İslamofobi ya da Milliyetçilik: Marksizm Ne Diyor?
Utku Kızılok, 3 Temmuz 2017

Marx’ın ifade ettiği üzere, işçi kitleleri örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksunsa, kapitalist düzenin yarattığı cehennemde rekabet eden, birbirlerinin boğazına sarılan insanlar olmanın ötesine geçemezler. Örgütsüz işçi kitleleri, tam da içinde bulundukları durumun bir yansıması olarak, kestirmeden sorumlu bulmaya yönelir ve sanki tüm kötülüklerin kaynağı göçmenlermiş gibi bir düşünceye saplanırlar. Kapitalist bataklığın sömürücüleri, milliyetçiliği ve ırkçılığı kışkırtarak, İslamofobiyi körükleyerek değişik ulus ve inançtan işçileri karşı karşıya getirmeye ve asıl çirkefliğin üzerini örtmeye devam ederler.

Son dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinde ve İngiltere’de ardı ardına “terör” saldırıları gerçekleşti. Onlarca insanın canını alan bu saldırıları cihatçı İslamcı örgütler üstlendi. Bu saldırılar, Avrupa’da İslamofobi kılığına girmiş milliyetçiliğin azdırılmasıyla sonuçlanıyor. Her saldırı arkasında çok sayıda ölü ve yaralı bırakırken, doğal olarak, başta canı yanan insanlar olmak üzere toplumun öfkesini arttırıyor. İnsanlar bir sorumlu ararken, egemen sınıf ve özellikle onun sağ, muhafazakâr ve faşist kesimi bu acılı ve öfkeli insanlara Müslümanları hedef gösteriyor. Örneğin son dönemin İngiliz sağ gazetelerinin manşetleri şöyle bir incelendiğinde, Müslümanların nasıl hedef gösterildiği net bir şekilde görülür. İslamofobi körüklendikçe, Fransa, Hollanda, Avusturya veya Almanya gibi ülkelerde sağ ya da faşist partilerin oyları da yükseliyor.

İster dün anti-semitizm isterse bugün İslamofobi kılığına bürünsün, değişen bir şey yok: Söz konusu olan milliyetçilik ve ırkçılıktır! Meselenin bu boyutunun altını çizmek gerekiyor. Zira milliyetçilik tüm dünyada yükseliyor ve her ülkede farklı renklere bürünüyor. Meselâ Türkiye’de İslamofobiyi gündeme getirip Müslümanların mağduriyetinden şikâyet eden İslamcı kesimler, aynı zamanda, Kürtlere, gayrimüslimlere ve Batılı ülkelere karşı milliyetçiliği kışkırtmaktan geri durmuyorlar. Keza, İsrail zulmüne dönük her eleştiriyi anti-semitizm olarak damgalayan Siyonizm, Filistin halkına kan kusturmaktan ve tüm dünyanın Yahudilere düşman olduğu söylemiyle kitleleri zehirlemekten geri durmuyor. Gerçek şu ki, bugün Avrupa’da yükselen milliyetçiliğin hedefinde yalnızca Müslümanlar yok; tüm uluslardan ve inançlardan göçmenler, Avrupa’daki faşist hareketlerin ve ayrımcı uygulamaların hedefi konumundadır. Elbette Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın Avrupa’da yansımasını bulmasının da bir sonucu olarak, yoğun Müslüman nüfusun yaşadığı Avrupa’da milliyetçilik daha çok İslamofobik biçimde kendini dışa vuruyor. Bu konuda işçi sınıfının enternasyonalist perspektifi ise bellidir: İslamofobiye karşı mücadele, aynı zamanda milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı da mücadeledir.

