1968 Devrimci Kuşağı ve Kemalizm Tartışması
Utku Kızılok, 2 Temmuz 2008

Hemen tüm dünyada etkili olan, milyonlarca insanı etkisi altına alan ve kapitalist düzeni sarsan 1968 başkaldırısının üzerinden tam 40 yıl geçti. ‘68, devrimci işçi sınıfı ve dünya sosyalist hareketi açısından geride kalmış hoş bir anı değil; kapitalizme karşı mücadeleyi yeniden yükseltmek için hatırlanması ve dersler çıkarılması gereken tarihsel bir dönemi ifade etmektedir.

Tarihsel bir anlam taşıyan 1968 başkaldırısı, kırkıncı yılında diğer yıl dönümlerine kıyasla çok daha fazla ilgiye mazhar oluyor. Tüm dünyada, ’68’in ne anlama geldiği üzerine tartışmalar yürütülüyor; dönemi anlatan ve analiz eden yeni kitaplar yayımlanıyor, döneme ait simgeler müzelerde sergileniyor. Türkiye’deki bu tartışmaları tetikleyen başlıca etken, görünüşe göre “Hatırla Sevgili” adlı televizyon dizisi oldu. 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan bu dizi; ‘68 dönemini, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi gençlik önderlerini, onların mücadelelerini ve katledilmelerini dönemin politik atmosferiyle birlikte ele aldı. Bu dizi sayesinde özellikle genç kuşakların Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına duyduğu hayranlık ve geçmişi öğrenme isteği dikkat çekiyor. Ancak genç kuşakların bu arayışının yalnızca Türkiye ile sınırlı olmadığını belirtmek gerekir. “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sözüyle ’68 devrimci gençliğine ilham kaynağı olan Che Guevara, günümüzde geçmişe oranla dünya gençliği arasında daha fazla ilgi görüyor. Yaşadığı mevcut dünyayı kabullenmeyip onu değiştirmeye çalışan Che Guevara, gençler için bir semboldür ve onlar bu sembol üzerinden kapitalist düzene olan tepkilerini ifade ediyorlar.

Peki, 1968’e yönelik bu yoğun ilgi neden otuzuncu ya da otuz beşinci yılında değil de kırkıncı yılında ortaya çıktı? Kuşkusuz bu bir tesadüfün sonucu değildir. 11 Eylül 2001 sonrası dünyamız, giderek şiddetlenen ve yayılan bir emperyalist paylaşım savaşları dönemine girdi. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte burjuvazi tarafından yayılan “ebedi, krizsiz ve savaşsız kapitalizm” söylemi, yerini derinleşen sistem krizine ve yeni savaşlara bıraktı. Burada asıl dikkat çekilmesi gereken nokta, 2000’li yıllarla birlikte sınıf mücadelesi eğrisinin yönünü yukarıya doğru çevirmiş olmasıdır. SSCB’nin çöküşüyle açılan karamsar yılların politik atmosferiyle değil de içine girdiğimiz bu yeni dönemin patlamalı siyasal gelişmeleriyle yetişen genç kuşaklar arasında kıpırdanmalar artıyor. İşte Türkiye’de ve dünyada ‘68’e yönelik artan ilginin; gençlerin, “Hatırla Sevgili” dizisi aracılığıyla Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi devrimci gençlik önderlerine duyduğu hayranlığın arkasında diplerden yüzeye vuran bu değişim var.

Ancak ‘68’e dair yürütülen tartışmalar, gençliğin belli bir kesiminde devrimci değerlere duyulan bu olumlu ilgiyi gölgeleyebilecek bir muhteva taşımaktadır. ‘68 öğrenci hareketi ve özellikle Deniz Gezmiş gibi öncü kişiliklerin siyasal tutumları, burjuvazinin kendi iç çatışmalarının bir parçası hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Bilhassa son bir yılda, ulusalcı-devletçi burjuva kesimlerin Nazım Hikmet, ‘68 gençliği ve Deniz Gezmiş üzerinden politik kazanç sağlamaya çalıştıkları görülüyor. Siyasal alana askeri müdahalenin zeminini döşemek amacıyla tertiplenen Cumhuriyet mitinglerinde Nazım’ın şiirleri okunuyor, Deniz Gezmiş’in posterleri taşınıyor ve kürsüden ‘68’in alâmet-i farikası olan “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı attırılıyor. Son günlerde ‘68 üzerine yeni kitaplar yayımlanırken, televizyon programları yapılıyor. Kuşku yok ki bazılarının amacı, ‘68 gençliğini Kemalist, milliyetçi ve ikinci kurtuluş savaşı vermek dışında hiçbir gayesi olmayan bir kuşak gibi sunmak; politikaya yeni ilgi duyan gençleri Deniz Gezmiş’in itibarı üzerinden bu çizgiye yönlendirmektir. Öte yandan bazı liberal ve İslamcı çevreler, mevcut siyasal ortamdan hareketle Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı “milliyetçi”, “cuntacı” ve hatta “Ergenekoncu” ilan etmeye çalışıyorlar. Sosyalizmi, devrimciliği ve dünyayı değiştirme arzusunu karalamaya dönük bu gerici tutumu en baştan mahkûm etmek gerekiyor.

Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve dönemin diğer devrimci gençleri, dünyayı değiştirme ve insanın insanı sömürmesine son verme mücadelesine muazzam bir tutkuyla atıldılar. Eşitlik ve özgürlük özlemiyle doluydular. Geri kalmışlığa, halkın sürüklendiği yoksulluğa, toplumsal eşitsizliğe ve sömürüye son vererek yeni bir düzen kurmak için mücadele ediyorlardı. Onlara göre ülkedeki tüm sorunların müsebbibi, Türkiye’nin ABD emperyalizmine bağımlılığıydı ve mücadelenin öncelikli hedefi bu bağımlılık ilişkisine son vermek olmalıydı. Dönemin devrimci gençliği, Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’da yükselen ulusal kurtuluş mücadelelerinin damgasını vurduğu bir dünyaya gözlerini açmıştı. Ancak Marksizmin yol gösterici ışığını sunacak bir Bolşevik Partinin yokluğunda, sömürgecilik çoğu zaman emperyalizmle eş anlamlı kabul ediliyor; anti-emperyalizm ise en büyük emperyalist devlete karşı çıkmakla özdeşleştiriliyordu. Emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrı düşünülmesi, kaçınılmaz biçimde, kapitalizmin sınırlarını aşamayan siyasal anlayışların etkisine girilmesine neden oluyordu. Bu koşullarda devrimci gençlik; evrensel kurtuluşu ifade eden sosyalizmi tek ülkeyle sınırlandırıp millileştiren Stalinizmin, sosyalist söylemle bezeli ulusal kurtuluş hareketlerinin ve elbette Kemalizmin etkisi altında yol alacak, pek çok hata yapacaktı.

1968, Türkiye’de işçi sınıfı ve devrimci gençlik hareketinin sıçramalı yükselişinin, uluslararası gelişmelerle de kesişen önemli bir evresi, bir geçiş dönemidir. Bu süreçte devrimci öğrenci hareketi yeni arayışlara yönelirken, işçi hareketi de fabrika işgalleriyle daha militan bir karakter kazanıyor ve 1970 yılında gerçekleşen 15-16 Haziran direnişiyle zirveye ulaşıyordu. Ancak bu dönemde, bir arayış içinde olan devrimci öğrenci hareketindeki ideolojik ve örgütsel parçalanma alabildiğine derinleşti ve silahlı mücadele fikri güç kazandı. Ardından gelen 12 Mart 1971 askeri müdahalesi, yaklaşık dört-beş yıl süren mücadele dönemini, kabaca 1974 yılına kadar kesintiye uğrattı. Bu dönemi doğru kavrayabilmek için, yalnızca Türkiye’deki iç siyasi gelişmeleri değil, aynı zamanda 1960’ların dünya konjonktürünü ve sınıf mücadelesinin temel dinamiklerini de dikkate almak gerekir.

İkinci Dünya Savaşının ardından uluslararası siyasal konjonktür, bir yanda emperyalist-kapitalist sistemin öncüsü ABD, diğer yanda ise sosyalist olduğunu iddia eden Stalinist SSCB tarafından şekillendirilmeye başlandı. Böylece iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı ve tüm siyasal gelişmeler bu iki eksen etrafında biçimlenmeye başladı. SSCB’nin savaştan zaferle çıkması ve bilahare 1949 Çin Devriminin başarıya ulaşması, Batılı emperyalistlerin boyunduruğu altında inleyen sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketlerine büyük bir ivme kazandırdı. Emperyalist kamp ile “sosyalist” kamp arasındaki çelişkilerden yararlanmak isteyen, ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulmayı amaçlayan bazı ulusalcı liderler, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak adlandırılan, fakat gerçekte devlet kapitalizmini ifade eden modeli benimsediler. Küba’daki devrim sonrası liderlik ise çok daha radikal bir yöne evrildi; kapitalizmi bürokratik yöntemlerle tasfiye etmeye girişti ve ortaya SSCB benzeri bürokratik bir diktatörlük çıktı.

