etmeliyiz. Türk-ABD ilişkilerinin 1.0 versiyonu muhtemelen bu yaz ölecek. Türk-ABD ilişkilerinin 2.0 versiyonunu ve Erdoğan’dan sonraki hayatı düşünmeye başlamamız gerekiyor.” Hodges ekliyor: “Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayız.”

Bu sözler, ABD’nin ve Batının Türkiye ile Erdoğan’ı birbirinden ayırdığını, Batı ittifakı içinde kalacak Erdoğan’sız bir Türkiye arzuladığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Nitekim Erdoğan sıkışırken, geçmişten farklı olarak karşısında çok daha güçlü bir muhalefet bulmuştur. Erdoğan ve iktidar bloku, iç siyasette rejimin altını oyacak gelişmelere izin vermek istemeyecektir. Bu yüzden rejim her alanda kendi mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. Meselâ Merkez Bankası başkanının görevden alınması, yine Merkez Bankası yedek akçesinin hazineye devredilmesi, yeni bir kurtarma paketinin hazırlanması gibi adımları bu kapsamda ele alabiliriz. Amaç bir şekilde ekonomiyi canlandırmak, ekonomik krizin rejim üzerindeki ağır baskısını kırmak, dolayısıyla iç ve dış muhalif güçlerin elini zayıflatmaktır. Ancak rejim ekonomik çöküşü erteleyerek krizi süreğenleştirip yıkım gücünü de artırıyor.

Verili koşullarda iktidar blokunun ve Erdoğan’ın maceracı girişimlerde bulunması, iç siyasette sertlik politikasını sürdürmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Oluşan blok ve Erdoğan’ın kurduğu ittifakın yapısı gereği esnemesi mümkün değildir. Aksi halde kendi üzerine bastığı toprağı çekmiş olur. Çok açık ki Erdoğan, uluslararası alanda artan gerilimi, milliyetçiliği kışkırtarak kitlelerin galeyana getirilmesi ve ekonomik krizin ağır sonuçlarının unutturulması için sonuna kadar kullanmaktan imtina etmeyecektir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de izlediği gerilim siyasetinin bir amacı da budur. Doğu Akdeniz’de gerilim giderek artıyor. Bu gerilimin beklenmedik bir anda savaşa dönüşmesi için bir kıvılcım yeterlidir. Doğu Akdeniz, emperyalist rekabet ve savaşın cephelerinden biri haline gelmiştir ve sıcak çatışmanın henüz patlak vermemiş olması bu gerçekliği değiştirmemektedir.   

İktidar, Doğu Akdeniz’de gerilim siyasetini yükseltirken, aynı zamanda Fırat’ın doğusuna askeri güç yığmaya devam ediyor. Kuşkusuz bu yığınağı yaparak ve Kürtler üzerindeki baskıyı artırarak, aslında S-400’lerden dolayı kendi üzerinde yoğunlaşan baskıyı da hafifletmek istiyor. Elbette Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon yapması o kadar kolay değildir. Pompeo ile Çavuşoğlu görüşmesinden sonra ABD tarafından yapılan şu açıklama, Türkiye’ye verilen mesajı ortaya koyuyor: “Dışişleri Bakanı Pompeo, ABD’nin Türkiye’nin Suriye sınırındaki güvenlik konusunda duyduğu endişeleri dikkate alacağını teyit etti. Pompeo ayrıca ABD’nin kendileri ve küresel koalisyonla çalışan yerel partnerlerinin korunmasını sağlamayı taahhüt ettiğini de bir kez daha açıkladı.” Buradaki yerel partnerlerin Kürtler olduğu açıktır.

Ancak şu hususu da vurgulamak lazım: İktidar, Rojava sınırına askeri yığınak yaparak, önümüzdeki dönemde kendisi için açılacak olası bir fırsatı da değerlendirmek istemektedir. Ekonominin çöküşün kıyısında dolaştığı, uluslararası sıkışmanın arttığı koşullarda, Erdoğan’ın iç siyaseti, S-400’lerin alınması, Doğu Akdeniz’deki kriz ve Fırat’ın doğusuna operasyon başlıkları üzerine kuracağı anlaşılıyor. Hatta önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın, kendisi emperyalizme karşı mücadele ederken muhalefetin emperyalizmle işbirliği yaparak ülkeye ihanet ettiği söylemine ağırlık vermesi şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim Bahçeli bu doğrultuda konuşmalar yapmaya başlamıştır.