İslamofobi konusu tartışılırken Batılı burjuva ideologlar, kitleleri yanıltmak amacıyla kapitalizmin ve emperyalist savaşın neden olduğu felâketlerin üzerinden atlayıp başka alanlara yelken açıyorlar. Meselâ Müslümanların kültürel açıdan geri ve şiddete eğilimli olduğunu, topluma entegre olmayarak kendi içlerine kapalı yaşadıklarını, bunun kültürel çatışmayı arttırdığını söylüyorlar. İslamın hastalığından söz eden de var, cihatçı örgütlerin “terör” eylemleri ile Hassan Sabbah arasında bağ kuran ve İslamda “terörizmin” bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışan Bernard Lewis gibileri de. Bu tür açıklamalar, o bildiğimiz medeniyetler veya kültürler arası çatışma safsatasının aslında tezahürlerinden başka bir şey değil. İster Müslüman olsun ister olmasın, göçmenler ile Avrupa toplumu arasında dikkate değer kültürel farklılıklar ve buradan kaynaklı sorunlar vardır. Üstelik yalnızca Müslümanlar ile Avrupa toplumu arasında kültürel farklılıklar yok, aynı zamanda Müslümanların kendi aralarında da çok ciddi kültürel farklılıklar var ve bu kaçınılmazdır. Lakin bu farklılıklar, 1990’lara kadar büyük bir sorun teşkil ederek İslamofobiye dönüşmedi. Eğer sorun gerçekten kültürel farklılıktan ve gerilikten kaynaklanıyor olsaydı, Batı’nın en kültürlü halklarından biri olan Yahudiler Almanya’da soykırıma uğramaz ve anti-semitizm diye bir şey de söz konusu olmazdı.

Cihatçı İslamcı örgütler veya Türkiye’deki İslamcı ideologlar ise, Hıristiyan Batı’nın ezelden beri Müslümanlara karşı olduğu, İslam medeniyetinin yükselmesini istemediği, İslamın değerlerinin yok edilmek istendiği yönündeki karşı propagandalarını, İslamofobinin yol açtığı mağduriyeti kullanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Yani Batı’da nasıl ki aşırı sağcı ya da faşist hareketler Müslümanları nefret nesnesine dönüştürüp emekçi kitlelerin bilincini milliyetçilikle felçleştirmeye çalışıyorlarsa, aynı şekilde, İslamcı örgüt ve iktidarlar da İslamofobiyi bahane ederek Batı’ya ve Hıristiyanlığa karşı milliyetçi bir propaganda yürütüyorlar. Türkiye’de İslamcı kesimler, Batı medeniyetini ve Hıristiyanlığı bir ve aynı şey olarak sunarak, İslamın daha üstün bir medeniyet olduğunu iddia ediyor ve İslamın (siz Türkiye diye okuyun) yükselişinin önlenemeyeceğini söylüyorlar. Hiç kuşku yok ki bilinçli çarpıtma, tarihsel ve toplumsal olgular hakkındaki cahillikle iç içe geçmektedir. Bugünkü Batı medeniyetinin Hıristiyanlığın değil esasen kapitalizmin ürünü olduğunu söyleyerek geçelim. Sonuçta İslamcı kesimler de İslamofobinin asıl nedenlerini açıklamıyor, onu Batı düşmanlığı temelinde kullanıyor ve böylece İslamofobi yangınına odun taşıyorlar.

İslamofobinin geliştiği siyasal arka plan

Yapılan araştırmalar, gerek Amerika gerekse Avrupa ülkelerinde, kitlelerin Müslüman nüfusun sayısını son derece abartılı, olduğundan birkaç kat fazla algıladığını ve bunun kendileri için bir tehlike oluşturduğunu düşündüklerini ortaya koyuyor. Oysa gerçek durum ile kitlelere algılatılan arasında ciddi bir fark var.[1] Fakat burjuva aygıtlar, var olan gerçekliği alabildiğine abartıyor ve kitleleri korkutmak üzere propaganda yürütüyorlar. Meselâ bu sahte algıyı yaratmak üzere çalışan Amerikan merkezli PEW Araştırma Merkezinin “Küresel Müslüman Nüfusun Geleceği: 2030 Öngörüsü” raporunda,  “20 yıl sonra her dört kişiden biri Müslüman olacak” deniliyor, Hıristiyanlar uyarılıyor. Avrupa’da 2010’da 44 milyon olan Müslüman nüfusun (aslında buna Balkanlar’da 9 ve Avrupa Rusyası’nda 17 milyon Müslüman da dâhil), 2030’da 58 milyona çıkacağı söylenerek kitlelerin korkuları besleniyor. Korkutulan ve algıları çarpıtılan kitleler arasında İslamofobi yükseliyor.