Ulusal kalkınmacı devlet kapitalizmini benimseyen Hindistan, Endonezya, Gana ve Mısır gibi ülkeler, 1955 yılında Bandung Konferansında bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi’ni oluşturdular. Bu ülkeler kendilerini anti-emperyalist olarak tanımlıyor ve “kapitalist olmayan kalkınma yolu”ndan giderek emperyalizme ağır bir darbe vurulabileceğini savunuyorlardı! Ancak gerçekte bu ülkeler, iki kutuplu dünyanın çelişkilerinden çok yönlü şekilde faydalanma çabasındaydılar. Stalinizm damgalı “kapitalist olmayan yol” söylemiyle işçi devrimi fikri geri plana itiliyor ve “dış düşman emperyalizm” temelli milliyetçi bir söylemle işçi hareketi baskılanıyordu. Diğer yandan ise SSCB’nin ekonomik ve siyasi desteği yalnızca alınmakla kalmıyor, aynı zamanda bu destek emperyalist merkezlere karşı bir denge unsuru olarak da kullanılıyordu.

Ulusal kalkınmacı bir programa sahip olan ve kendisini Üçüncü Dünyanın bir parçası olarak gören ulusal kurtuluş hareketleri, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren ivme kazandı. Tunus, Fas, Gana ve Küba 1960’lara varmadan bağımsızlıklarını kazanırken, Cezayir ise Fransız boyunduruğuna karşı zorlu bir direniş yürütüyordu. Özellikle Küba’nın ABD emperyalizmine kafa tutarak kapitalist sistemden kopması ve kendisini sosyalist olarak ilan etmesi, hem sömürge halklar hem de Türkiye gibi emperyalizmin dayatmalarına maruz kalan ülkelerin devrimcileri üzerinde büyük bir etki yarattı. 1960’tan itibaren ABD emperyalizminin Vietnam işgaline hız vermesiyle birlikte, neredeyse tüm dünyada güçlü bir anti-Amerikancı dalga yükselmeye başladı.[1]

Hazırlıksız, önderliksiz ve arayış içinde bir genç kuşak

Türkiye, 1960’lara böyle bir uluslararası siyasal ortamda girdi. Adnan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti iktidarı, ekonomi politikalarını büyük toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda şekillendiriyordu. Devlet kaynakları büyük ölçüde bu kesimlere ve iktidar çevresindekilere yönlendiriliyordu. Bu politikaların sonucunda, Demokrat Parti döneminde yükselişe geçen “türedi” zenginler, kısa sürede ciddi servetler edindiler. Fakat bu durum, devlet kaynaklarından artık eskisi gibi yararlanamayan sanayi burjuvazisinin tepkisini çekiyordu. Benzer şekilde, asker-sivil bürokrasi de hem ekonomik hem siyasal açıdan konum kaybına uğramıştı. Özellikle düşük maaşlardan yakınan alt kademe subaylar arasında ciddi bir hoşnutsuzluk oluşmuştu.

İktidarın hem yeni yatırımlar yapabilmesi hem de ekonominin acil döviz ihtiyacını karşılayabilmesi için büyük miktarda dış sermayeye ihtiyaç vardı. Fakat 1959 yılında ABD’ye giden Adnan Menderes, beklediği desteği bulamadı. Devlet kaynaklarının yağmalanması ve sürüp giden ekonomik krizin faturasının emekçilere çıkarılması, Demokrat Parti’ye olan toplumsal desteği ciddi biçimde zayıflattı. DP ise bu tepkilere, baskıyı artırarak ve demokratik hakları kısıtlayarak karşılık verdi. Artan hoşnutsuzluk özellikle öğrenci gençlik ve aydınlar öncülüğünde sokak gösterilerine dönüştü. Ancak bu muhalefet, toplumun daha geniş kesimlerini harekete geçirmekte yetersiz kaldı. Neticede birçok unsurun üst üste binmesiyle biriken toplumsal çelişkiler açığa çıktı ve bu ortamdan yararlanan ordu, 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koyarak bir askeri darbe gerçekleştirdi. 27 Mayıs, Kemalist asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki vesayetini yasal-anayasal açıdan kurumsallaştırdı. 27 Mayıs cuntası her ne kadar kendisini “ulusalcı” olarak tanımlasa da, gerçekte ulusal-kalkınmacı bir ekonomik programa sahip değildi. Nitekim cunta yönetimi ve ardından gelen iktidarlar, sanayi burjuvazisinin önünü açarak Türkiye’de kapitalist gelişmenin ve Batı kapitalizmiyle entegrasyonun önünü daha fazla açmışlardır.