Türkiye’nin bu gidişatı sosyalist hareket içinde de tartışılıyor. Rusya-Çin ekseninin şu ya da bu biçimde ehvenişer olarak kabul edilmesini, anti-emperyalizmin ABD-Batı-NATO karşıtlığına indirgenmesini ilk elden sıralayabiliriz. Bu kapsamda S-400’lerin alınması Batı ittifakına çomak sokacağı iddiasıyla olumlanabilmektedir. Meselâ son olarak SİP-TKP’nin genel sekreteri Kemal Okuyan şöyle bir değerlendirme yapmıştır: “Türkiye’nin S-400 silah sistemini alması dünyanın en güçlü terör örgütü NATO’nun iç çelişkilerini derinleştirdiği, NATO’nun müdahale yeteneğini azalttığı, Türkiye’de ABD emperyalizminin etkisini sarstığı için, halkın çıkarları doğrultusunda değerlendirilebilecek bir gelişmedir.”

Öncelikle vurgulamak lazım ki emperyalist emelleri doğrultusunda bir politika yürüten Türkiye gibi bir ülkenin şu ya da bu emperyalist ittifak ve bloktan bağımsız durması mümkün değildir. Şu anda Ortadoğu’da yoğunlaşan Üçüncü Dünya Savaşı tüm uluslararası siyasal gelişmeleri belirliyor. Türkiye, ABD ve Rusya’nın yani iki emperyalist gücün çekişme alanı haline gelmiştir. Türkiye’nin ABD-Batı ittifakından uzaklaşması, onun Rusya’nın hegemonyası altına girmesi anlamına gelir. Böyle bir durum ortaya çıkarsa, bu, Batı’nın NATO’sunun gitmesi ve Rusya-Çin ekseninin NATO’sunun gelmesi demek olur.

Enternasyonalist komünistler olarak kaç zaman önce dile getirmiştik: “Dışarıda Arama NATO Zaten İçeride!” NATO, ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist askeri bir örgütlenmedir. Türkiye egemenleri bu askeri gücün içinde yer almış, onun parçası olmuşlardır. NATO’nun tarihi kanlıdır, çünkü emperyalizmin tarihi kanlıdır. Bu aynı kanlı örgütün bizzat uluslararası kapitalizmin bir örgütü olduğunu ve en önemli ayaklarından birini de Türk ordusunun oluşturduğunu akıldan çıkarmamak lazım… NATO’nun güneydoğu kanadının belkemiği olmuş olan ordu, yıllardır Kürt halkının haklı taleplerini bastırmak için kirli bir savaş yürütüyor. 12 Eylül askeri darbesi başta olmak üzere, yaptığı askeri darbelerle işçi sınıfı hareketini ezen, binlerce devrimciyi işkenceden ve ölüm tezgâhlarından geçiren, yüz binlerce öncü işçiyi hapislere tıkan bu ordu değil midir? 

Şimdilerde Türkiye’ye yön veren faşist iktidar bloku, Kürt halkının haklı taleplerini ezmek ve emperyalist savaştan daha fazla pay kapmanın koşullarını yaratmak için Rusya’ya doğru yanaşmaktadır. Türkiye’nin NATO’dan çıkıp Rusya-Çin ekseninin bir parçası olması, bir emperyalist kamptan diğerine geçmesi anlamına gelir. Bu durumda ne Türkiye emperyalist politikalarından vazgeçmiş olur ne de ordu bu emperyalist politikaların askeri gücü olmaktan çıkar. Vurgulamak lazım ki, Batı emperyalizmi karşısında Rusya ve Çin emperyalizmi hayırhah görülemez. Anti-emperyalizm kılıfı altında emperyalist kampın bir parçası olan ordunun niteliğinin üzerinin örtülmesi de kabul edilemez bir tutumdur. Emperyalizmi sadece ABD veya AB ile sınırlı tutup, diğer emperyalist ülkeleri şu ya da bu biçimde olumlayanlar işçi sınıfını aldatıyorlar! Türkiye’nin bir emperyalist kamptan diğerine geçmesi neden işçi sınıfının çıkarına olsun? Bir emperyalist kamp karşısında diğerinin desteklenmesi, işçi sınıfı için tam anlamıyla bir yıkım anlamına gelir.

Son olarak altını önemle çizerek belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’de önümüzdeki döneme damgasını basacak esas gelişme, burjuva kamp içinde yönelimleri farklı olan kesimler arasında çatışmanın kızışması olacaktır. Türkiye şu an sonucu belli olmayan kaotik bir sürece girmiştir.

24 Temmuz 2019

İlgili yazılar