Batı’da İslamofobinin 1990’dan başlayarak yükselişe geçmesi bir tesadüf değil. Zira 1990’da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte, dünya, yeni ve şiddetli bir kaos ve altüst oluş dönemine girdi. Sovyetler’in tarih sahnesinden ayrılması yalnızca o güne kadar var olan siyasal dengeleri ve ittifakları ortadan kaldırmadı, aynı zamanda, bu dönemdeki ideolojik söylemleri de geçersizleştirdi. Bir tarafta kapitalist, öte tarafta ise güya sosyalist kampın olduğu konjonktürde, Batılı emperyalist güçler emekçi kitlelerin bilincini yıkıma uğratmak amacıyla SSCB’yi ve onun varlığında komünizmi şeytanlaştırmış, onu bir korku ve emekçileri düzen politikalarına razı etmenin aracına dönüştürmüşlerdi. Sovyetler’in yıkılmasıyla, yaratılan algının temeli de ortadan kalktı ve bir boşluk oluştu. Oysa egemen sınıf için kitlelerin zihnini teslim alacak yeni bir sahte bilince ihtiyaç vardı. Zira dünya fırtınalı bir emperyalist paylaşım sürecine giriyordu ve toplumu sahte algılarla oyalamak düzenin selameti açısından kaçınılmazdı. İşte bu süreçte medeniyetler çatışması safsatası sahneye sürüldü.

Bu safsatanın, Sovyetler’in yıkılmasıyla kapitalizmin mutlak zafer kazandığı, tarihin sonunun geldiği ve sınıf savaşının bittiği uydurmasıyla aynı anda dile getirilmesi dikkat çekicidir. Aslında burjuva ideologlar, yeni dönemde, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin ve çatışmaların toplumun farklı sınıflara bölünmüş olmasından değil, farklı dinlere ve medeniyetlere bölünmüş olmasından kaynaklandığını ileri sürüyorlardı. Dinsel ve kültürel çatışmanın kaçınılmaz olduğu propaganda edilerek Batılı işçi-emekçi kitleler, sorunların asıl kaynağından uzak tutulmak isteniyordu. Buna göre, diğer dinler ve medeniyetler ileri medeniyeti temsil eden Batı değerlerine saldıracak, onunla çatışma halinde olacak veya yok etmek isteyeceklerdi. Burjuva ideologların Batı değerleri dedikleri ise şunlardı: Piyasa ekonomisi, burjuva demokrasisi ve kapitalist üretim tarzı temelinde örgütlenmiş toplumsal ilişki ve yaşam biçimleri. Yani bir taraftan din ve medeniyetler çatışması safsatasıyla emperyalist savaş meşrulaştırılırken, öte taraftan emekçi kitleler “Batı değerleri” adı altında kapitalist sistemi savunmaya çağrılıyorlardı.

Bu dinler ya da medeniyetler savaşı safsatasının pratikte nasıl bir görünüm alacağı 11 Eylül saldırıları sonrasında netleştirildi: Terörizm ya da uluslararası terörizm! Emperyalist savaş Müslüman coğrafyasında yoğunlaştığından dolayı, bu savaşın bir aracı olarak kullanılan “terörizm”, doğal olarak İslami kılıklara bürünüyor. Lakin Batı’da gerçekleşen saldırılar, emperyalist savaşın bir görünümü olarak değil, medeniyetler ya da kültürler savaşının bir sonucu olarak sunuluyor. Emperyalist mahfillerde üretilen bu sahte bilinç, bir manipülasyon aracı olarak, Batılı egemen sınıfın tüm kesimleri tarafından etkin bir biçimde kullanılıyor. Günlük toplumsal hayatta ve medyada bu tema şu ya da bu biçimde işleniyor ve kitlelerin bilinci derinden derine oluşturuluyor. Örneğin, geçtiğimiz haftalarda Manchester’daki saldırının ardından bir açıklama yapan İngiltere Başbakanı May’in “teröristler, aşırıcılar değerlerimize saldırıyorlar, buna asla izin vermeyeceğiz” biçiminde konuşması, söz konusu ideolojik manipülasyonun bir devamıdır. Çünkü May, kitlelerin, İngiltere’nin Ortadoğu’yu ve Libya’yı yakıp yıkan emperyalist savaşta başı çeken güçlerden biri olduğunu ve terörizm denen şeyin de bu savaşın bir parçası olarak içeriye yansıdığı gerçeğini düşünmesini değil de, Batı’nın değerlerine düşman birtakım şeytanlar veya karanlık güçler olduğunu düşünmesini istiyor.