Ancak bu dönemde, dünyadaki gelişmeleri ve Türkiye’deki siyasal olayları Marksist bir perspektifle çözümleyip işçi sınıfına, dahası uyanmakta ve politikleşmekte olan genç kuşaklara aktaracak güçlü, örgütlü sosyalist bir yapı bulunmamaktaydı. Sadece eski TKP geleneğinden gelen ve Stalinizmin rahle-i tedrisatından geçmiş bir avuç sosyalist kadro vardı. Bu kadroların 27 Mayıs darbesine dair benimsedikleri tutum, sonraki yıllarda izlenen hatalı politikaların da temelini oluşturmuştur. Mesela TKP’nin “eski tüfekleri”nden Hikmet Kıvılcımlı, daha 28 Mayıs sabahında, askeri darbeyle yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi’ne bir selamlama telgrafı gönderdi ve ilerleyen günlerde birkaç açık mektup kaleme aldı. Kıvılcımlı’ya göre ordu, “inkılâpçı-devrimci” bir misyon üstlenmişti ve MBK’nın gerçekleştirdiği darbe, esasen bir İkinci Kuvayı Milliye hareketiydi. 10 Temmuz tarihli mektubunda, Nutuk’tan ve özellikle Gençliğe Hitabeden yaptığı alıntılarla bu hareketin tarihsel misyonunu açıklıyor ve 27 Mayıs’ın, Vatan Partisi’nin ideolojik/doktriner temeline yerleştirdiği İkinci Kuvayı Milliye Devrimini gerçekleştirdiğini savunuyordu. Şöyle diyordu Kıvılcımlı: “«Ey Türk İstiklalinin Evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır.» Vatan Partisi, kulaklarında bu öğüt çınlayarak doğdu.”[2]

‘68 gençliğinin Kemalist ideolojiye yönlendirilmesinde önemli bir rol oynayan Mihri Belli ise, bu süreçte çok daha geri bir tutum sergilemiştir. Yeni Yol dergisinde yayımlanan yazısında, askeri yönetime toprak reformu yapma çağrısında bulunur ve ordunun devrimci bir rol üstlenmesi gerektiğini savunur. Öte yandan TKP Yurt Dışı Bürosu, Atatürk yoluna girmiş bir Türkiye’nin NATO ve CENTO üyeliklerini sürdürmesinin, Atatürk ilkeleriyle çeliştiğinden dem vuruyordu.[3]

Böylece on yılların derin suskunluğunu kırarak uyanmaya başlayan işçi hareketi ve öğrenci gençlik, kendini orduya ve Kemalizme yönelik hatalı bir ideolojik zemin üzerinde buldu. Marksizm ve sosyalizm adına konuşan çevreler, Stalinizmin “ulusal sosyalizm” anlayışını benimsiyor; bu ulusalcı-devletçi çizgiden hareketle Kemalizmi doğal bir müttefik olarak değerlendiriyorlardı. O dönemde politikayla tanışan genç kuşakların, bu yönelimi sorgulayacak teorik birikimi ise henüz yoktu. Çünkü 1960’ların ilk yarısında sol/sosyalist düşüncelerle yeni tanışan, politik yaşama yeni adım atan ve emperyalizme öfkeli olan ilerici/devrimci gençler, aslında Marksizmin temel ilkelerini yeterince bilmiyorlardı. Marksizmin hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığının, işçi sınıfını neden devrimci özne olarak kabul ettiğinin, tek ülkede sosyalizmin bu öğretiyle bağdaşmayacağının, Komünist Manifesto’dan itibaren bu anlayışın Marx ve Engels tarafından mahkûm edildiğinin farkında değillerdi. Keza proletaryanın enternasyonalist mücadele tarihine dair derinlemesine bir bilgileri de yoku. Kabına sığmayan ancak teorik donanımları yetersiz olan bu kuşak, ne Stalinist bürokrasinin sınıf doğasını ne de dünya komünist hareketinde yarattığı tahribatın boyutlarını yeterince kavrayabiliyordu. Marksizm hakkında daha doğru bilgilere ulaşabilecekleri kaynaklar ve çeviriler ne yazık ki sınırlıydı. Türkiye’deki baskıcı iktidarların uyguladığı sansür ve yasaklar nedeniyle, Marx, Engels ve Lenin’in eserleri bu dönemde henüz yasal olarak yayımlanamıyor ve yaygın şekilde dolaşıma giremiyordu.

