15-16 Haziran Direnişinin Tanıkları: Çelik Yumuşak, Ölüm Korkaktı O An!
Gelecekbizim, 15 Haziran 2025

15-16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi sınıfının mücadele ve direniş tarihi açısından son derece önemlidir. 1970 yılında, sermaye sınıfı ve onun iktidardaki temsilcisi Adalet Partisi, bir yasa çıkararak DİSK’in faaliyet alanını daraltmak ve onu etkisiz hale getirmek istedi. Çünkü Kemal Türkler’in önderliğindeki DİSK ve onun öncü sendikası Maden-İş, işçi sınıfının yeni çekim merkezi haline gelmişti. Sermaye sınıfına karşı gelişen mücadele birçok sanayi koluna yayılıyordu. Yasa Meclisten geçtikten sonra, 14 Mart 1970’te DİSK’e bağlı sendikaların yöneticileri ve işyeri temsilcileri Merter’de bir araya geldi. Bu toplantıda 800 işçi temsilcisi patronların ve hükümetin saldırısına karşı ne yapılacağını tartıştı ve yasaya karşı direnme kararı aldı. Tüm temsilciler direniş yönünde çağrı yaptı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ise, “işçiler durursa dünya durur” diyerek şunları söyledi:

“Sevgili kardeşlerim,

Bundan 3 sene evvel DİSK’in bayrağını açarken hakikaten bu bayrağın açılmasında düşündüğümüz ümitler de bugün tahakkuk etmiş, meyvelerini vermiştir. İşçilerin işçi sınıfı olarak uyanmaya başlaması, zincirleri patlatıp özgürlüğüne kavuşması lazımdı. İşte onun için DİSK’in bayrağını açtık. Asla ve asla kişiliğimizi çiğnetmeyeceğiz.  Üzerimize saldırı yaptırmayacağız, saldıranlara karşı koyacağız ve kendimizi müdafaa edeceğiz. Bu dava içerisinde, gözaltına alınacak arkadaşlarımız olursa onları karakollardan alacağız ve arkadaşlarımıza sahip çıkacağız.  Bu işler için hemen yarın mı diyelim, daha yakın mı diyelim, Genel Grev mi? Ben bunları teklif ediyorum, bu karar sizindir. Öyle temenni ederim ki siz de aynı görüştesiniz. Yani bu kanunlara karşı direnişe geçmemiz gerekiyor arkadaşlar. Meclisteki kanuna karşı gerekirse hatta kısa zamanda biz DİSK’e bağlı bütün sendikaların DİSK’in bünyesinde olan devrimci dediğimiz sendikaların hemen kendi işkollarında greve geçmesi gerekir. Çok değerli arkadaşlar, biz işçiyiz. Geçen sefer bir arkadaşım söyledi; dünyada her şeyi yapan işçiler durdukça dünya durur arkadaşlar. Uçak durur, gemi durur, fabrikalar durur, bütün vasıtalar durur. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir. Sizin alacağınız kararların, sizler için geride bekleyen arkadaşlarımız için ve memleket için hayırlı ve uğurlu olmasını dilerim. Saygılarımla.”

15 Haziran sabahı Maden-İş gazetesi “İşçi Sınıfı Hazır Ol! Büyük Savaşımız Başlıyor” manşetiyle çıktı.

15 Haziranda, İstanbul ile Kocaeli arasındaki sanayi bölgesinde yer alan fabrikalarda üretim durdu. İşçiler fabrikalarından çıkarak ortak buluşma noktalarında toplandılar ve İstanbul’un merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. DİSK’li işçiler, Türk-İş’e bağlı sendikaların örgütlü olduğu işyerlerine de uğrayarak oradaki işçilerin eyleme katılmalarını sağladılar. 16 Haziranda ise eyleme katılan işçi sayısı daha da arttı ve 150 bini aştı. Avrupa Yakasındaki bir işçi kolu, Topkapı’dan geçerek Beyazıt’a, oradan da Sultanahmet üzerinden Eminönü’ne ulaştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi Kemal Yalçın, tanık olduğu bu işçi selini ve işçilerin tankların üzerinden atlayarak nasıl ilerlediğini, Maden-İş Çalışma Grubunun hazırladığı Derinden Gelen Kökler kitabında duygu dolu ifadelerle, son derece canlı şekilde anlatıyor:

“Bugün yürümezseniz, hiç yürüyemezsiniz”

Sistematik Felsefe dersinde ‘insanın Kozmos’daki yeri’ konusunu işledik.

Seminer odasından çıktığımızda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kalın taş duvarları, Şehzadebaşı tarafından gelen gök gürlemesine benzer seslerle sarsılıyordu. Kulak verdim, anlaşılmıyordu. Merakımı gidermek için hızlıca aşağı kata inip, sesin geldiği yöne doğru yürüyorum. Yaklaştıkça inilti artıyor, taş yapı sarsılıyordu.

‘Hükümet istifa, gençler buraya!’