Hiç kuşku yok ki emperyalizm çağında burjuvazinin ürettiği sahte bilinç, üretildiği dönemin toplumsal ve siyasal koşullarından bağımsız değildir. Meselâ Birinci Dünya Savaşında neredeyse tüm güçler, kutsal vatan savunusu safsatası ya da barbarlara karşı uygarlığın savunulması yalanıyla kitleleri aldatmış ve emperyalist çıkarlarını meşrulaştırmaya çalışmışlardı. İkinci Dünya Savaşında ise, bu kez üstün ırk ve onun doğal hakları ile faşizme karşı demokrasi söylemi devreye sokulmuştu. On milyonlarca insanın canını alan emperyalist savaş, onun gerçek amacıyla hiç ilgisi olmayan söylem ve imajlarla örtülmek istenmişti. Bugün ise Üçüncü Dünya Savaşının meşruiyet aracı olarak terörizm ya da uluslararası terörizm söylemi,tüm emperyalist ve kapitalist güçler tarafından benimsenmiştir. Örneğin uluslararası terörizmin adeta cisimleşmesi olarak sunulan IŞİD, tüm güçler için savaş alanına dalmanın gerekçesi ve meşruiyet aracı. Suriye, Irak, Libya, Afganistan ya da Yemen’de şahit olduğumuz üzere, bu ülkelerde dolaylı olarak savaş halinde olan emperyalist ve kapitalist güçlerin tamamı, savaşa müdahil olma gerekçelerini terörizme veya uluslararası terörizme karşı mücadeleyle açıklıyorlar.

Oysa bugün “terör”, emperyalist savaşın araç ve görünümlerinden biridir ve terörist denen örgütler de bu savaşın bir tarafı konumundadırlar. Dolayısıyla Avrupa’da patlatılan bombalar, Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaşın doğrudan bir parçasıdır. Egemenlerin propaganda ettiği gibi hedefsiz, sırf şiddet kullanmaya meyilli kendinden menkul bir terör yoktur. Şiddet ya da savaş, politikanın silahlarla yürütülmesidir. Kuşkusuz Batı’daki terör saldırıları onlarca masum insanın canını almakta ve insanları acıya boğmaktadır. Bu doğru. Peki, ABD ya da İngiltere’nin Ortadoğu’yu cehenneme çevirmesine, yüz binlerce insanın canını almasına, kentleri yakıp yıkmasına ne demeli?

Emperyalist savaşın Avrupa’yı “terör” biçiminde vurması ve bu “terör”ün İslam menşeli olması, kuşkusuz ki İslamofobinin kışkırtılmasına daha rahat bir zemin sağlıyor. Aşırı sağcı ya da faşist partiler; işsizlikten bıkan, ücretleri düşen, eski kazanımlarını kaybeden ve yaşam standartları gerileyen işçi-emekçi kitlelere asıl sorumlunun göçmenler ve bu arada Müslümanlar olduğunu söylüyor ve “terör” saldırılarını İslamı bir nefret objesine dönüştürmek üzere kullanıyorlar. Oysa asıl sorumlu göçmenler ya da Müslümanlar değil, kapitalizmdir. İşçi sınıfının haklarına saldıran, işsizliği yükselten, yaşam koşullarını kötüleştiren, yol açtığı emperyalist savaşla Ortadoğu’yu cehenneme çeviren ve milyonlarca insanı mülteci haline getiren kapitalizmdir. Ve kapitalizm insan ve doğa üstü soyut bir varlık değildir, egemen sınıfın sömürü düzenidir. Dolayısıyla bu düzende sayılan tüm kötülüklerin sebebi, Hıristiyanıyla, Müslümanıyla, Yahudisiyle açgözlü egemen sınıftır, burjuvazidir.