Sonuç olarak, böyle bir ortamda YÖN dergisi ve onun başında bulunan Doğan Avcıoğlu’nun öncülük ettiği milliyetçi-devrimci sol Kemalist çizgiye karşı, tutarlı bir Marksist tutum geliştirilemedi. YÖN, asker-sivil-aydınlardan oluşan ve “zinde güçler” olarak adlandırılan bir grubun liderliğinde yürütülecek sözde bir anti-emperyalist kurtuluş mücadelesini savunuyordu. Fakat bu mücadele, yukarıda sergilediğimiz ulusal kalkınmacı anlayışın bir ifadesinden başka bir şey değildi. 1960’lı yılların ilk evresinde YÖN kadroları, TİP liderleri ve TKP’nin Mihri Belli gibi “eski tüfekleri” arasında bu konuda kayda değer bir görüş ayrılığı bulunmuyordu. Bu üç çevrenin programatik yaklaşımları neredeyse tamamen örtüşüyordu. Nitekim YÖN dergisinin çıkış bildirisine TİP üyesi aydınlar da imza atmış ve Mihri Belli de derginin yazarları arasında yer almıştı.

Sonraki yıllarda Türkiye’de devrimin karakteri üzerine yürütülen tartışmalarda, Sosyalist Devrim ile Milli Demokratik Devrim yaklaşımları ekseninde bir ayrışma yaşansa da, Kemalizmle ideolojik bir kopuş gerçekleşmedi. Türkiye İşçi Partisi, Kasım 1966’da düzenlenen II. Kongresinin sonuç bildirgesinde,  “bugün Türkiye’nin başta gelen meselesinin tam bağımsızlığımıza yeniden kavuşmak olduğunu, bunun da ancak bir yandan Atatürk’ün Milli Kurtuluş Savaşı Türkiye’sine özgü dış politikasına yeniden dönmekle” sağlanacağını söylüyordu. “Tarihte ilk milli kurtuluş savaşını vermiş ve ikinci milli kurtuluş hareketi içinde bulunan bir milletin evlatları olarak (…) Amerika’ya karşı verilen ikinci Milli Kurtuluş Mücadelesini başarıyla yürütüp tam bağımsızlığa kavuşmak” ifadesi de bildirgede yer alıyordu.[4]

1960’ların sonunda sosyalistlerin, demokratların, reformistlerin, Kemalistlerin ve ’68 öğrenci gençliğinin ortak buluşma noktası TİP olmuştu. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya gibi gençlik önderleri de bu dönemde hem TİP’in hem de gençlik kolu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun üyesiydi. Bu durum, politikaya atılan genç kuşakların siyasi ufkunun en başından itibaren Kemalizmle bulaşık bir çizgiyle şekillenmesine neden oldu. Ancak yaşanan ayrışmalar sonucunda, Mihri Belli taraftarları TİP’ten ihraç edilmeye başlandı. Bunun üzerine Belli ve çevresindeki kadrolar, Türk Solu dergisini çıkararak yeni bir platform kurdular ve bu yolla MDD çizgisi aracılığıyla Türkiye sosyalist hareketine Kemalizmi kalıcı biçimde zerk etmeye, yerleştirmeye yöneldiler.

Mihri Belli’ye göre Türkiye emperyalizmin sömürüsü altındaydı ve bağımsız bir ülke değildi; toplumunun önünde “Türk milli bağımsızlığını” kazanarak emperyalizmin vesayetinden kurtulma mücadelesi vardı. Şöyle diyordu: “Amerikan vesayeti altında bulunan bir ülkede, temel devrimci şiar ancak: «Emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibeye karşı, şehir ve köy proletaryası, şehir ve köy küçük-burjuvazisi, asker-sivil aydın zümre, omuz omuza, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye için!» şiarı olabilir. Bu da demokratik devrimin şiarıdır. Sosyalist devrimin şiarı değildir.”[5] Elbette bu stratejiyi hayata geçirebilmek için bir “milli cephe”ye de ihtiyaç vardı. Fakat Belli, her ne kadar işçileri ve köylüleri bu “devrimci milli cephe” içinde sayıyorduysa da, onun devrimci güçler olarak gördüğü gerçekte “sivil-asker-aydın zümre” idi. Yani milliyetçi-sol bir askeri darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs türü bir cuntadan başka şey değildi beklenen.

Mihri Belli’nin ulusal bağımsızlıkçı çizgisi, yukarıda değindiğimiz uluslararası konjonktürle örtüşüyordu. 1968’de, Ho Şi Minh önderliğindeki Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesi doruk noktasına ulaştı. Aynı dönemde Filistin’de gerilla savaşları başladı ve Latin Amerika’da ulusal kalkınmacı, sol nitelikli askeri darbeler gerçekleşti. Bu gelişmeler, Üçüncü Dünyacı, sosyalizm söylemiyle bezenmiş ulusal kurtuluşçu ve gerillacı düşüncelerin daha da etkili hale gelmesine, gençlik ve aydın çevreleri etkilemesine neden oldu. Bu koşullarda, kendini burjuva yasalarının çerçevesiyle sınırlayan, parlamentarizme ve pasifizme saplanan TİP’ten umudunu kesen öğrenci gençliğin, yıllarca rahle-i tedrisatından geçtiği Kemalist ideolojiyle harmanlanmış Milli Demokratik Devrim tezine yönelmesinden daha doğal ne olabilirdi? Nitekim öyle de oldu.