Ana kapıdan çıkar çıkmaz bir insan seliyle yüz yüze geliverdim. Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.

Siyah önlüklü kadınlar, mavi tulumlu işçiler… Kiminin elinde daha yeni kırılmış, yeşil yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar, levyeler… Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak yürüyor, cayır cayır yanan asfaltın üstünde…

‘Hükümet istifa, gençler buraya!’

Daha 16 Haziran 1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum.

Yürüyen, haykıran insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanı başımda pankart taşıyan mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat Fakültesi’nin mermer merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor:

‘Gençler buraya, hükümet istifa!’

Tankların sesi

İnsan seli önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanı başımda yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum: ‘Ne sesi bunlar?’

Yüzünde büyük bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor: ‘Tankların sesi! Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!’

Beyazıt’a yaklaşıyoruz. Yürüyüş kolunun başı sonu görünmüyor. Arkalardan gelen tankların motor ve palet seslerini, binlerin ‘Bağımsız Türkiye!’, ‘Hükümet istifa!’ haykırışları bastırıyor. Önümüzdeki safta yürüyen kara önlüklü, şişmanca, orta yaşlı bir kadın işçi ‘Bağımsız Türkiye!’ diye bağıranlara biraz öfkeli olarak; ‘Biz buraya ‘Bağımsız Türkiye!’ diye bağırmaya mı geldik?’ diye soruyor. ‘Sen de bağır, bağımsız Türkiye olmadan ekmeğimiz büyümez!’ cevabını yetiştiriyor birisi. ‘Bağımsız Türkiye!’ ile inliyor Beyazıt Meydanı.

Sultanahmet’e doğru yürüyor binlerce ayak, göz, beyin, kulak. Ama tek bir yürek atıyor. Yıkmadan, yakmadan, gücünü, öfkesini dizginliyerek… Çarşıkapı yanlarındayız. Dükkânların kimisi kepenklerini indirmiş.

Genç işçi kadınlardan kimisi ellerini cama dayayarak konfeksiyon mağazasının vitrinine bakıyor. Diğer bir işçi hemen uyarıyor onları:

‘Arkadaşlar! Vitrinlere dokunmayın! Çapulcu değiliz biz!’

Gel kardeşim, gel

Kaldırımlardan, evlerin, hanların, iş yerlerinin pencerelerinden ilgiyle, sevgiyle bakıyor insanlar. Sevecen, gururlu ışıltılar gidip geliyor yürekten yüreğe! İşçiler deri önlüklü ayakkabıcıları, kalfaları saflara çağırıyor. Kimisi ikircikli, kimisi çekingen. Mavi tulumlu, elinde yeşil bir dal tutan işçi, bir tutam gül, bir demet karanfil sunarcasına dillendiriyor düşüncesini: ‘Bugün yürümezseniz, hiç yürüyemezsiniz! Gel kardeşim, gel!’

Tartışmaya, derin derin düşünmeye vakit yok! Nehir akıyor…

Biri önlüğünü çıkarıp yanındaki boynu bükük durana uzatıyor. Önce gözleri ve yüreği; sonra da kendisi bizim safın ucuyla birleşiyor. Öyle kükremiş bir sel ki akan, akışı içinde temizliyor kendini. Akarken duruluyor, öğreniyor, öğretiyor, sivriliklerini gideriyor…

Sloganları haykırarak, kendi gücümüzün büyüklüğünü hayretle, kıvançla fark ederek Sultanahmet’e doğru ilerliyoruz. Sesimiz yavaşladığında arkalardan gelen tankların palet gıcırtıları kulakları yalayıp geçiyor. Yerebatan Sarayı kavşağında sola dönüp Cağaloğlu’na yöneliyoruz…

Önlerde kaynaşma var. Arkamızdan gelen tankların iniltileri bir ara kesilir gibi oldu. Şimdi önlerden geliyor sanki! İnsan denizi dalgalanıyor. Sloganlar daha da yürekten haykırılıyor. Dallar, demir çubuklar, anahtarlar, levyeler, bayraklar daha canlı, daha hırslı sallanıyor.

Nehrin önü gerilmiş gibi, önden geliyor dalgalar. Güneş tepemizde. Mevsim gündönümüne yakın. Gündönümü sıcağı kavuruyor ortalığı. Kadınların öfkeleri ateşleniyor sanki! Önlerde daha çok kadınlar haykırıyor gibi…

Emekli Sandığına doğru yaklaştıkça, tankların motor gürültüleri, palet gıcırtıları da bize doğru yaklaşıyor. Emekli Sandığının önüne, Divanyolu ile Bab-ı Ali Caddesinin kesiştiği noktaya geliyoruz. Omuz omuza, göğüs göğüseyiz…”

Çiğne beni, çiğne!’