Kapitalist anafor

Milliyetçilik kapitalizmin ayrılmaz bir parçası, daha doğrusu onun çocuğudur. Ulus-devletini kuran ve iç pazar sınırlarını çizen burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarlarını ulusun çıkarları kılığında kitlelere kabul ettirmek için ulusun kaderinin ortak olduğu, ezada ve cefada birleştiği düşüncesini topluma egemen kılar. Kapitalist üretim tarzı üzerinde varlık bulan bir toplumda, doğal olarak egemen fikirler egemen sınıfın fikirleri olarak tezahür eder. Burjuvazi kendi ideolojisini toplumsal alanda çeşitli biçimler altında yeniden ve yeniden üretir, benimsetir. Bu olağan dönemlerde milliyetçilik de güya ulusun ortak kaderinin bir ifadesi olarak iş görür. Ancak olağan dönemlerde milliyetçilik, emekçi kitlelerin aklını felç edecek denli etkili olamaz. Ne var ki kapitalizmin derin krizlerle sarsıldığı, savaşların olağan toplumsal yaşamı altüst ettiği, ekonominin çöktüğü, işsizliğin fırladığı, yaşam koşullarının kötüleştiği dönemde durum değişir.

Kriz ve kaos dönemleri, aynı zamanda olağan burjuva dönemleri misliyle aşıp geçen kudurgan bir milliyetçiliğin ve bu arada faşizan örgütlenmelerin de önünü açar. Zira içine itildikleri kötü yaşam koşullarından kurtulmak isteyen emekçi kitleler, radikal arayışlara yönelirler. İşçi sınıfının devrimci örgütlülük düzeyinin zayıf olduğu ve kitlelerin tepkisinin kapitalizmin temellerine çekilemediği koşullarda, huzursuz ve arayış içindeki yığınların tepkisi sağ ya da faşist hareketler eliyle kudurgan bir milliyetçiliğe dönüştürülür. Meselâ 1920’lerin başında İtalya’da, 1930’larda Almanya’da ya da günümüzde birçok ülkede olan budur. Yani umutsuzca “eski güzel günlerine” dönmeye veya mevcut durumlarını korumaya çalışan kitleler, sosyalizm yol gösterici olamadığında faşizmin propagandalarına kulak verirler. İstisnasız tüm sağ ve faşist hareketler, kitlelere şunu propaganda ederler: Aslında tüm ulusun kaderi ortaktır, ulus büyük bir ailedir. Yeterince milliyetçi olmayan, başka güçlere kendilerini satan, onlarla işbirliği yapan politikacılar ve yanlış politikalar ulusun ortak kaderine ve çıkarlarına zarar vermektedir. Ulusa ait olmayan unsurlar ulusun birliğini bozarak ortak çıkarları baltalamakta; ulusun zenginliklerine ortak olarak işsizliğe, ahlâksızlığa, toplumsal çürümeye yol açmakta ve ulusu kültürel açıdan geri götürmektedirler. Ulusun o eski büyük günlerine dönmesi için, bozucu harici unsurlar temizlenmelidir!

Ulusa yabancı addedilen bu unsurlar dün Almanya’da komünistler, Yahudiler veya Çingenelerdi. Günümüzde ise Batı’da Müslümanlar veya tüm uluslardan göçmenlerdir. Kapitalizmin yarattığı sorunlar, bu sorunları çözme adı altında göçmenlerin, azınlıkların sırtına yüklenerek kitlelerin tepkisi gerici bir temelde örgütlenmektedir. Neticede milliyetçiliği azdıran ve bilinci bulandırılan kitlelerin gerici politikaların peşinden sürüklenmesine neden olan şey, kapitalizmin içine yuvarlandığı derin kriz ve kaos koşullarıdır. Bu nedenle Batı’da yükselen İslamofobiyi de kapitalizmin tarihsel krizinden ve emperyalist savaşın yarattığı yıkımdan bağımsız düşünemeyiz. Yükselen işsizlik ve kötüleşen yaşam koşulları, örgütsüz emekçi kitlelerin daha fazla burjuva ideolojisinin etkisinde kalmasına ve gerici tepki vermesine yol açıyor.