O dönem Sosyalist Devrim, Milli Demokratik Devrim ekseninde gelişen tartışmaları, ideolojik ve örgütsel ayrışmaları birkaç başlık altında toplamak mümkün. Konumuz gereği burada ilk eğilime odaklanalım: Devrim stratejisinde işçi sınıfını devrimci bir özne olarak kabul edip merkeze almayan, kapitalizmi doğrudan hedef alan program ve sloganlara mesafeli duran, bunun yerine ulusal bağımsızlık tezini öne çıkaran Milli Demokratik Devrim çizgisi. Küçük-burjuva aydınlara, Kemalist subaylara ve öğrenci gençliğe yönelen bu çizgi, Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çevresinde somutlaşmıştı. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan da dâhil olmak üzere dönemin birçok devrimci gençlik önderi bu eğilim içerisinde yer aldı.

Devrimci gençlik, Mihri Belli’nin düşüncelerinden önemli ölçüde etkilenmişti. Oysa 1960’ların başından itibaren sahneye çıkan, giderek kitleselleşen ve militanlaşan bir işçi hareketi söz konusuydu. Bu hareket, 1967’de DİSK’in kurulmasıyla yeni bir ivme kazanmış, 1968 yazında gerçekleşen fabrika işgalleriyle de sürece damgasını vurmuştu. Lakin devrimci gençliğin önemli bir kesimi bu sınıfsal yükselişi geri plana itiyor, yönünü başka güçlere çeviriyordu. Türk Solu dergisinin Mayıs sayısında Mahir Çayan, “içinde bulunduğumuz evre, proletaryanın kendisi için sınıf durumunda olmadığı” bir evredir, diye yazıyordu. Bu koşullarda yürütülmesi gereken mücadele, Amerikan emperyalizmine karşı “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” mücadelesiydi.[6] Bu slogan ve onun farklı biçimleri, öğrenci gençliğin dilinden hiç düşmeyecekti. Bu yıllarda, özellikle öğrenci gençliğin MDD çizgisi, emperyalizme karşı ikinci bir kurtuluş mücadelesi verdiğine inanıyor ve Mustafa Kemal’in izinden yürüdüğünü söylüyordu. Nitekim 1968 Ekiminde Samsun’dan başlatılan Mustafa Kemal Yürüyüşü de gençliğin erken dönem yöneliminin bir ifadesiydi. Samsun’dan Ankara’ya uzanan bu yürüyüşte, 6. Filo askerlerinin denize dökülmesi eyleminde ve üniversite işgalleri sürecinde en sık duyulan slogan “Tam Bağımsız Türkiye” oldu.

Deniz Gezmiş’le özdeşleşen Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) 1970’te, Mahir Çayan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi (THKP-C) ise 1971’de kuruldu. Gerilla mücadelesi, reformist siyasal çizginin ve düzen içi arayışların yıkılıp aşılması olarak benimsendi. Her iki örgütün amacı, siyasal sürece gerilla mücadelesi aracılığıyla doğrudan müdahale etmekti. Bu süreçte, yani Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde “71 kopuşu” olarak adlandırılan dönemde, Kemalizmle çelişen pek çok deneyim yaşamış olsalar da bu ideolojik etkiden tam anlamıyla kopamadılar. THKO davası sürecinde Deniz Gezmiş, Osmanlı yönetiminin Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’e “eşkıya” demesiyle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendilerine aynı sıfatı yakıştırması arasında bağ kurar ve şöyle der: “Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun «istiklal-i tam» prensibini, ve onun «istiklal-i tam [tam bağımsız] Türkiye» idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz. Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dâhil sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye’ye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız.” Açık olan şudur ki, dönemin devrimci gençlik hareketi son kertede Kemalizmin yörüngesinden tam anlamıyla çıkamamış, kesin ve keskin bir kopuş yapamamıştır! Ne yazık ki buna zamanı da olmamıştır.