Kör ve sağır çelik yığını halindeki bir tank, akan insan nehrinin yatağındaki son gediği de ağır ağır ilerleyerek kapatmak üzere…

Zaman bildiğimiz zaman değil değil artık! Dakikalar bir yıl, saliseler bir saat uzunluğunda! Tankla burun burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmakları tetikte! Palet kayıyor elimizin, tırnaklarımızın altından… Yol kapanmak üzere… Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne! ‘Çiğne beni, çiğne!’

Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın sesi: ‘Çiğne beni, çiğne!’

Çeliğe batan tırnaklar

Yüzlerce el, paleti tutmuş. Tırnaklarımı çeliğe batırıyorum! Tırnak, çelik palete batar mı? Batar! Kara önlüklü genç işçi kadının ölmemesi, ileriye akan hayat suyunun durmaması için insan tırnağı çeliğe batar! Gözlerim çeliğe batan insan tırnaklarını gördü! Kendi tırnaklarımın çeliğe battığını gördüm! Çelik yumuşak, ölüm korkaktı o an! Tankı aştı işçiler! Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı! Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor. Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyor nasırlı eller. Ayakta! İki eli iki yumruk. Tanka vuruyor, askerlere sallıyor. Haykırıyor. Binler haykırıyor. İnsanın insanla, insanın kendisiyle haklı bir dava için bütünleştiği, yüreklerin tanklardan büyük olduğu o müthiş an!”

Üstümüzde uçaklar, arkamızda tanklar

Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağıya, denize doğru, bendini yıkmış seller gibi akıyoruz. Topkapı’dan, Surdışı’ndaki fabrikalardan toplanıp gelen, Şehremini’de asker barikatını, şimdi de tanktan duvarı yarıp geçen işçilerde, insanlarda heyecan, coşku, sevinç… Yaşamın baharlandığı bir an!

Kimileri, ‘Ordu-gençlik el ele, milli cephede!’, kimileri ‘Asker işçi el ele!’, kimileri de ‘Yaşasın ordu!’ diye bağırıyor. Bir işçi derhal taşı gediğine koyuyor: ‘Nerede el ele? Görmüyor musun tanklar nerede?’ Tepemizde alıcı kuşlar gibi uçaklar dolanıyor. Bazıları yumruklarını sallayıp, küfrediyor onlara. Cağaloğlu Yokuşu, ağzına kadar dolu. İstanbul Vilayeti önünden geçiyoruz…

İşçilerden biri gülümseyerek: ‘Tankları aştık, Vilayet’i de alıverelim!’ diyor etrafındakilere. ‘Haydi, alıverelim!’ cevabını veriyor işçiler gülümseyerek, alıvermenin kolay olmadığını bilerek…

Eminönü’deyiz… Taksim’e ulaşmak için Galata Köprüsü’ne dönüyor nehrin yönü… Sağımızda deniz, solumuzda sıra sıra, kat kat binalar. Üstümüzde uçaklar. Arkamızda tanklar. Önümüzde Galata Köprüsü. Fakat Köprü açılmış!

Köprü girişinde kol kola girip, gelenlere ‘Köprü açılmış! Unkapanı yönünde ilerleyin!’ deniliyor. Söyleneni pek duyan yok! Göğüsleyip koparıyorlar kol kola oluşturulan insan zincirini ve açılmış köprüyü kendi gözleriyle görüp, tükürüyorlar denize, köprüyü açtıranların yüzüne doğru…

Haziran güneşi yakıyor ortalığı…

Yürümeye devam

Unkapanı’na doğru ilerliyor yürüyüş kolu. Unkapanı Köprüsü de açılmış. Bozdoğan Kemerlerine dönüyor insan seli. Tekel binası önünde duraksıyoruz. Çoğunluk oturuyor asfaltın üstüne. Biraz yorgunluk, biraz da gevşeme var ortalıkta. Bir müddet sonra, yaşlıca bir işçi kadın ayağa kalkıyor. Ellerini kollarını sallayarak soruyor: ‘Biz buraya oturmaya mı, yürümeye mi geldik? Oturanlar ayağa kalkarak veriyorlar cevabı: ‘Yürümeye!’ Yeniden canlanıyor insanlar.

Bozdoğan Kemerleri’nin altından geçip Fatih’e yöneliyoruz. Caddenin iki yanındaki apartmanların pencerelerine çıkmış insanlar merakla, sevgiyle bakıyor başı sonu görünmeyen coşkun insan seline. Kimi el sallıyor kimi alkışlıyor. Asker ve tank barikatlarını yarıp geçerek yürümenin, kaldırımlardaki pencerelerdeki insanlar tarafından alkışlanmanın, karşılıklı alkışlarla selamlaşmanın tadı, zevki, gururu bambaşka!… Böylesine unutulmaz, insanın ve toplumun bilincine, yüreğine işleyen büyük bir günün heyecanı, mutluluğu, onuruyla Edirnekapı’dan İstanbul’a, dünyaya, kendi âlemimize dağılıyoruz.”

15-16 Haziran Direnişinin 54. Yıldönümü: Cüret Eden İşçi Sınıfına Selam!

İlgili yazılar

Utku Kızılok, 29 Nisan 2017