Aslında Avrupa işçi sınıfı, bir bakıma derin bir travma yaşıyor. Çünkü Avrupa işçi sınıfı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında açılan dönemde elde ettiği kazanımları büyük ölçüde kaybetmiştir. 1970’lerin ilk yarısında kapitalizm bir kez daha krize girdi ve kâr oranlarını yükseltmek üzere arayışa giren burjuvazi, işçi sınıfına vermek zorunda kaldığı hakları geri almak amacıyla harekete geçti. “Sosyal devlet” uygulamalarının ortadan kaldırılmasını, dolayısıyla devletin sosyal hizmetler alanına ayırdığı fonların sermaye sınıfına aktartılmasını hedefleyen neo-liberal politikaları devreye soktu.

Daha ucuz işgücü imkânları elde etmek ve artı-değer kitlesini yükseltmek amacıyla burjuvazi, çalışma alanını kurallılaştıran ve işçi sınıfı lehine uygulamaları içeren tüm yasaları değiştirmeye girişti. Ücretler düşürüldü, iş saatleri hem fiilen hem de yasal düzeyde uzatıldı, işçi sınıfının yaşam düzeyi geriledi, emeklilik yaşı yükseltilirken ücretsiz sağlık olanaklarına büyük darbeler indirildi. İşsizlik sigortası fonundan alınan ücret düşürülürken, bu haktan yararlanma süresi kısaltıldı, taşeronlaştırma devreye sokuldu, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı. Neo-liberal politikaların en önemli hedeflerinden biri, devletin kamu yatırımları alanından çekilmesi ve sosyal hizmetleri ya küçültmesi ya da bitirmesiydi. Böylece devlete ait işyerleri özelleştirildi, buralarda da esnek, sendikasız ve güvencesiz çalışma dayatıldı ve daha da önemlisi on binlerce işçi işten atıldı.

Neticede işçi sınıfının haklarına dönük bu saldırılar, kapitalizmin 2000 dönemecindeki tarihsel kriziyle birleşti. 2008’deki küresel çöküş işsizliği daha önce görülmedik ölçüde yükseltti, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırdı. Sermayenin emek maliyetinin ucuz ama kâr getirisinin yüksek olduğu ülkelere kayışındaki hızlanma, çok ciddi bir işsiz, atıl ve huzursuz kitle ortaya çıkmasına neden oldu. Bu yalnızca Avrupa’da değil Amerika’da da oldu. Meselâ bir zamanlar otomobil şirketlerinin üretim merkezi Detroit, sermayenin, işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaymasıyla bir anda terk edilmiş, paslı, kasvetli ve kitlelerin işsizlikle boğuştuğu, işçi-emekçilerin eski yaşam standartlarını kaybettiği bir kente dönüştü. Bu kentte çıkış arayan kitlelerden Trump’a önemli bir oy gittiğini de belirtelim.

Kapitalist saldırıların sonucunda, toplumsal gelirden aldığı pay azalan ve tabiri caizse ekmeği küçülen Batı işçi sınıfı, 1990’dan başlayarak SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinden gelen yoğun bir göçmen nüfusla bu küçülen ekmeğini paylaşmaya başlamıştır. Lakin Batı’ya ve özellikle de Avrupa’ya en büyük göç dalgası, ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ı işgal ederek tırmandırdığı emperyalist savaşla gerçekleşti. 2011’den sonra Libya, Suriye ve Yemen’in de emperyalist savaş cehennemine çekilmesi ve nüfuz alanlarındaki çatışmaların artması; Pakistan’dan Somali’ye, Suriye’den Libya’ya pek çok ülkede milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına, milyonlarca insanın mülteci haline gelmesine ve yüz binlerce insanın daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa yollarına düşmesine neden oldu. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye yığılmasıyla nasıl ki ev kiraları yükselmiş, ücretler düşmüş ve işsizlik artmışsa, aynı durum Avrupa’da da gerçekleşmiştir.