Mahir Çayan’ın Kemalizme ilişkin görüşleri ise gelgitlidir, zikzaklıdır. Henüz Mihri Belli ve MDD çizgisindeyken, Ocak 1970’te Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori adlı yazısında şöyle diyordu: “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede Doğu halklarının milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva milliyetçiliğidir. (…) Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz.”[7] Çayan bu süreçte Kemalizmi anti-emperyalizm olarak tanımlar, ama kendisini onunla özdeşleştirmez. Lakin 1971 THKP-C davasının savunmalarında şunları demektedir: “Bizler 2. Kuvayı Milliyecileriz. Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarıyız. ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinin öncü savaşçılarıyız.”[8] İlginçtir, “71 kopuşu” denen dönemden sonra kaleme aldığı yazılarda Kemalizmin anti-emperyalizmine ve solculuğuna daha çok vurgu vardır. Ocak 1972’de kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III adlı makalesinde şöyle yazar: “Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. (…) Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur.”[9]

Oysa Kemalizm hiçbir zaman anti-emperyalist olmadı, olması da mümkün değildi. Çünkü anti-emperyalizm, bir ülke burjuvazisinin işgalci ya da sömürgeci güçlere karşı yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesini değil, emperyalist-kapitalist sistemin yıkılmasını hedefleyen devrimci mücadeleyi ifade eder. Dolayısıyla anti-emperyalizm, emperyalist devletlerin zayıf ülkelere yönelik ekonomik ve askeri dayatmalarına karşı çıkmakla özdeşleştirilemez. Zira sadece emperyalist devletler değil, aynı zamanda bölgesel güçler ve aslında tüm kapitalist devletler de kendilerinden zayıf olanlara üstünlüklerini dayatmaya çalışır. Bu eğilim, emperyalist-kapitalist sistemin doğasından kaynaklanır, onun yapısal bir sonucudur. Gerçek anti-emperyalizm, kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğine karşı durmaktır.

Bu noktada Marx’ın o meşhur sözünü hatırlamak gerekir: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar; doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.” Denizler, Mahirler ve onların izinden giden devrimci gençlik, yaşadıkları dünyayı değiştirmek için mücadele ediyordu. Onlar da yukarıda belirttiğimiz siyasal koşullar içinde bu mücadeleye atıldılar. Henüz çok gençtiler –katledildiklerinde 24-25 yaşlarındaydılar– ve deneyimsizdiler. Teorik ve politik açıdan yeterince birikime, işçi sınıfı devrimciliği temelinde örgütlenmiş ve kök salmış Marksist bir önderliğe sahip değillerdi. Marksizmle Stalinizmin çeşitli biçimlerini, Kastroculuğu ve Kemalizmi bağdaştırmaya çalışıyorlardı ve sürekli bir ideolojik arayış içindeydiler.

Örneğin Mahir Çayan, ilk döneminde devrimin temel gücünün işçi sınıfı değil köylülük olduğunu; devrimci savaşın kırdan kente doğru ilerleyeceğini ve işçi sınıfının bu süreçte ideolojik önderlik rolü üstleneceğini savunur.[10] Daha sonra ise emperyalizmin artık doğrudan sömürge yöntemlerini terk ettiğini, yeni-sömürgeci araçlarla kapitalist pazarlara nüfuz ettiğini, kentleşmenin arttığını ve bu durumun eski sömürge ülkelerde demokratik devrim sorununu tepeden aşağıya kısmen çözdüğünü öne sürer.[11] Bu analizden, halk kitleleri ile oligarşi arasında yapay bir dengenin oluştuğu sonucuna ulaşır. Bu dengeyi bozmak amacıyla şehir gerillasına dayalı öncü savaşı önerir. Bu savaş, suni dengeyi bozacak ve böylece geçim sıkıntısının hengâmesi içinde kaybolmuş, emperyalist propagandayla şartlanmış, düzenin şu veya bu partisine umudunu bağlamış kitleleri sarsıp devrim hareketine çekecektir. Böylece halkın ayaklanarak iktidarı ele geçirmesi sağlanacaktır.[12] Oysa önceki görüşleriyle bu tepeden ikameci, Latin Amerika kaynaklı küçük-burjuva devrim stratejisi arasında yalnızca birkaç ay vardır.

Eğer bu genç devrimciler, henüz yaşamlarının baharındayken katledilmemiş olsalardı, arayışlarını derinleştirecek ve büyük olasılıkla teorik, ideolojik ve politik yanlışlarıyla hesaplaşacaklardı. Deniz Gezmiş’in idam sehpasını tekmelerken “Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” diye haykırması, böyle bir yönelimin işareti olarak görülebilir. Aynı şekilde, THKO’nun “beyni” olarak kabul edilen Hüseyin İnan’ın ölümünden sadece iki ay önce yazmaya başladığı ve Kemalist iktidarın ezilen halkları asimile ettiğini belirttiği Türkiye Devriminin Yolu adlı, tamamlanamayan çalışması da eksiklerine rağmen bir sorgulamanın başlangıcı olarak değerlendirilebilir.