Sosyal hakların yok edildiği, iş ve yaşam koşullarının ağırlaştığı ve işsizliğin tırmandığı dönemlerde; iş bulmak, karınlarını doyurmak ve görece daha rahat bir yaşam elde etmek isteyen işçi kitleleri arasındaki rekabet alabildiğine kızışır. Kapitalist kriz, olağan dönemde kapitalizmin toplumsal alanda yarattığı kötülükleri katlar ve emekçileri karşı karşıya gelmeye zorlar. Marx’ın ifade ettiği üzere, işçi kitleleri örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksunsa, kapitalist düzenin yarattığı cehennemde rekabet eden, birbirlerinin boğazına sarılan insanlar olmanın ötesine geçemezler. Örgütsüz işçi kitleleri, tam da içinde bulundukları durumun bir yansıması olarak, kestirmeden sorumlu bulmaya yönelir ve sanki tüm kötülüklerin kaynağı göçmenlermiş gibi bir düşünceye saplanırlar. Tepkilerini, onları bu duruma iten kapitalizme yöneltmek yerine, yine kendileri gibi acı çeken, emperyalist savaşın yaşamlarını altüst ettiği, kurulu düzenlerini dağıtarak cehennemin ortasına fırlattığı mültecilere çevirirler. Sağcı, aşırı sağcı ya da faşist partiler ise, zaten örtük ya da açık biçimde emekçi kitlelerde gelişen düşmanlığı kışkırtır, besler, azdırırlar. Kapitalizmin daha fazla kötülük ürettiği ve kitleleri düzenin lağım çukuruna çektiği kriz ve kaos koşullarında, olağan dönemlerde sorun yaratmayan kültürel farklılıklar, milliyetçi ve faşist kışkırtmalarla çabucak çatışmaya dönüşebilmektedir.

Şurası çok açık ki hangi ulustan, kültürden veya inançtan olursa olsun, gerçekte emekçilerin birbirleriyle sorunları yoktur. Farklı kültür ve inançtan işçi-emekçiler, sınıf kardeşliği duygusunu derinden hisseder ve bunu yansıtırlar da. Meselâ yıllar önce Almanya’ya göç eden Türkiyeli göçmenler, günümüzdeki mülteciler ve göçmenler kadar zorluklarla ve ayrımcılıkla karşı karşıya kalmamışlardı. Egemenlerin kışkırtmaları olmadığı müddetçe, emekçilerin eğilimi paylaşma ve kardeşliğe dönüktür. Bu duygu, esasında sınıf olmanın bir dışavurumudur.

Bir tarafta zenginliği bir avuç sermayedar asalağın elinde toplayan kapitalizm, öte taraftan ise toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçileri birbirleriyle kör dövüşüne tutuşmaya, yerli-göçmen ayrımı temelinde bölünmeye itmektedir. İşçi sınıfı örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun olduğu, asıl sorunun kaynağını görmediği müddetçe, kapitalizmin yol açtığı bu kör dövüşü son bulmaz. Kapitalist bataklığın sömürücüleri, milliyetçiliği ve ırkçılığı kışkırtarak, İslamofobiyi körükleyerek değişik ulus ve inançtan işçileri karşı karşıya getirmeye ve asıl çirkefliğin üzerini örtmeye devam ederler. Oysa uluslararası işçi sınıfı kapitalizmi yıkarak tüm kötülüklerin kaynağını ortadan kaldırabilir ve işsizliğin olmadığı, emekçilerin iş kavgasına tutuşmadığı, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünyanın yolunu açabilir. Enternasyonalist hedefi bu olması gereken uluslararası işçi sınıfı, bu hedefe ulaşmak için de yapay kavgaları bir kenara bırakarak asıl kavgaya, sınıf kavgasına odaklanmalıdır. 

3 Temmuz 2017


[1] Aslında Fransa’da 5, Almanya’da 4,5, İngiltere’de 3 milyon Müslüman yaşıyor.

İlgili yazılar