12 Mart 1971 darbesiyle kurulan faşizan rejim, sermaye düzeninin çıkarları doğrultusunda öğrenci ve işçi hareketlerini ezmeye yöneldi. Binlerce devrimci, sendikacı, aydın ve gazeteci tutuklandı, cezaevlerine atıldı ve işkenceye uğradı. Bu dönemde THKO, Nurhak Dağlarında gerilla savaşı başlatmaya hazırlanıyordu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 15 Martta Malatya Nurhak’a giderken Sivas Şarkışla’da yakalandılar. THKO militanlarından Kadir Manga, Sinan Cemgil ve Alpaslan Özdoğan ise 31 Mayısta katledildiler. 9 Ekim 1971’de Denizlere idam cezası verildi. Türkiye’de sosyalist hareket, aydınlar ve sendikacılar Denizleri kurtarmak için kampanyalar yürüttü. Uluslararası ölçekte de infazların durdurulması için Türkiye hükümetine çağrılar yapıldı. Aynı süreçte Maltepe Cezaevinde bulunan Mahir Çayan ve arkadaşları 29 Kasımda kazdıkları tünelle kaçtılar. Onlar da Denizleri kurtarmak için çeşitli girişimlerde bulundular. 26 Mart 1972’de Ünye Radar Üssünü basarak, ikisi İngiliz biri Kanadalı üç teknisyeni kaçırdılar. Yayınlanan bildiride, bu kişilerin serbest bırakılması karşılığında Denizlerin infazının durdurulması talep edildi. Fakat 30 Martta Niksar’ın Kızıldere köyünde evi kuşatan jandarma, Mahir Çayan ve arkadaşlarını yok etmek amacıyla hareket etti. Böylece THKP-C’nin önder kadrosundan toplam 10 devrimci yaşamını yitirdi. Denizler, yani üç fidan, 6 Mayıs’ta idam sehpasına çıkarıldı. TKP-ML lideri İbrahim Kaypakkaya ise 24 Ocak 1973’te Tunceli kırsalında yakalandıktan sonra ağır işkencelere maruz bırakıldı ve 18 Şubatta öldürüldü.

1968 devrimci gençlik hareketinin isyanıyla özdeşleşen bu isimler, ezilmeye ve sömürüye karşı yürütülen mücadelenin simgesi haline geldiler, geniş emekçi kitlelerin yüreğinde derin bir yer edindiler. Onlar halkların eşit ve demokratik bir ülkede yaşaması, insanlığın sömürü ve savaşlardan kurtulması için mücadele verdiler, bu uğurda hayatlarını feda ettiler. Bu bakımdan, onlar, daima saygıyı hak eden ve düzen karşısında sonuna kadar sahip çıkılması gereken devrimcilerdir.

Denizlerin sömürüsüz bir dünya uğruna verdikleri devrimci mücadeleyi Kemalizmin cephesine su taşımak amacıyla kullanan, onların adını Kemalizmi ilerici, toplumcu ve anti-emperyalist göstermek için araçsallaştıran güçlere karşı mücadele ertelenemez. Genç kuşakların yolu Kemalizm değil, insanlığın her türlü esaretten kurtulmasını hedefleyen devrimci Marksizm olmalıdır. Devrimci mücadeleye atılan gençler, Denizlerin ve Mahirlerin adanmışlığına ve devrim tutkusuna sahip çıkmalıdır. Ancak bunu, devrimci Marksizm, Bolşevizm ve enternasyonalizmle donanarak gerçekleştirmelidirler.

2 Temmuz 2008

[1] Tunus 1956, Fas 1956, Gana 1957 ve Küba 1959’da bağımsızlığını kazandı. Fransa’ya karşı mücadele veren Cezayir’in bağımsızlık savaşı 1954-1962 arasında gerçekleşti. ABD emperyalizminin Vietnam’a müdahalesi 1964 sonrasında arttı.

[2] Hikmet Kıvılcımlı, Birinci ve İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz, www.vatanpostasi.org

[3] Ergun Aydınoğlu, Türk Solu 1960-1971, Belge Yay., s.33

[4] ak: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 5. cilt, ekler s. 483

[5] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Y., s.56

[6] Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Boran Yay., s. 30

[7] Mahir Çayan, age, s.154

[8] Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken içinde, ak: Ayşe Emel Mesci, Güncel Yay., s.75-76

[9] Mahir Çayan, age, s.408

[10] Mahir Çayan, age, s.192

[11] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III içinde, Emperyalizmin Üçüncü Bunalım Dönemi, age, s. 380

[12] Mahir Çayan, age, s.390 ila 402 arası…

Enternasyonalizm mi, Milliyetçilik mi?

İlgili yazılar

Utku Kızılok, 1 Temmuz 2007
Akın Erensoy, 28 Haziran 2009
Akın Erensoy, 5 Kasım 2004